Felsefe 14 Varlık ve İnsan: Kemalpaşazâde Bağlamında Bir Tasavvurun Yeniden İnşası
İslâm felsefesi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Ömer Mahir Alper, Varlık ve İnsan: Kemalpaşazâde Bağlamında Bir Tasavvurun Yeniden İnşası (Klasik, 2010) başlıklı yeni kitabı üzerine bir sunum gerçekleştirdi.Daha önceki çalışmalarını İslâm felsefesinin klasik dönemi üzerine yapan Alper’in bu eseri, Osmanlı düşüncesine dair yoğun bir araştırmanın sonucu. Gazzâlî sonrası dönem, özellikle de Osmanlı düşünce tarihi çerçevesinde yapılan çalışmaların sayısı çok az olduğu için eser, dikkatlerin bu alan üzerinde yoğunlaştırılması açısından önemli bir adım niteliğinde. Ayrıca çalışmanın Kemalpaşazâde merkezli kaleme alınması başkaca imkânları da içinde barındırıyor. 940/1534 yılında vefat eden Kemalpaşazâde, pek çok alanda eser vermiş, aynı zamanda şeyhülislamlık yapmış bir düşünür… Birçok kütüphanede eserlerinin toplam beş bine yakın nüshasının bulunması etkisini gösteren önemli bir husus olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla Kemalpaşazâde, Osmanlı düşüncesini anlamak için temsil gücü yüksek bir isim olarak tebarüz etmektedir.Kemalpaşazâde’nin bir varlık ve insan filozofu olduğunu belirten Alper, bu adlandırmasının nedeni olarak, on beş civarında müstakil “varlık risalesi”nin ve beş kadar da “insan risalesi”nin bulunmasını gösterdi. Kemalpaşazâde’nin “varlık” ve “insan” kavramlarını bilinçli bir şekilde öncelediğinde şüphe yoktur. İslâm düşünce geleneğinde insanı konu alan pek çok eser yazılmıştır, fakat adında insan kavramı geçen risaleye rastlamak zordur. Oysa Kemalpaşazâde birçok eserinde insandan bahsettiği gibi, adında “insan” kavramı geçen dört risale kaleme almıştır.Herhangi bir Osmanlı düşünürünün, İslâm düşüncesinin klasik dönemi kavranılmadan anlaşılması oldukça zordur. Sözkonusu Kemalpaşazâde olduğunda ise, bu imkânsız hale gelmektedir. Çünkü Kemalpaşazâde muhtasar eserler kaleme alan ve İslâm düşünce geleneğine ait kilit önermelerden hareketle metinlerini kuran bir düşünür. İslâm düşünce geleneğiyle kurduğu titiz ve derinlikli ilişkinin örneği olarak Tehâfüt Haşiyesi’nde yirmi küsur filozofa atıf yaptığını hatırlamak yerinde olacaktır.Alper’e göre, Kemalpaşazâde varlık ve insan tasavvurunu oluştururken kelâm, felsefe ve tasavvuftan yararlanarak bir senteze varmaktadır. Bu sentezci tavra özellikle dikkat çeken Alper, Kemalpaşazâde’nin, hocası Molla Câmî’nin Fatih Sultan Mehmed’in emriyle söz konusu üç disiplinin ittifak ve ihtilaflarını ortaya koymak için kaleme aldığı ed-Dürret’ül-fâhire adlı eserinde yapmak istediği şeyin farkında olduğunu ve bu projeyi devam ettirdiğini dile getirdi.Hiçbir meselenin varlık meselesi çözülmeden çözülemeyeceğini vurgulayan Alper’e göre, modern Batı “insan”ı ontolojik bağlamından kopartarak anlamaya çalıştığı için “insan” konusunda kriz yaşamaktadır. Oysa her insan bir âlemdir ve âlem, “Allah’a işaret eden” demektir. Bu anlamda insan, yaratılmışların en yücesi ve Allah’ın sıfatlarının tecelli ettiği en büyük mazhar olduğundan, insanı bilmek Allah’ı bilmektir.Alper’e göre, Kemalpaşazâde’nin yeni bir içerik kazandırdığı kavramlardan biri de fakrdır. Ontolojik yoksulluk anlamındaki fakr kavramı üzerinde ısrarla duran Kemalpaşazâde, bu konuyu ele aldığı Fi’l-fakr isimli risalesinde Hz. Peygamber’in “Yoksulluğum iftiharımdır” hadisiyle, “Yoksulluk yüzkarasıdır” hadisini uzlaştırmaya çalışır. Birinci hadisin ontolojik yoksulluğa vurgu yaptığını ifade eden Kemalpa-
şazâde, en çok yoksul olanın en büyük imkânı taşıdığını (varoluş anlamında), dolayısıyla en çok ihtiyaca onun sahip olduğunu ve Allah’ın cömertliğinden de en çok onun pay alacağını belirtir. Bu anlamda Hz. Peygamber en fakir insandır.Âlemin ezelîliği ile ilgili dinleyicilerden gelen bir soruya cevap olarak Alper şunları söyledi:Kemalpaşazâde bu konuda filozoflara haksızlık edildiğini düşünüyor. Çünkü ona göre Kur’an-ı Kerim’de yoktan var etme, zaman içinde sonradan yaratma diye bir şey yoktur. Bu sebeple bunu söyleyenler İslâm’a aykırı bir düşünce geliştirmekle suçlanamazlar. Eğer hadislerde böyle bir bilginin olduğu söylenirse, Kemalpaşazâde’nin cevabı, hadislerde tevatür olmadığı ve itikadî meselelerde tevatürle gelmeyen hadislerle düşünce oluşturulamayacağı şeklindedir.Alper, Osmanlı’da felsefenin olup olmadığıyla ilgili bir soruya ise, İzmirli İsmail Hakkı’dan hareketle, felsefenin iyi ve doğru araştırmasından ibaret olduğunu, tasavvuf ve kelâmın da farklı felsefe yapma tarzları olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayarak cevap verdi. Bununla bağlantılı olarak Alper’in şerh ve haşiyelerle ilgili bir soruya verdiği cevap da dikkate değerdi: Şerh ve haşiyenin bir geleneğin sürdürülmesi anlamına geldiğini ve telif eserden bir farkı olmadığını, hatta daha önemli olduğunu belirten Alper, bir müellifin bazen kendi eserine dahi şerh yazdığına işaret etti. Dolayısıyla Osmanlı düşünce hayatı ile ilgili genellemelerin oryantalist temellerinin bu açıdan ciddi bir tenkide tabi tutulması zorunludur.Oturum, Osmanlı siyasî tarihi ile düşünce tarihi arasında kurulabilecek muhtemel irtibat noktaları çerçevesindeki fikir alışverişleriyle son buldu.