“Türkiye’de Din, Devlet ve Toplum” Seminerleri (Seminars on “Religion, State and Society in Turkey”)
Avusturya Innsbruck Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün işbirliğiyle Küresel Araştırmalar Merkezi ve Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği “Türkiye’de Din, Devlet ve Toplum” seminerleri programının konuşmacıları Prof. Dr. Adnan Aslan, Dr. Nurullah Ardıç, Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan ve Dr. Nuri Tınaz idi. Innsbruck Üniversitesi ile İstanbul’daki üniversitelerden yüksek lisans ve doktor öğrencilerinin dinleyici olarak katıldığı seminerlerde zaman zaman hararetli tartışmalar yaşandı.
Açılış konuşmasında Avrupa’nın dine bakışını değerlendiren Innsbruck Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hans Koechler, 1970’li ve 80’li yıllarda yaşanan tartışmalara rağmen dine ilişkin güncel tartışmaların çok yeni bir şey zannedildiğine dikkat çekti. Koechler’e göre bu yanılsama, Avrupa’nın din meselesini hallettiği ve artık dinin özel alana ait bir şey olduğu düşüncesinden kaynaklanıyor. Siyasî ve sosyal alandaki bu tartışmalar, Avrupa toplumunun uluslararası gelişmelere bir cevabı niteliğinde. Ayrıca Hristiyan olmayan kültürlerin, tek-kültürlüğe alışmış Avrupa’da nitelik ve nicelik olarak artması da bu tartışmaların bir diğer kaynağı. Koechler, Avrupa’da bu tartışmaları yapmak için kapsamlı ve derinlikli bir düzeye henüz ulaşılamadığını; bu yüzden (Türklerin Avusturya’daki en büyük Müslüman topluluk olmasından da hareketle) özellikle Türkiye’deki Müslümanların İslâm’ı, dinin toplumsal rolünü ve din-siyaset ilişkisini nasıl yorumladıklarını öğrenmenin, bu tartışmaların kapsamını genişletme noktasında yararlı olacağını vurguladı.
Seminerler dizisinin ilk konuşmacısı olan Prof. Dr. Adnan Aslan, özellikle Avusturya’dan gelen katılımcılara İslâm’a dair genel bir perspektif sunmak üzere “İslâm Nedir?” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. “İslâm nedir?” sorusunun basit bir soru olmakla birlikte, cevabı için ritüelin, ahlâkî ve tarihî perspektiflerin göz önünde bulundurulması gerektiğini vurguladı. Bu soruya çok farklı cevaplar verildiğini ve her birisinin ancak bir boyuta işaret ettiğini belirtti. Hz. Peygamber’in bu soruya cevabının “Din öğüttür” olduğunu hatırlattı; yani insanın kendine, çevresindekilere ve diğer tüm Müslümanlara yönelik öğütleri dinin ta kendisidir. Aslan’a göre İslâm’ın en kısa ve öz tanımı, “Lâ ilahe illallah, Muhammed rasulullah, Musa kelimullah, İsa ruhullah” ifadesinde bulunabilir. Bu, bütün insanlara aynı mesajı getiren ilahî dinleri kapsayan tek tanımlamadır; dolayısıyla insanlar aynı şeye inanmalıdır. “Lâ ilahe illallah” lafzı, ayrıca Allah’ın mutlak gerçekliğini ve Allah ile insanın farklı boyutlarda birer gerçeklik olduğunu vurgulamaktadır. Aslan’ın şu sözü, konuşmasının bir özeti niteliğindeydi: “İslâm’ın en temel boyutu, inanç boyutudur; bunun yanında politik ve ekonomik boyutlar da söz konusudur.”
“Osmanlı’nın Son Döneminde Modernite ve Din” başlıklı ikinci semineri sunan Dr. Nurullah Ardıç, özellikle 18. yüzyıldan 1930’lara kadarki dönemde Osmanlı-Türk modernleşme tecrübesinin tarihî arkaplanından hareketle yaşanan reform süreçlerini ve bu süreçlerde İslâm’ın merkezî konumunu çeşitli alıntılarla ve örneklerle ayrıntılı bir şekilde anlattı. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş döneminde İslâm-laiklik ilişkisinin tematik boyutuna değinen Ardıç’a göre, din-devlet ilişkisi ve dine karşı laikliğin meşrulaştırılması iki farklı paradigmayla açıklanabilir: çatışma(confrontation) ve intibak(accommodation). Bu iki paradigma üzerinden din ve modernizm ilişkisini inceleyen Ardıç, çatışma üzerine kurulu geleneksel yaklaşımın bütün modernleşme sürecini modernite vs. gelenek, ilerleme vs. tepki, aydınlanma vs. gericilik (bilmesinlercilik) gibi ikili karşıtlıklar üzerinden okuduğuna dikkat çekti. Oysa laiklik teziyle beslenen bu karşıtlığı savunanların, –tıpkı Avrupa tecrübesinde olduğu gibi– laikliğin çatışmaya ve nihayetinde din-devlet ayrımına götüreceğini, böylece dinin etkisinin giderek azalacağını düşünmeleri büyük bir hata. Zira bu Avrupa merkezci, oryantalist, indirgemeci ve pozitivist yaklaşım, Osmanlı-Türkiye tecrübesini açıklamaktan oldukça uzak. Gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu’da yaşanan karmaşık modernleşme süreçleri, ancak daha diyalektik olan intibak paradigmasıyla açıklanabilir.
Ardıç, “lineer olmayan bir ilerleme” diye tanımladığı modernleşme sürecini ve İslâm-siyaset ilişkisini, hilafetin ilgasını (1924) esas alarak iki döneme ayırdı: 1924 öncesi dönemde, reform projelerini meşrulaştırıcı ve sosyal hareketliliği sağlayıcı İslâm’a alternatif herhangi bir kaynağın olmamasından dolayı din her durumda merkezî bir role sahipti ve dolayısıyla İslâm-modernleşme ilişkisinde intibak baskındı. 1924 sonrası dönemde ise devlet İslâm’ı tamamen kontrol altında tutmak istese de bunu başaramadı ve söylem ile pratikte baskı ve intibak kol kola gitti. Bu baskılar, zannedilenin aksine, İslâm’ın güç kazanması ve dindar insanların taleplerini yüksek sesle dile getirmesiyle neticelendi; İslâm’ın halk nezdinde bir varoluş kimliği olarak merkezî rolü –araçsallaştırılmış olsa da– devam etti. Özetle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bütün modernleşme sürecinde İslâmî söylem kurumsal sekülerleşme adımlarına eşlik etti; karmaşık siyasî gelişmelerin bir sonucu olarak İslâmî söylem de sekülerleşti.
“Cumhuriyet Türkiyesi’nde Gayrimüslim Azınlıklar” başlıklı seminerinde Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan, konunun birçok boyutu olmakla birlikte tarihî arkaplanını ön plana çıkararak gayrimüslim azınlıkların 1923 Lozan Antlaşması’nda üç grup (Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler) olarak tanımladığını, ancak bu grupların da mezhep farklılıkları dikkate alınarak daha alt gruplara ayrıldığını belirtti. Özdoğan seminerinde özetle şunları söyledi: “Gerek savaşlar gerekse nüfus mübadeleleri yüzünden sayıları oldukça azalan azınlıklar, Osmanlı millet sistemi içerisinde bazı imtiyazlara sahip olmakla birlikte devlet nezdinde dinî gruplar arasında bir hiyerarşiye tâbi tutuldular. Laik bir rejimin kurumsallaşması ile birlikte eşit vatandaşlar olarak görüldüler ve bazı hakları garanti altına alındı; ancak kolektif hakları verilmedi ve dolayısıyla hukukî statü kazanamadılar. Türkiye Cumhuriyeti, sistematik bir asimilasyon olmasa da aslında azınlıklara yönelik bir ayrımcılık yaptı; varlıklarını sürdürecekleri bazı imkânlar Lozan’da verilmesine rağmen dinî eğitim alma ve mülk edinme hakları uzun bir süre sınırlandırıldı. Bunun temel sebebi ise azınlıkların Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı neticesinde yaşanan toprak kayıplarının ve parçalanmanın müsebbibi olarak görülmeleriydi. 1990’lı yılların ortalarına kadarki dönem azınlıklar açısından karamsar bir tablo gibi görünse de, şu anki konjonktürde dâhilî ve haricî sebeplerden dolayı bazı ilerlemeler kaydedilmiş durumda; AB sürecinin ve kriterlerinin benimsenmesiyle birlikte bazı reformların zorunlu hâle gelmesi, azınlık probleminin farklı açılardan tartışılmasına yol açtı.”
Özdoğan, Türkiye’nin, azınlıkların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma yolunun açıldığı bu dönemde, gerek Kürt meselesi gerekse azınlık hakları ile ilgili taleplere cevap verebilecek ilkelere yeni anayasada yer vermesinin artık bir zorunluluk olduğuna dikkat çekti. Ayrıca Türkiye’nin sadece göç veren değil aynı zamanda göç alan bir ülke olarak yeni azınlıklarla da karşı karşıya kalabileceğini, bu yüzden başta azınlık tanımı olmak üzere azınlıkların taleplerine sadece eşit vatandaşlık hakkı üzerinden cevap verilmesinin artık mümkün olamayacağını da vurguladı.
Son olarak Dr. Nuri Tınaz, “Modern Türkiye’de İslâm’ın Yeni Görünümleri” başlıklı seminerine, Avrupa ülkeleri ile ABD’nin farklı sekülerlik uygulamalarına sahip olduğunu ve Türkiye’nin bu anlamda Fransa ile benzeştiğini ifade ederek başladı. Son otuz yılın bir resmini aktarmadan evvel 1923-50 arasında Türkiye’deki seküler sistemi analiz etti. Buna göre bu dönemde toplum dinin etkisinden kurtarılarak bir “Türk Ulusu” oluşturulmaya çalışıldı. Bu doğrultuda gerçekleştirilen uygulamalar, sembolik (alfabenin değiştirilmesi, kılık-kıyafet kanunları vs.), kurumsal (hilafetin ilgası, tekke ve zaviyelerin kapatılması) ve işlevsellik (hukuk ve eğitimin tüm boyutlarıyla Avrupa örnek alınarak yeniden dizaynı) boyutuyla analiz edilebilir. Son otuz yılda yaşanan gelişmeler –özellikle Soğuk Savaş’ın bitişi, AB ile ilişkiler, medya ve iletişimin yaygınlaşması– ise hem kurumsal uygulamaların hem de toplumsal dinî hayatın dönüşümüne yol açtı. Bu süreçte bir yandan din toplumsal hayatta eski rolüne kavuşurken, öte yandan dinî yaşantı ve dinî olan bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşüm sırasında dinî talepler siyasî alandan kültürel alana ve dinî pratikler de geleneksel formdan modern olana doğru bir kayma yaşadı. Bu kayışta iktidar, sermaye, modagibi kavramlarla karşılaşılması da etkili oldu. Dolayısıyla dinî görünümlerin eski ile yeni veçheleri arasında önemli bir farklılık göze çarpar hâle geldi. Bu farklılık da yeni bir hayat tarzının gelişmesinde altyapıyı oluşturdu ki iş dünyası, alternatif kurumsallaşmalar ve özellikle günlük hayat pratikleri, giyim-kuşam, tatil anlayışı gibi yaklaşımlarda bu kolaylıkla fark edilebilir.