Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında

Paylaş:

Tezgâhtakiler dizisinin Aralık ayındaki ikinci toplantısında Nazife Şişman son kitabı Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında üzerinden bir konuşma yaptı. Sunumuna Foucault’nun bir değerlendirmesi ile başlayan Şişman, onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda bedene ilişkin iki düzenleyici teknolojinin varlığından söz etti: Bunların ilki, devletin hastane, hapishane ve işyerleri gibi ortamlarda nüfusu gözetlemeye başlamasıdır. Modern dönemde yükselen ulus-devletin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde bedenin sosyalleştirilip bir gözetleme nesnesi haline gelmiştir. İkinci teknoloji ise biyo-iktidar kavramıyla ilişkilidir. Bu iktidarın, genel hatlarıyla doğum ve doğurganlık oranlarının, üreme ve yaşamanın devletin kontrolüne geçmesi şeklinde tanımlandığını ve beden üzerinde bir tahakküm gerçekleştirmekle alakalı olduğunu söyleyen Şişman’a göre hapishane, hastane ve işyerlerinde gelişen bu disiplin ve kontrolün arka planını hazırlayan bir bilgi ağı mevcuttur. Buna göre, biyo-iktidarın gelişmesi ile bu bilgiyi üreten disiplinlerin ortaya çıkış süreçleri birbirine paralel olarak gerçekleşmiş ve ulus-devlet de giderek bedenleri kontrol eden bir sisteme dönüşmüştü. Fakat bugün artık yönetimin küresel düzeye yükselmesi nedeniyle ulus-devletlerin bu tahakküm edici gücünün sorgulandığını hatırlatan Şişman’a göre bilginin üretimi, teknolojik buluşlar ve kapitalizm arasındaki bağlantı sayesinde hücrelerin insan bedeni üzerinden finansal dolaşımı ve organ ticareti küresel düzeyde söz konusu olmaktadır.

Şişman’a göre, Dünya Sağlık Örgütü gibi büyük organizasyonlar birtakım standartlar getirmekte ve bir sağlık tanımı yapmaktadır. Medyatik birtakım söylencelerle oluşturulan pazarlar, uluslararası tıp endüstrisi ile beraber bazı hastalıklar icat etmektedir. Kimilerinin makineye bağlı ve uzatmalı bir ömür yaşarken, kimilerinin basit ve tedavisi mevcut hastalıklardan veya besin yetersizliğinden ölmekte olduğu bir dünyada, sağlık endüstrisinin ve gelişen yeni teknolojilerin insan oluş tanımımızı nasıl etkilediği sorusunu gündeme getiren Şişman, biyo-teknolojiye bir şekilde muhatap olan insanın, hayat ve ölüm tasavvurunda meydana gelen değişiklikler üzerinde düşünmesi gerektiğinin altını çizdi.

Şişman, ölümün teknoloji ve tedavinin başarısızlığıyla gelen, istenmeyen bir sonuç olarak algılandığını, doğum ve ölümün bütünüyle tıp kontrolünde tutulduğu tıbbileştirilmiş bir hayatın yaşanıldığını belirtti. Popüler kültürde fetiş haline gelen sağlık yaklaşımıyla birlikte sağlık, hayata anlamını veren şey olarak görülmekte ve “daha sağlıklı olma” çabası “daha iyi insan olma” çabasının önüne geçmektedir. Tarih boyunca her zaman bir ölümsüzlük arayışı içinde olan insanın bugün ölümü “bir gün çaresi bulunacak bir hastalık” olarak algılaması artık farklı boyuttaki bir ölümsüzlük talebini doğurmaktadır.

Sağlıkla ilgili herhangi bir uygulamaya yöneltilen eleştirilerin genellikle duygusal açıdan ele alındığına değinen Şişman, başka herhangi bir alanda “bu teknoloji bizi nereye götürür?” gibi sorular rahatça sorulabilirken, sağlık alanında rutin şekilde uygulanan organ nakline yönelik bir eleştirinin çoğunlukla insanların sağlıklarını önemsememek şeklinde anlaşıldığını ifade etti. Günümüzde bilim ve teknolojinin ortaya çıkarabileceği felaketlerin eleştirisi, nükleer enerji ve biyo-teknoloji üzerinden dile getirilmektedir. Şişman, bu konuda iki hâkim yaklaşımdan söz edilebileceğini söyledi: Bilimin geldiği de factoteknolojik seviyeye tabi olmaktan başka çare olmadığı iddiasını barındıran birinci yaklaşım, bilimin, amacını kendi kendine tayin edebileceğini varsaymaktadır. İkinci yaklaşım ise, bilimin ve bilimin ürettiği teknolojinin amacını teoloji, felsefe ya da siyasetin tayin edebileceğini savunmaktadır. Bu doğrultuda Fukuyama, biyo-teknoloji ile ne yaptığımızın teknokratik olarak belirlenmesinin mümkün olmadığını, bunun siyasî bir mesele olduğunu vurgulamaktadır. Meseleyi ahlâkî açıdan ele almanın önemine dikkat çeken Şişman, de factodurumlara teslim olmayan yeni bir anlayışın geliştirilmesi gerektiğini, bilim ve teknolojinin geldiği son noktanın tartışılmaz olmadığını belirtti.

Bu noktada, mutedil bir dili imkânsız kılan birtakım karşı-ütopyaların (dystopia) devreye girdiğini ve bunların meseleyi eleştirmekten ziyade âdeta “gelecekte olacak olan budur” dediğini ifade eden Şişman, cyborgların ve hybridlerin determinist bir tavrı beslediğini; bilimkurgu ile bilimsel tahayyül arasındaki ilişkinin bu gözle de değerlendirilebileceğini belirtti. Aydınlanmanın kartezyen mantığı, Şişman’a göre, bugünkü ırk ve cinsiyet ayrımlarının da temelindeki mantıktır. Bu cinsiyet ayrımcılığını aşmak için insanın iki cinsle bedenlenmesini aşacak bir yol bulmak gerekiyordu. Donna J. Haraway’in cyborgontolojisi (1985) böyle bir aşmayı sağlayabilecek bir metafordu.

Kültür ve doğadan uzak, bir sınırı ve tanımı olmadığı halde bir varlığa sahip olan cyborg, Haraway’e göre, cinsiyet ve ırk gibi ayrımların bedenlere işlendiği bu kurgudan kurtulmanın bir yolu ve kartezyen mantığın sınırlarını aşmanın bir metaforudur. İnsanlar ve insan-olmayanlar arasında yeni bir dünya kurulabileceği yönünde ütopik bir yaklaşımı savunan Haraway, her ne olursa olsun bu ihtimali kartezyen düşüncenin ortaya koyduğu ikili karşıtlıklara tercih etmektedir. Şişman’a göre, Haraway’in, bedenin sınırlılıklarını aşmak için dijital ve medikal teknolojilerden azami derecede istifade etmenin korkutucu bir gelecek tahayyülü olmadığı görüşünün ardında, aslında insanın varoluşsal bir özünün bulunmadığı fikri yer alır.

Son dört yüzyılın Batı düşüncesine bakıldığında, “insan” tanımında çok ciddi bir değişim ve dönüşümün yaşandığına dikkat çeken Şişman, günümüzde bu kavram ile artık hayvanlar âleminin en üst üyesi olan alelâde bir türün kastedildiğini ve böyle bir tanımın, kültürümüzdeki “insan-ı kâmil” kavramından çok uzakta yer aldığını ifade etti. Beden üzerine yoğunlaşmaktan ziyade, bedeni terbiye ederek ruhu güçlendirmek şeklinde anlaşılan ve insanın bedensel sınırlılıklarını aşması anlamına gelen “insan-ı kâmil” kavramının bugün neredeyse unutulduğundan söz eden Şişman’a göre çağdaş felsefî yaklaşım, insanın kendini aşması şeklindeki kadim arzuyu tamamen bedene yoğunlaştırmaktadır.

Irkçılığa ve cinsiyetçi uygulamalara izin veren kartezyen mantığın insanı tanımlayan niteliğini bugün artık yitirdiğini söyleyen Şişman, Descartes’ın “düşünüyorum, o halde varım” ifadesiyle zihin üzerinden yaptığı insan olmavar olmagibi tanımlamaların günümüzde sorgulanabilir hale geldiğini belirtti. Şişman ayrıca, yapay zeka ya da Habermas’ın vurguladığı gibi biyo-genetik benzeri çalışmalar nedeniyle insanın başkalarının müdahalesine açık kılınmasının doğuracağı özgürlük probleminin de altını çizdi.

Teknolojinin her geçen gün insanı insan-ötesi-beden haline getirdiğini, insanlar ile insanlar ve hayvanlar arasında gerçekleşebilen doku ve organ alışverişinin sonucunda insan olan ile olmayanın ayrıldığı noktanın önemini zikreden Şişman, gerçek insanın özünün ne olduğuna yönelik kadim soruların ise cevapsız kaldığını belirtti. Konuşmasının sonunda biyo-teknolojideki gelişmelerin, insanlık anlayışını nasıl etkileyeceğini soran ve insanın insan-ötesi bir varlığa dönüşme ihtimalini gündeme getiren Şişman, insanın ruha sahip bir varlık olduğu fikrinden hareket eden Müslümanların bu tartışmalara ne şekilde dâhil olabileceğini düşünmek gerektiğini hatırlattı. Endüstri sonrası toplumda bireylerin kimliklerini ve doğalarını bilimin sunduğu imkânlarla yeniden belirleme ve tanımlama özgürlüğünü kazandıklarını söyleyen Şişman, bu özgürlüğün ahlâkî çerçevesini geliştirmenin yollarının araştırılması gerektiğini belirterek konuşmasını sonlandırdı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir