Geç Osmanlı Dünyasında Mimarlık ve Hafıza – Arşiv, Jübile, Âbide
Alev Erkmen, Geç Osmanlı Dünyasında Mimarlık ve Hafıza – Arşiv,Jübile, Âbide (Metis: Akın Nalça Kitapları, 2011) adlı kitabının ardında yatan temel niyetler ve araştırmasının seyrinde kendisine ilginç gelen odak noktaları üzerinde durduğu konuşmasında özetle şu mevzular üzerinde yoğunlaştı:
Kitapta, Geç Osmanlı dünyası Osmanlı modernleşmesinin üç karakteristik devresini tanımlayan Tanzimat, II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet dönemlerine ayrılıyor. Bu üç dönemde devlet söylemine yön veren baskın ideolojik öğe sırasıyla, rasyonelleşmeci bir bürokratikleşme, monarşik bir modernleşme ve devrimci/yenilikçi bir modernleşme olarak belirtiliyor.
Her biri hem bir kavram hem bir yapı türü hem de bir resmi söylemin öğesi olan arşiv, jübileve abideyi temsilen ise Tanzimat döneminin arşivi olan Hazine-i Evrak Binası, II. Abdülhamid saltanatını yüceltmek üzere inşa edilen yüzlerce jübile yapısı ve II. Meşrutiyet yıllarının abidesi olan Abide-i Hürriyet ele alınıyor. İlk Osmanlı arşivinin kuruluş süreci, jübile yapılarının reel-politik maksatları ve ilk ulusal abideyi ortaya çıkaran gerilimli süreçleri içeren bu tarih aralığı, sadece Osmanlı dünyası için değil birçok toplum ve pek çok üretim dalı için büyük değişimlerin yaşandığı ve I. Dünya Savaşı’nı yaratan koşulların üst üste birikmeye başladığı olağanüstü bir dönem.
Arşiv (Hazine-i Evrak binası) – Tanzimat dönemi – rasyonelleşmeci bir bürokratikleşme
Bütünüyle 19. yüzyıl icadı bir kurum olan arşiv, Osmanlı’da Tanzimat’tan kısa bir süre sonra yeni yönetimin rasyonelleşmeci tutunma çabaları içinde yaptığı ilk icraatlardan biri. Avrupa’daki birçok arşiv, başına ulusal, kamusal gibi isimler alarak yurttaşların kullanımına açılmışken, bürokratik düzenin daha sağlıklı ve kolay idame ettirilmesi gayesiyle yapılan ve sadece bürokratların kullanabilmeleri için tasarlanan Hazine-i Evrak binası, Osmanlı’da tamamen bu mekanizmanın bir parçası olarak işliyor. Bina ancak çok uzun yıllar sonra diğer ‘seçilmiş’ kişilerin kullanımına açılıyor ve tarihi barındırmanın yanı sıra tarih yazabilme bu süreçte başlıyor.
Burada korunacak olan belgeler üç tarihsel döneme göre tasnif ediliyor: 1786-1839 arası dönem; 1839 ile arşivin açılışı arasındaki dönem; arşiv kullanıma açıldıktan sonraki dönem. Bu kronolojik düzenleme, Tanzimat’ın geçmişi nasıl tanzim ettiğine dair önemli ipuçları barındırıyor; diğer bir deyişle, Tanzimat yönetimi kendi arşivini tanzim ederken kendisini bir milat olarak kabul ediyor.
Jübile (yüzlerce jübile yapısı) –
II. Abdülhamid dönemi – monarşik modernleşme
Bugün farklı mânâlarda kullanılsa da aslında bir yöneticinin tahta geçme yıldönümü anlamına gelen jübile, kitapta çok sayıdaki büyüklü küçüklü hatıra yapılarınıtemsil ediyor:saat kuleleri, çeşmeler, hükümet konakları… Erkmen, II. Abdülhamiddönemindeki‘imar patlaması’nın cülus yıldönümleri ve kutlamalarla bütünleşmesinden söz ettiği bu bölümde, padişahlığı yüceltmenin bu denli müthiş bir yapı faaliyeti ile birlikte gündeme gelmesini anlamlı buluyor.
Jübilelerin iki başat kamusallaştırma aracından biri olan basın büyük ölçüde sarayın denetiminde. Cülus yıldönümlerinde (basın ve vergi affının da etkisiyle) gazetelerde özel sayılar yayımlanıyor ve marş ilaveleri vs. veriliyor. Diğer kamusallaştırma aracı olan mimarlık ise bu tür meşrulaştırıcı amaçlar için bambaşka bir alan açıyor ve her yeni yapı, propaganda ağını mimari üzerinden yeniden düşünebilmek için bir zemin hazırlıyor.
Erkmen’e göre, bir yandan saltanatın sorgulanmaya başlandığı ama bir yandan da onun yüceltildiği, sultanın rolünün, saltanatının, ‘baba’lığının hatırı sayılır bir şekilde topluma farklı kanallardan empoze edildiği bu ironik dönemi basit bir geçmiş nostaljisi olarak değerlendirmek hayli eksik kalır. Yaklaşan yeni yüzyılın araçlarının da yardımıyla bir propaganda ve meşrulaştırma kampanyasının görüldüğü bu yıllar, aynı zamanda –son imparatorluklar arasındaki diplomatik dengelerin kurulmaya çalışıldığı– çok diplomatik bir dönemdir. Tüm bu inşa faaliyeti, sembolik yapı alışkanlığı bulunmayan bir ülkenin ilk anıt denemeleri olarak okunabilir.
Abide-i Hürriyet – II. Meşrutiyet dönemi – devrimci/yenilikçi bir modernleşme
31 Mart Ayaklanmasındaki askeri kayıpların anısına yapıldığı söylenen ama aslında yeni iktidarı meşrulaştırmak üzerine dikilen Abide-i Hürriyet aynı zamanda devrin idealist romantizminin de bir yansıması. Daha birinci yılında II. Meşrutiyet’in görsel ikonografisinin arasında yerini alan abide, birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı bir toplumu bir arada tutacak bir ulusalcılık inşa etmek zorunda olan yeni yönetimin kendini ölümsüzleştirme araçlarından biri ve aynı zamanda hem bir anıt hem bir mezar hem de bir namazgâh işleviyle farklı kesimler arasında uzlaşı sağlayan ve hepsi arasında bir denge kuran başarılı bir proje.
Erkmen, Meşrutiyet yönetiminin, daha önce tepki gösterdiği II. Abdülhamid dönemi cülus yıldönümlerine benzer kutlamalar düzenlemesini düşündürücü buluyor. Yazara göre Abide-i Hürriyet aslında iki kez inşa edildi; ikincisi Osmanlı dünyasının simgesi olarak gazetelerin sayfalarında ve paralarda, madalyalarda vb. hemen her alanda görebileceğimiz Abide-i Hürriyet’ti.
İnşası uzun süren ve ancak 1911’de, diğer bir deyişle Meşrutiyet’in itibarının içeride ve dışarıda azalmaya başladığı bir dönemde tamamlanabilen abide yazık ki mimarların yapılarla ilgili paylaştığı acı kadere yenik düşüyor. Onun ölümsüzleştirmeye çalıştığı süreçle kurulan tarihsel bağımız öyle bir noktada dağılıyor ki abideyle kurduğumuz reel ilişki kopuyor ve o artık sadece tarihsel bir nokta olarak kalıyor.
Şüphesiz Erkmen’in bu çalışmasıyla tartışmaya açtığı önemli meselelerden biri mimarlık ile hafıza arasında kurduğu bağ. Yazar tüm bu yapıların hafızayla ilişkisini, her birinin söz konusu dönemin geçmişle ilişkilendirilmesi bakımından oynadığı rol üzerinden kuruyor; bu minvalde, bilinen dünyanın ayakların altından çekildiği Geç Osmanlı’da onu yeniden tanıdık hale getirebilmenin ve kimi zaman da onun üzerine yeni bir dünya inşa etmenin yollarından birinin hafıza ve geçmişle ilişkilenmekten geçtiğini bir kere daha teyit ediyor.
Erkmen’e göre, her yapı türünde, her tarihsel anda ve her toplumsal grup için yeniden tanımlanabilecek bir ilişki bu. Hafızanın bu kadar önem kazanması, mikro tarihçiliğin büyük fotoğrafların gerçek hikâyelerine ulaşmanın bir aracı olarak görülmesi ile açıklanabilir; çünkü geçmiş aslında bugünün kurgusudur ve hafızanın temel işlevi de aslında değişime anlam vermektir.