Suriye Krizi ve Koruma Sorumluluğu (Syrian Crisis and the Responsibility to Protect)

Paylaş:

“Ortadoğu Konuşmaları” toplantı dizisinin sekizincisine Slovenya Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Hukuk Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Vasilka Sancin konuk oldu. Sancin sunumunda “koruma yükümlülüğü (responsibility to protect)” kavramı ile beraber Suriye Krizini değerlendirdi.

Sancin, günümüzde devletlerin egemenlik haklarının, vatandaşlarına karşı belirli sorumluluk ilkeleri ile beraber yeniden tanımlanmaya başlandığının altını çizdi. “İnsan hakları” ile “koruma yükümlülüğü” kavramlarının gelişiminin paralellikler içerdiğini de ifade eden Sancin, kavramın daha çok insani müdahale ve devletlerin egemenlik hakları ile beraber anlaşılması gerektiğini dile getirdi. 1990’lı yıllarda Ruanda, Srebrenitsa ve Kosova örnekleri insani müdahale ve bunun uluslararası hukuki sonuçları konusunda yeni perspektiflere ihtiyaç duyulduğunu gösterdi. Buradaki temel mesele, bir başka devletin egemenliği altındaki topraklar içinde şiddete maruz kalan insanların nasıl ve hangi yollarla korunacağıdır. Kanada hükümeti ve BM’nin desteği ile devlet egemenliği ve müdahalekavramlarını ele almak üzere 2001’de oluşturulan geçici bir komisyonun (ICISS) hazırladığı raporda ilk defa “koruma yükümlülüğü” kavramı dile getirildi ve 2005’te herhangi bir devletin itirazı olmaksızın kavram kabul edildi.

“Koruma yükümlülüğü” kavramı dört kitlesel mezalim ile birlikte eşit önemdeki üç yükümlülük ve birbiri ardına gelen üç temel ayağa dayanmaktadır:

Dört kitlesel mezalim olarak sıralanan soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı işlenen suçların bir kısmı daha önce imzalanan uluslararası belgelerde tanımlanmış olsa da “koruma yükümlülüğü” kavramı ile önemli yenilikler ortaya çıktı. Mesela en temel konulardan biri bu dört mezalim esnasında kimin korunacağı ile ilgilidir. Mezalim altında yaşayan bütün insanların yanı sıra komşu devletlerin sınır bölgelerine sığınan mülteciler de devletlerin koruma yükümlülüğü kapsamına sokulmuştur. Böylece sadece sorunu olan devletin değil, diğer devletlerin de üzerindeki yükün paylaşılması esas alınmıştır. Diğer önemli bir nokta da bahse konu olan korumanın ne zaman başlayacağıdır. Yeni tanıma göre dört mezalim ile ilgili en ufak bir işaret ortaya çıktığında “koruma yükümlülüğü” devreye girer. Bu kavramı “sivillerin korunması”ndan ayıran en temel özellik ise onun barış dönemlerinde de uygulanabilir olmasıdır; yani mezalim ortaya çıkmadan müdahale etmek önemli yeniliklerden biridir.

Eşit önemdeki üç yükümlülük ise “mani olma”, “tepki verme” ve “yeniden inşa etme”dir. Sancin’e göre koruma yükümlülüğü kavramı ile asıl vurgulanan, zannedildiği gibi sadece somut bir müdahale değil, müdahaleden önce sorunu çözebilecek eylemleri gündeme getirmektir; yani birinci amaç engellemektir. Müdahale sözkonusu olduğu hallerde bile yükümlülükler sona ermemekte, sorunun yaşandığı bölgenin yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.

Kavramın üç temel ayağına gelince, herhangi bir mezalim karşısında ilk yükümlülük devletlere düşer ve asıl muharrik güç devletlerdir. İkinci olarak uluslararası toplumun yardımı gelir. Gerek uluslararası organizasyonlar gerekse devletlerin organize ettiği yardım kampanyaları ile mezalime karşı mücadele unsurları belirlenir. Eğer devletler mezalim karşısında sessiz kalır ve gerekli önlemleri almazsa üçüncü ayak olarak uluslararası toplumun barışçı veya zorlayıcı önlemleri devreye girer.

Koruma yükümlülüğü kavramını bu şekilde tanımlayan Sancin, Suriye Krizinde bu kavramın nasıl bir rol oynadığını tartıştı. Libya Krizini koruma yükümlülüğünün ilk defa BM tarafından onaylanarak uygulandığı bir örnek olarak açıklayan Sancin, bu krizde yazılı olarak ifade edilen amacın hayatı tehdit altında olan sivilleri ve sivillerin yaşadığı bölgeleri kurtarmak olduğunu dile getirdi. Suriye’de ise durum Libya’dan oldukça farklı bir yönde gelişti ve aktörlerin siyasi önceliği mevcut ihlallere karşı eyleme geçmelerine engel oldu. Kavrama eleştirel yaklaşanlar Suriye Krizi sürecinde kavramın içinin ne kadar da boş olduğunun ortaya çıktığını dile getirseler de aslında sorunun çözümüne yönelik “koruma yükümlülüğü” çerçevesinde adımlar atıldı. BM Genel Kurulu’nda Suriye’yi kınayan 22 Kasım 2011 tarihli önerge, 122 devletin lehte, 13’ünün aleyhte, 41’inin de çekimser oyuyla kabul edildi. Daha sonra bölgesel organizasyonlar devreye sokuldu. Netice alınamayınca diğer bir kınama önergesi BM Güvenlik Konseyi’ne getirilse de Rusya ve Çin vetosuna takıldı.

Suriye Krizi için BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın 16 Mart’ta Güvenlik Konseyi’ne sunduğu altı maddelik çözüm önerisi desteklendi ve nisan ayında otuz silahsız askerî gözlemci Suriye’ye gönderildi. Ancak bir sonuç alınamadı ve ağustos ayında Lakhdar Brahimi, Annan’ın yerine getirildi. Bölgesel bir organizasyon olan Arap Birliği’nin yanı sıra Türkiye, ABD ile beraber Brezilya gibi ülkeler de sorunun çözümü için çaba harcadı; ancak Rusya ve Çin’in vetosu aşılamadı. Kısaca “koruma yükümlülüğü” kavramının içeriği ve uygulanması konusunda aslında bir sorun olmadı. Diğer taraftan Suriye Krizinde mevcut durumun mu, yoksa müdahale edildikten sonra ortaya çıkacak yeni durumun mu daha kötü olacağı tam anlamıyla kestirilemiyor. Herhangi bir dış müdahale, sorunu daha da içinden çıkılamaz bir hale getirebilir ki bu da “koruma yükümlülüğü” kavramı ile ulaşılmak istenen amaçların dışındadır.

Sonuç olarak “koruma yükümlülüğü” kavramı Suriye Krizi sürecinde yerli yerinde duruyor. Ancak sorunun siyasi boyutu ile insani boyutu birbiriyle çakışıyor. Bu sebeple Vasilka Sancin’e göre Suriye Krizi kısa vadede çözülecek bir kriz gibi görünmüyor. Rusya ve Çin’in vetosu bir yana, Suriye içindeki durumun siyasi ve insani boyutu da tam anlamıyla değerlendirilebilmiş değil. Her şeye rağmen krize karşı “koruma yükümlülüğü” kavramının temel üç ayağından son ikisini oluşturan uluslararası toplumun oynayacağı rol önemli.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir