Mekâna Özgü Sanat Projelerinde İzleyici Olmanın Riskleri

Paylaş:

Dizimizin altıncı konuğu Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nden Zerrin İren Boynudelik’ti. Konuğumuzla kendi çalışmalarında ağırlık verdiği mekâna özgü projeler ve kamusal sanat bağlamında günümüzde seyirci olmanın hâlleri üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Mekâna özgü işler ve bunların nasıl okunacağı problemine geçmeden önce sanat tarihinde kırılmaların yaşandığı 1900’lerin başına bir yolculuk yaparak neyin nasıl değiştiğinin izlerini sürmek gerekir. Önceleri atölye çıkışlı olan, daha sonra ise akademi eğitimi alan sanatçıların, sanat eseri olmanın kıstaslarını üzerinde taşıyan eserlerini, diğer sanat eserlerini barındıran mekânlardan birine yerleştirmeleriyle başlayan izleyicinin eserle buluştuğu an, belki o kişinin gördükleri hakkında fikirler ileri sürebildiği ancak “Bu sanat eseri midir ya da bunu yapan sanatçı mıdır?” şeklinde öze dair sorular sormadığı dönemlerdir. 1900’ler ise neyin sanat nesnesi, kimin sanatçı olduğuna dair kafa karıştırıcı işlerin ortaya konulduğu, ancak sanat mekânlarının yerli yerinde durmasından kaynaklı izleyicisine o yere konan işlerin birer sanat sayılacağı kıstasını hâlâ verebilen, en azından bir anahtarımızın olduğu zamanlardır. Çok geçmeden sanat mekânları da sorgulamadan nasibini alır ve sanat tanımlanmış mekânların dışına taşar. Öyle ki “Bu gördüğüm bir eser midir değil midir!?” dedirten devamlı uyanık olmayı gerektiren işler hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkabilir!

İzleyicinin bu vahim duruma düşmesine sebep olan tanımlanmış mekânların dışında ayrı bir kategori oluşturan mekâna özgü işler nasıl işlerdir ve izleyicisinden neler beklemektedir?

Mekâna özgü işler dediğimiz zaman o yer için, o yer düşünülerek yapılmış “şeyler” (ortada bir nesne olmayabilir) kastedilir. Mekânı yok saymayarak, özelliklerini dikkate alarak yapılan üretimlerdir söz konusu olan. Sanatçıların farklı yaklaşımları olabilir. Ya o mekânın anlamını ele almak ister; geçmişine, şimdisine ya da geleceğine bakar ve bunun için tarihî, dinî anlamlarından birini esas alır. Ya da mimari özelliklerine, fiziksel niteliklerine bağlı bir ilişki kurarak o yönde işler çıkarır. Bunun dışında çok az görülen bir yaklaşım daha vardır, ben mekâna özgü iş yapmıyorum benim için işim ön plandadır diyen, ister buraya ister başka yere koyun fark etmez şeklinde tavrını koyanlar.

Öyle veya böyle izleyicinin karşısına çıkan bu metinleri okumanın yolu nedir, can alıcı soru budur. Akla gelen ilk şık sanat tarihinde ne var ne yok okursunuz, çalışırsınız, her şeyi tanımak için elinizde kriterleriniz olur. Ama seyirci buna zorunlu mudur? Boynudelik’e göre hiç zorunlu değildir. Çünkü sanatdenen şey zaten zordur, ona baktırmak, ilgi duyulmasını sağlamak bu kadar zorken bu ekstra gayrete gerek yoktur. Küçük anahtarlar yeterlidir. Hangi akıma, kime ait demeden yapılması gereken “Bu sanat eseri bana bir şey mi söylemek istiyor?” diye sorarak ilişki kurmaya niyet etmek, sonrasında da “niçin burada?” ve “burası neresi?” sorularından yola çıkarak mekânı tanımakla işe başlamaktır. Bunun için de mekânı tanımaya yönelik ön çalışmalar yapılmalıdır. Öyle ki zaman zaman hangi nesne mekânın kendisine ait, hangisi bir sanatçının elinden çıkma, bu bile karışmaktadır. Artık sergiler ev ödevini yapan muhataplar görmeyi talep etmektedir. Bir anlamda sanatçının o yer ile ilgili yaptığı araştırmanın bir benzerini izleyici gerçekleştirmeli, aynı yollardan geçerek eseri bulmanın ve anlamanın yolunu kendisine açmalıdır. Sadece izleyici değildir zor durumda kalan, sanatçı da yer ile ilgili yaptığı araştırma sonrası, genellikle tarihî mekânların seçilmesinden kaynaklı o yerin önceki sanatçısıyla bir restleşme içine girdiği için zorlanır. Bu hâliyle kendisi için bir baskı unsuru oluşturur, ama aynı zamanda güdüleyen, macera vaat eden yanı da yadsınamaz. Sanatçıyı bekleyen ikinci zorluk yapıp ettiklerini bir başka yere taşıyamaması, taşırsa bağlamın yitirilmesinden kaynaklı anlam erozyonuna uğramasını göze almasıdır. Farklı yere taşınan eser artık bambaşka bir şey olmuştur. Bu durumda sonrası için tek yapabilecek ya aynı mekânı tekrar yaratmak ya da o işlerin fotoğraflarına başvurmaktır. Bir üçüncü zorluk, o yer için iş çıkarmakla sanatçıların ellerinde maddiyata dönüşecek bir şey kalmamasıdır. Burada fikir sahibi kuratörün önemi karşımıza çıkar. Önceleri koleksiyoncunun ya da galericinin insafına kalan sanatçı el değiştirir. Artık karar merci olarak kuratörler gündemimize girer.

Mekâna özgü projelerin bir diğer boyutunu da dört duvar arasından çıkıp sokağa adım atan, kamuyla temas kurabileceği yerleri önemseyen, bir anlamda kamusal alana taşan, kamusal sanat olarak tanımlanan örnekler oluşturur. Bu örneklerin sokağa adım atmasıyla farklı boyutlar gündeme gelir. Özel mekânlarında sergilenen eserlere müdahil olmak o eserlere muhatap olanların aklına hiç gelmezken bundan böyle karşılaştığı işler üzerine fikrini rahatça dile getiren, bunun için kamu oluşturan ve yetmediğinde adli yollara başvurup beğenmediğini ortadan kaldırabilen izleyiciler oluşmuştur. Son 20 yıl boyunca kamusal alan meseleleri sıklıkla gündeme gelen hassas bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Paranın, pulun, özgürlüğün ötesinde, artık insanlar kendi kullandıkları alanlar konusunda demokratik haklarını kullanma peşindeler. Boynudelik, ülkemiz dışından verdiği örneklerle bizlere, bu durumun ülkemize özgü tartışmalarmış gibi yansıtılmasıyla oluşturulan yapay gündemlerin iç yüzünü göstermiş oldu. Sunumu boyunca ele aldığı bu meselelerin biraz karmaşık olduğunu itiraf eden konuğumuz kendisinin ve diğer sanat tarihçilerinin görevinin tüm bunları biraz daha anlaşılır hâle getirmek olduğunun altını çizerek konuşmasını gelen sorulara verdiği cevaplarla nihayete erdirdi.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir