Türkiye’de Estetik
Dizimizin yedinci konuğu ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Tarihi Bölümü’nden Prof. Dr. Jale Nejdet Erzen’di. Mimar Sinan, modern Türk resmi, çevre estetiği, İslâm estetiği, karşılaştırmalı estetik üzerine birçok yayını olan konuğumuz özellikle yeni çıkan kitabı Çoğul Estetik (Metis, Mayıs 2011) üzerinden olmasını arzu ettiğimiz konuşmasına, gene kitapta geçen konulara değineceği ancak kendisini tekrarlamaktan hoşlanmadığı için daha genel bir başlıkla bizlere katkıda bulunacağı bilgisini vererek başladı. Özellikle düşünce insanları, sanat insanları olarak tarihimizle, kendimizle, kimliğimizle barışık olarak ve onu geliştirerek nasıl ve nerelere gidebiliriz düşüncesinin çalışmalarının eksenini oluşturduğunun altını çizdi.
Erzen’in merak ettiği nokta şuydu: Estetik madem bir biçim dilidir ve her topluluğun kendi biçimsel tercihleri vardır, o zaman Türk sanatını hangi estetik değerler açısından ele alabiliriz? Neden bu tercihler ortaya çıkmıştır? Bizim beğeni yargılarımız daha çok ne yönde yoğunlaşmaktadır? Bu soruların cevabı hem kültürel karşılaştırmalar, hem de doğrudan ortaya konan eserler üzerinden aranmaya çalışıldı.
Batı ve Doğu toplumları okuryazar ve sözel kültür olmanın getirdiği farklara haizdir. Ancak yazılı olarak değerlerin ortaya konmaması bir eksiklik değildir. Çünkü insanın dünyayı ve kendini anlamasının yolu ille de yazılmayı gerektirmez. Bu fikirlerin izini başka yerlerde arayabiliriz. Bir de yazılı olmayan bir düşünce ve araştırmanın şekil ve düzeninin yazılı olandan farklı olacağının hakkı teslim edilmelidir. Bu açıdan kendi kültürümüzün estetik yaklaşımlarını anlamak için bu farklı aracılara başvurmak zorundayız. Sanat söz konusu olduğunda, tepkilerin sanat yoluyla ortaya konduğu örneklerden yola çıkarak sanat tarihimizde neler gelmiş geçmiş bakmalı ve yaklaşım farklarının izini sürmeliyiz.
Bu açıdan Türkiye’de estetik düşünce iki farklı aşamada incelenmelidir: Tanzimat öncesi ve Tanzimat sonrası. Erzen, yazılarında karşımıza çıkan tezini burada da yineler. Selçuklular’dan ve Osmanlılar’dan bu yana Türkiye’de estetik düşünce vardır ama bu yazıya nadiren dökülmüştür, döküldüğü vakit ise okuryazarlığın azlığı sebebiyle okunmamıştır. Okunmasa da eserler, o toplumdaki ortak değerlerin bir yansımasıdır. Batı’nın kavramsal ve analitik dilinin hakimiyeti bunu anlamayı zorlaştırır. Bizim kültürümüze ait bu özel dil devam edegelmiştir. Türk kültürü üzerine söylenenlerin gene roman, şiir ve edebiyat diliyle ortaya konduğunu görürüz. Burada şiirin ve öykünün güçlü birer bellek aracı olmalarından yararlanılmaktadır. Okuryazar oranımız artsa da sözel toplum niteliklerini taşımaya devam ettiğimiz görülür. Türkçe soyut ve kavramsal sözcüklerle donatılmış bir dil değildir, son derece somut ve şeyleri dolaysız tanımlayan, duyguları anlatan bir dildir. Türkçede felsefenin kolaylıkla yapılamamasının bir nedeni de budur. Bizde bunun için felsefecilerin çoğu edebiyatı ve şiirsel ifadeleri kullanır.
Tanzimatla birlikte Batılı düşünceler ve düşünce şekilleri hem kültürü hem de kimliği değiştirmiştir. Tabii bundan bellek aracıları da nasibini almıştır. Bu dönem düşünürlerin değişimi fark ettikleri, bunu dillendirdikleri üstün bir bilinçlenme dönemidir. Batı etkisinin çok eleştiri aldığını ancak haksızlık edildiğini söyleyen Erzen, bu dönem yazarlarının Batı felsefesini kendi kültürlerine uyarlamak gibi zor bir işe giriştiklerini söyler. Bu çabada iki önemli vurgu vardır: Biri rasyonalizm, diğeri eskiden bu yana gelen aşkvurgusudur. Şiirin baştan beri kültürün ifadesinde merkezde yer aldığına vurgu yapılmıştı. Biz şiirin sufizmle içiçeliğini biliyorsak, bu bize kültürümüzde aşkın ve gönül ile anlamanın bütün kognitif yaklaşımların önünde olduğunu gösterir. Algı açısından güzelliğin duyumsanması ve buna aşk ile cevap verilmesi Türkiye’de estetik düşüncenin temelini teşkil etmiştir. Çağdaş Türk düşüncesi ise insana odaklanır, doğaya bakış yitirilir. Erzen’e göre en büyük sorunumuz buradadır. Bizler bir durumdan diğer bir duruma, anlayışa geçiş yapmamış, yapamamış, doğrudan atlamışızdır. Bizi, yazınımızı, kültürümüzü en çok tanımlayan unsur da budur. Mesele, Doğulu ya da Batılı olmak da değil, bir oluş durumu ile diğer bir oluş durumu arasında ilişki kurmanın başarılamamasındadır. Değişimler arasındaki süreklilik hâli kimliği oluşturuyorsa eğer, bizim kimliğe dair sorunlarımızın kökeninde de bu vardır. Bunu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve Yahya Kemal’in çok iyi anladığını ve ifade ettiğini söyleyen Erzen’e göre bu değişimde yeni oluşun üstüne gidilmesi, Batılılaşmaya, Cumhuriyet’e veya modernizme yüklenilmesi tamamen yanlıştır. Kimlik kaybını ve yozlaşmayı bunlara bağlayamayız. Sadece kültür ile izah eksik kalır. Değerlendirmeler bir bütün olarak toplumun tüm ekonomik, politik ve sosyal yönleri göz önüne alınarak yapılmalıdır. “Ya o ya bu” tercihi yerine böylesine derinden farklı iki kültürün beraberliğinin getirdiği zenginlikten yararlanmalı, bir Batılıdan ya da bir Doğuludan ne kadar derin olabileceğimizin farkına varılmalıdır. Tanpınar’ın bu durumu hem bir trajedi, hem de bir zenginlik olarak değerlendirdiğine vurgu yapan Erzen sunumunun sonunda, ne olursa olsun pozitif düşüncenin elimize pratik aletler vermesini önemsediğini, ancak böylelikle geçmişimize sahip çıkabileceğimizi söyledi.
Katılımcılardan gelen şu önemli sorularla toplantının sonuna gelindi: Bellek bize dayatılan bir bellek mi, yoksa gerçek bir bellek midir? Bize dayatılan sınıflandırmalar üzerinden gitmek zorunda mıyız, bu bizim kültürel belleğimizi inşa etmemizde ket vurucu etki yapmaz mı? Kendi belleğimizi yeniden inşada hiç şansımız var mı? Metinlerle aramızdaki mesafe ikincil dereceden kaynaklardan yararlandığımız için olabilir mi?