Osmanlı’da Ermenice ve Türkçe Modern Edebiyatlar
Balta girmemiş ormanlarda yahut dünyanın uç noktalarında yaşanan hayat biçimlerini merak ve hayranlıkla, çoğu zaman da bulutların üzerindeki bir Yunan tanrıçasının perspektifinden izleriz. Çünkü orası uzaktır ve uzaktakilerin kaderiyle neredeyse hiçbir ortaklığımız yoktur. Oysa yanı başımızda öyle kader ortaklarımız vardır ki vakti zamanında siyasal manevralarla birbirimize duygusal olarak neredeyse dünyanın iki kutbu kadar uzaklaştırılmışızdır. Üstelik bunların yapıp ettiklerine, kültürlerine, edebiyatlarına dair merakımız da şu yaşadığımız “iletişim çağında” bile cadının elmasını ısırmış prensesin uykusu kadar sağırdır. Mehmet Fatih Uslu, 18 Mayıs 2011 tarihli Kırkambar programında bu yakın ama uzak iki dünyanın, Ermenice ve Türkçe modern edebiyatların durumunu masaya yatırdı.
“Osmanlı’da Ermenice ve Türkçe Modern Edebiyatlar” başlıklı tezi çerçevesinde gelişen sunum şu üç sacayağı üzerine oturtulabilir: (i)Osmanlı çoğul kültürünün gelişim aşamaları; (ii)Ermeni modernliğinin tebarüz ettiği temel aşamalar ve (iii)–tezin ana eksenini teşkil eden– Ermenice ve Türkçe metinlerin bir arada okunması.
Fransız İhtilali sonrasında dünyaya yayılan uluslaşma hareketleri sonrasında Osmanlı toprakları üzerindeki farklı unsurlar, siyasette söz sahibi olmak için yürüttükleri faaliyetlerin yanı sıra, kültür ve edebiyat alanlarında da varlık gösterdiler. Yazılı metinler ürettiler. Uslu’nun temel sorusu şuydu: Acaba Osmanlı edebiyat kültürüne bakarak çatışmanın yanı sıra yaşanan bir karşılaşmaortamı; farklı kültürlerin bir arada olabileceğini ima eden bir edebiyat ortamı görebilir miyiz?
Uslu, dönemin durumunu “millilik hattında kurulmuş çatışmaya dayalı melodramatik hâl” şeklinde ifade ediyor: Kahramanların duygularını aşırılık hâli içerisinde ifade ettikleri melodramlarda temel beklenti hisleri kabaran insanın bir siyasal düşünce için harekete geçirilmesi.
Siyaset sahnesinde tartışmasız bir ayrışmadan söz etsek de aynı ayrışmanın tiyatro sahnesinde yaşandığını söyleyemeyiz. Tiyatro sahnesi bu minvalde daha çok bir karşılaşma alanı olarak anılmaktadır. Zira Türkler başlangıçta tiyatroya mesafeli yaklaştıklarından Türkçe oyunlar önceleri Ermeni asıllı oyuncu ve yönetmenler tarafından sahnelenmiştir; mesela Namık Kemal’in ünlü eseri Vatan yahut Silistre…
Bu çatışma ortamına rağmen Uslu’nun “çatışmanın yanı sıra yaşanan bir karşılaşma ortamı bulabilir miyiz?” sorusuna olumlu bir somut yanıt daha var. Kültürlerarası bir geçişkenliğin gözlemlenebildiği diğer bir durum olarak Ermeni harfli Türkçe metin yazımları görülmektedir. Ermeni yazarlar daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilmek için zaman zaman kendi alfabelerini kullanarak Türkçe eserler vermişler. Bunun ilk örneklerinden birisi Vartan Paşa’nın Ermeni harfli Türkçe romanı Akabe Hikâyesi(1851). Enteresan olan şu ki ders kitaplarında ilk Türkçe roman olarak geçen Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ından (1873) yirmi iki yıl önce kaleme alınmış.
Bu örnek bir istisna değil. Ermenilerin yazılı kültüre ve baskıya geçişleri Türklerden evvel gerçekleşmiştir. Uslu, sunumu sırasında Anadolu’da yaşayan Ermeni asıllı çok sayıda romancıya atıfta bulundu. Bu eserlerin aynı dönemin Türk romanlarıyla mukayesesini yapan Uslu’ya göre aralarında bugün de beğeniyle okuyabileceğimiz pek çok eser var. Ne yazık ki bunların büyük kısmı Türkçeye çevrilmemiş. Bununla ilgili ciddi bir faaliyetten henüz –ne yazık ki– söz edememekteyiz.
Dönemin Ermenice eserlerinde ötekinin temsili meselesine de değindi Uslu. Bu minvalde enteresan bir durum daha söz konusu. Bilhassa 1915’e kadar yazılan Ermenice romanlarda “öteki” ne düşman suretinde, ne de komşu yahut sevgili olarak neredeyse hiçbir surette temsil edilmemiş. Bu tarihten sonraki eserlerdeyse Türk karakterler görülebilmekte. Bunun nedeni ise cevaplanmamış bir soru olarak karşımızda duruyor.
Bu ayrışmanın yüz yıl öncesinde kaldığını ve iletişim çağı denilen günümüzde Ermenice best sellerlardan “ötekilerin” haberdar olduğunu keşke söyleyebilseydik.