Davûd Kayserî’de Varlık, Bilgi ve İnsan

Paylaş:

Sema Özdemir İmamoğlu, 2011 yılında Marmara Üniversitesi SBE Tasavvuf Bilim Dalı’nda hazırladığı “Dâvûd Kayserî’de Varlık, Bilgi ve İnsan” başlıklı doktora çalışmasını Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinde sundu.

İmamoğlu, Osmanlı döneminin ilk müderrisi olan Dâvûd Kayserî’nin İbnü’l-Arabî ve Fususu’l Hikemşarihi, vahdet-i vücud ekolünün önemli temsilcisi, Fususve tasavvuf kültürünü Osmanlı eğitim sürecine taşıyan en kilit isimlerden biri olduğuna dikkat çekerek biyografik bilgilerini ana hatlarıyla ortaya koydu. Biyografisinde farklı bir malumata ulaşılabilmek amacıyla hocası Urmevî’nin hayatını incelediğini belirten İmamoğlu, bu araştırmasından hocasının Mevlânâ hayranı olduğunu, onun sohbetlerine katıldığını ve ders verdiği Konya’daki Karatay Medresesi’nde sema törenlerinin yapıldığını anlattı. Bu bilgiler ışığında Kayserî’nin sadece Fususu’l Hikemve İbnü’l-Arabî değil aynı zamanda Mevlânâ’dan, Mesnevi’den ve bu kültürden de istifade etmiş olması gerektiğini belirtti. İmamoğlu, Kayserî’nin Tebriz seyahatinde Sadreddin Konevi’nin öğrencisi olan ve birçok Ekberî ekolünün temsilcisi gibi seyr-i sülukunu Sühreverdilik üzerine tamamlayan Kâşânî ile karşılaşarak onun hizmetine girdiğini ifade etti.

Tezin her bölümünü Dâvûd Kayserî’ye ait temel fikirlerinden hareketle oluşturduğunu söyleyen İmamoğlu, üç kısma ayırdığı çalışmasının ilk bölümünde Dâvûd Kayserî’nin “varlık” kavramı hakkındaki görüşünü ve bu kavramla ilintili ademsübuthusultahakkukzuhurilimrahmetve nurkavramlarını ele aldığını belirtti.

İmamoğlu, çalışmasının ikinci bölümünde ise Kayserî’nin kendisini özgün kılan yaklaşımını ele aldığını ifade etti. Kayserî’ye göre diğer ilimlerde olduğu gibi tasavvufun da bir konusu, bir mevzusu, ilkeleri ve meseleleri vardır. Dolayısıyla bir ilim olarak tasavvuf, Kayserî’nin ilimler tasnifinde yer alır. Kendisinden önce ve sonra yapılan birçok tasnife bakıldığında tasavvuf ya dinî ilimler arasında sayılır ya da hiç sayılmaz. Kayserî’ye göre, “samimi bir niyetle eğer tasavvuf okunursa aklın bunları kabul etme istidadı vardır. Eğer niyet samimi olursa o zaman Allah kalbi nurlandırarak o ilmin kendi kendine ortaya çıkmasını ve bunu tahkiki olarak elde edilmesini sağlayabilir. Yani bu tamamıyla insanın gerçekte iyi bir niyete sahip olmasına bağlıdır.” İmamoğlu’na göre, Kayserî’nin tasavvufu aklî ilimler arasına koymasının temel sebebi de budur. Burada değinilen diğer bir husus, tasavvufun aynı konuyla ilgilenen felsefeden ve kelâmdan farkının “seyr-i süluk” olmasıdır.

Tezin “Logos Doktrini Çerçevesinde Dâvûd Kayserî’de İnsan” başlıklı üçüncü ve son bölümünde de İmamoğlu, Kayserî’den önce “kelime doktrini”nin ne durumda olduğu ve Kayserî ile Ekberiye ekolünün bu doktrine ne kattığı sorularının cevabını vermeye çalıştığını ifade etti. Kayserî’den ve muhakkik sufilerden önce gerek Yunan felsefe düşüncesinde gerek Hristiyanlarda ve Yahudilerde “kelime” tek bir şeydir. Kayserî, “nefes-i rahmani”den yola çıkarak “âlemdeki bütün mevcutlar ilahî birer kelimedir” der. Çünkü Allah “kün” emrini vererek mevcudu yaratırken kendisinden bir nefes zuhur eder. Bu nefesin sonucunda insan meydana geldiğine göre, insanlar aslında O’nun dışında, O’ndan başka bir şey değil tamamen O’na ait, O’ndan ortaya çıkan ilahî birer kelimedir. İnsan ilahî birer kelime olduğuna göre Allah ile özel bir bağlantısı vardır. Bu özel bağlantı, kişi ile Allah arasında özel bir ilişkinin kurulmasına vesile olur. Buna çeşitli örnekler getiren Kayserî, Hz. Peygamber’in kudsî hadislerini bu alana dâhil eder. Yine kişinin öyle özel bir vakti olabilir ki ne bir nebi ne bir melek bu ana ortak olamaz. Bu anı Tanrı ile insan arasında son derece mahrem bir alan olarak kabul eden Kayserî, buna “vech-i hass” der. Buradan hareketle onun ulaştığı nokta, ilahî bilgi insana vech-i has ve silsile yoluyla olmak üzere iki şekilde verilir. Bu silsilenin en başında Hz. Muhammed vardır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in hakikati diğerlerinin hakikatlerinin tamamını kaplar. O’na “el-kelime” der.

İmamoğlu, nübüvvet ve velayetle ilgili genel tartışmalardan bahisle Kayserî’nin şu sözlerini aktardı: “Velayet nübüvvetten üstündür ama bir velinin peygamberin nebiliğinden üstün olduğu anlamında değildir. Bir peygamberin hem nebilik hem velilik yönü vardır. Peygamberin velilik yönü Allah’a daha yakın olması nedeniyle kendi içinde daha üstündür. Ama herhangi bir veli peygamberden elbette üstün olamaz.” Hatm-i velaye meselesine değinen İmamoğlu, Ekberi sufilere göre “velayet-i hatemi”nin (Hz. Peygamberin velilik yönünü) en güzel şekilde son veli İbnu’l-Arabî’de izhar ettiğini nakletti.

Son olarak Kayserî’nin telif eserlerinin, şerhlerinin ve istinsah ettiği kitapların isimlerini vererek onları kısaca tanıtan İmamoğlu’nun bu istifadeli sunumu soru cevap faslının ardından nihayete erdi.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir