Avrupa’da Yerelleşen İslâm: Almanya ve Hollanda’daki Türk Müslüman Cemaatleri
“Kitap-Makale Sunumları” programında Mississippi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ahmet Yükleyen ile Localizing Islam in Europe: Turkish Islamic Communities in Germany and the Netherlands (Syracuse University Press, 2012) isimli kitabını tartıştık. Yükleyen, Avrupa’da İslâm ve Müslümanların konumu, Avrupalıların İslâm’a ve Müslüman cemaatlere bakışı, Müslümanların çevre ve devlet ile olan ilişkileri gibi konuları sosyolojik olarak nasıl ele aldığını ve ne gibi sonuçlara ulaştığını Almanya ve Hollanda örnekleri üzerinden anlattı. “Avrupa’da İslâm’ın anlaşılmasında ve yorumlanmasında bir dinî otorite olarak cemaatlerin rolü nedir?” sorusuna odaklanan yazarın temel argümanı ise şu: Farklı hizmet alanlarında uzmanlaşan cemaatlerin bir taraftan birbirleriyle rekabet halinde olmaları, diğer taraftan devlet ile Müslümanlar arasında aracı rolü üstlenmeleri, bu dinî otoriteleri ve onların yorumlarını yerelleştiriyor.
İslâm ile Batı/Avrupa/modernite ilişkisi üzerinden yapılagelen tartışmayı “özcülük vs. bağlamcılık” kavramsal çerçevesi üzerinden açıklayıp konunun sosyoloji ve antropolojideki tartışma alanlarına değinmesinin ardından Yükleyen, Müslüman göçmenlerin Avrupa serüveninin İkinci Dünya Savaşı ile başlatıldığını ve “Avrupa ve İslâm” dendiğinde “Müslüman azınlıklar”ın akla geldiğini belirtti. Halbuki Endülüs ve Balkanlar dikkate alındığında İslâm ile Batı’nın karşılaşması çok daha eski ve konuğumuzun deyimiyle “Yerli Müslümanları var Avrupa’nın”. Bunun 11 Eylül sonrası yeni paradigmanın bir ürünü olduğunu belirten Yükleyen, sanki İslâm ile Batı birdenbire karşılaşmış gibi bir düşüncenin beraberinde getirdiği problemlere de dikkat çekti.
Konu böyle ele alındığında karşımıza belirli bir ekonomik çevreden gelen, çoğu okuma-yazma bilmeyen veya çok az bilen, Avrupa’ya geçici olarak getirtilen bir zümre çıkıyor ve İslâm’a bakış doğal olarak böyle bir tablo muvacehesinde oluşuyor. Özellikle Türkler, 1990’lara kadar kendilerini geçici gördüklerinden yatırımlarını Türkiye’ye yapmış ve çevreleriyle münasebet kurmamıştı. Avrupalılar da “nasıl olsa gidecekler” anlayışıyla onların en temel ihtiyaçlarını görmekle yetinmiş, bu yabancı kitleyi görmezden gelmişti. Fakat geçici mescitlerin 1990’lı yıllardan itibaren külliyevari yapılarla yer değiştirmesi, Müslümanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli kuruluşlar kurmasıyla göçmenlerin kalıcı olduğunun farkına varıldı ve ciddi mânâda ilk defa yüzleşildi. Bu yüzleşme ve sosyalleşme daha yeni ve yavaş bir biçimde gerçekleşirken 11 Eylül patlak verdi ve Müslümanlar çevreyi, çevre de Müslümanları çok keskin bir şekilde hissetmeye başladı.
Müslümanların devlet ile olan münasebetlerinin ülkeden ülkeye değiştiğine vurgu yapan Yükleyen’e göre, mesela sömürgecilikten dolayı ilişkileri eskiye dayanan İngiltere gibi ülkelerde Müslümanların devlet ve çevreyle ilişkileri daha rahat iken, Müslümanları 11 Eylül ile birlikte fark edip ciddi bir tehdit olarak algılayan Almanya gibi ülkelerde ise karşılıklı kutuplaşmalar ve cemaatler arasında da farklılıklar sözkonusu. Birbirleriyle rekabet halindeki cemaatler, Müslüman azınlıkların sosyal ve dinî ihtiyaçlarının karşılanması hususunda farklı yöntemler ve yorumlar geliştiriyorlar. Sadece fıkhî konularda değil, devlet ve çevre ile olan ilişkilerinde de farklı yorumlar doğrultusunda birbirlerinden ayrılıyorlar. Bu farklılıklar, devlet ile Müslüman cemaatler arasındaki münasebetleri etkiliyor; bazılarının konumunu rahatlatırken, Milli Görüş gibi tavrı yerel hükümetlerle örtüşmeyen cemaatler ise cezai yaptırımlarla sindirilmeye, hatta Kaplan cemaati örneğinde olduğu gibi yasaklanmaya çalışılıyor.
Yükleyen, konuşmasının son bölümünde Müslümanların değişen ve yerelleşen tutumlarına değindi. Birinci ve ikinci neslin aksine yerelin dilini bazen yerlilerden daha iyi konuşan, kimi lise kimi üniversite mezunu üçüncü ve dördüncü kuşakla birlikte, başlangıçta anavatandan ithal edilip adeta dondurulmuşçasına, bazen de radikalleşerek yaşanan İslâm’ın yerini daha müsamahakâr ve daha yerel bir İslâm anlayışı alıyor. Bu yeni nesil, iki kültür arasında yetişmenin getirmiş olduğu psiko-sosyolojik durumlardan kaynaklanan yeni bir “İslâm-Batı sentezi” oluşturarak yerleşik cemaat anlayışını aşıyor. Yükleyen’in devletçi (Diyanet İşleri, Türk İslâm Birliği), gelenekçi (Süleymanlı Cemaati), siyasal (Milli Görüş), sivil (Gülen Cemaati) ve devrimci (Kaplan Cemaati) İslâm diye tasnif ettiği cemaatlerin, geçmişte yaşadığı sert ayrışmaların genç nesil tarafından devam ettirilmediği, aksine hepsini aşan yeni bir hareket tarzının geliştiği görülüyor.
Sosyal çevrenin ve devletin baskıları, değişen ihtiyaç hiyerarşisi ve çeşitleri gibi başka birçok etken de Avrupa’daki Müslümanların, anavatanlarındaki Müslümanlardan farklı bir İslâm anlayışı geliştirmelerine yol açıyor. Bu yeni sentezin Müslümanları nasıl bir noktaya taşıyacağı tartışılırken diğer taraftan ilginç bir hadise vuku buluyor: Müslüman azınlığın yerelleşmesine karşın Avrupa’da ırkçılığın giderek artması. Bu iki hadise birbirini besliyor; Müslümanlar Avrupalılaştıkça yerli Avrupalılar daha fazla sağa kayıyor ve İslamofobi artıyor.
Müslümanların Avrupa’daki konumlarını özetler mahiyette olan bu çalışma, toplumun nereye doğru gittiğine dair de ilginç tespitlerde bulunuyor. İslâm’ın hâkim kültür olduğu Balkanlar ve Endülüs örneğinden farklı olarak tarihte ilk defa Müslümanlar azınlık olarak Hıristiyan bir toplum içerisinde hayat sürmeye çalışıyorlar. Bu hayat mücadelesi zamanla mezhep ve meşrep farklılıklarını aşıp Müslümanların kendi aralarındaki dayanışma ve hoşgörülerini artırırken, diğer taraftan hâkim kültüre karşı olan tavırları nispetinde de onları ayrıştırıyor. Ortak bir gelecek, geliştirilen farklı yöntemler ve cevaplarla şekillenirken, Avrupa’nın buna karşı takınmış olduğu siyaset tarzı ise hâlâ netleşmiş ve oturmuş değil. Artan ırkçılık ve baskılar gidişatın aslında hiç de iyi olmadığını gösterir nitelikte. Bu gergin ortamın nereye varacağı ise tam bir muamma.