Yerelliğin Keşfi: Geç Osmanlı Döneminden Günümüze Sanat ve Mimaride Geleneğe Dönüşler

Paylaş:

Görsel kültüre bir bakış çerçevesinde yerellik, gelenek, otantiklik gibi kavramların tartışmaya açıldığı sunumuyla Ahmet Ersoy, SanatHafıza serisinin yedinci konuğu oldu. Konuşmasında, görsel malzemeden yararlanarak yaşadığımız zamanın gelenek tahayyülü ve otantiklik arayışına ışık tutan Ersoy, kavramsal sorgulamalar üzerinden Türkiye’deki görsel kültürün toplumsal yönüne ilişkin düşüncelerini dinleyicilerle paylaştı.

Ersoy sunumuna başlarken sağlam bir zemin sağlamak adına gelenek kavramının değişmeyen, sabit olarak tanımlanan bir alandan ziyade müphem, çoğul, hatta yapay ve kurgusal olarak ortaya konulan bir ifade olduğu kabulünü ortaya koydu. Geleneğin yapay yönüne dikkat çekmeyi amaçlayan Ersoy, yeni saiklerle sürekli olarak yeniden hayata geçirilen ve kurgulanan bir mit veya kısaca “gerçekleştirilen hayal” olarak ele aldığı geleneğin, her dönemde tarihselleştirilebilir bir unsur olması gerektiğini ileri sürerek bir anlamda geleneğin soyut bir tahayyül alanı sunduğunu gözardı etmeyi tercih etti. T. S. Elliot’a referansla geleneğin “devralınamayacağına” ancak yoğun bir çaba sonrasında “edinilebileceğine” yani “inşa edilebileceğine” değinen Ersoy, muhafazakâr bir düşünür olarak Elliot’un ortaya koyduğu gelenek fikrine, eleştirel bir bakış sunacağının işaretini verdi. Ayrıca toplumsal anlamda Türkiye’de de ciddi bir yer tutan “geleneği ihya” veya “geleneğe geri dönüş” meselesindeki “değişmeyen öz” tahayyülüne eğilerek tüm bu ifadelerin görsel yansımalarına bakacağını belirtti.

On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan yoğun kültürel karşılaşmaların sonuçları bağlamında Tanzimat sonrası Osmanlı dönemine bakacağını ifade eden Ersoy, küresel siyasi koşullar sebebiyle bu dönemde Osmanlı coğrafyasının, eşitsiz güç ilişkileri içinde şekillenen ve yoğun çatışmalar barındıran ama aynı zamanda yoğun kültürel geçişkenliklerin de yer aldığı bir “temas alanı” olduğunu ifade etti. Bu dönemde inşa edilen ve son zamanlarda da gündeme geldiğinde tartışmalara sebep olan Topçular Kışlası üzerinden konuşmasını sürdüren Ersoy, daha önceden pek bilinmeyen bir yapı olan Kışla’nın son tartışmalarla birlikte ikonik değeri olan bir nesneye dönüştüğünü söyledi. Bu süreci “her tarih güncel tarihtir” sözüyle açıklayan Ersoy’a göre tarihe dair her uğraş da günümüze dair bir uğraştır.

III. Selim zamanında yapılan Kışla, II. Mahmut dönemindeki revizyondan sonra oryantalist bir tarza sahip olmuş; döneminin yoğun şark ögeleri barındıran haline ise 1860’ların başında Abdülaziz zamanında gelmiştir. Ancak günümüzde, binanın iç dizaynının aslında nasıl olduğuna ilişkin herhangi bir belge yahut görüş bulunmamaktadır. Binanın dış görünüşünü sunumunun konusu yapan Ersoy, Kışla’nın oryantal ve Osmanlı’ya ait sembollerle gelenekselliğe yaptığı vurguyu açıkladı ve bunun temelindeki motivasyonun da muhafazakâr bir bakış açısından tarihsel bir kaza sonucunda kendisinden tamamen kopulan geleneğe bir dönüş imkânı olabileceğini belirtti. Bu durumun bir yandan da günümüzdeki gelenek ve yerellik anlayışına dair çok önemli ipuçları barındırdığını vurgulayan Ersoy, bu kurgular üzerinden aslında küresel tüketim kültürü dinamiklerinin işlevselliğine dikkat çekti.

Topçular Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi fikri 2010 tarihinde İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen “Hayalet Yapılar” isimli sergiden sonra ortaya çıkmıştır. Bu sergide eleştirel bir bakış açısıyla Kışla’nın eskiden bulunduğu yere bir şekilde konulduğunda insanların onunla ne şekilde ilişki kurabileceklerine ilişkin bir görselin yer aldığını belirten Ersoy, yapının yeniden inşasının gündeme gelmesinin, Türkiye’de geleneğe ve otantikliğe bakışın toplumsal yönüne işaret ettiği tespitini yaptı.

Binanın mimari üslubuna dair çözümlemeler yapan Ersoy, yapıda el-Hamra Camii’nden unsurlarla birlikte yoğun Osmanlı mimari el-Hamra Camiilerinin, oryantalist bir vurguyla kullanıldığını vurguladı. Yapıda kullanılan mimari unsurlar, Batılı oryantalistlerle birlikte keşfedilen bir Osmanlı geçmişinin Osmanlılarca “gelenekselleştirilerek” uygulanmasından ibarettir. Böylesi çok katmanlı ve imparatorluğun farklı köşelerinden çeşitli ögeleri bir araya getiren bir yaklaşımın Osmanlı mimarisinde öncülü bulunmamaktadır. Bu tarzın Avrupalı kökenlerine ve Osmanlı’da ortaya çıkışındaki Avrupa etkisine işaret eden Ersoy, Osmanlı’nın bunu Avrupa’dan esinlenerek taklit ettiği görüşüne karşı çıktı. Bu kullanımın yerel gündemlere ve Osmanlı coğrafyasındaki düşünce iklimine nasıl eklemlendiğini anlamanın gerekli olduğunu dile getiren Ersoy, geleneği temsil ettiği iddiasında olan bu üslubun tarihsel devamlılığa tabi olmayan yeni bir üslup olduğunun üzerinde durdu. Bununla birlikte Kışla’nın bağlı olduğu geleneğin aslında on sekizinci yüzyıldan başlayıp Tanzimat devri gören alafranga meşrep bir sürekliliği de olduğunu sözlerine ekleyen Ersoy, birçok mimarlık tarihçisinin “yabancı ve yozlaşmış” olarak gördüğü bu dilin aslında oldukça yerel bir devamlılığın ürünü olduğunu ifade etti. Batı’nın, Osmanlı’ya edilgenlik rolünü biçmesi yoluyla bu tarz bir mimari dilin milliyetçi gündem ve bu paradigmayı benimseyenlerce anlatıya dönüştürülme şeklini eleştiren Ersoy, son dönemde yapılan çalışmaların bu anlatıyı son yüzyıldaki kimlik algılarının ve tarihi senaryoların ötesine taşıdığını vurguladı. Bu bağlamda on sekizinci yüzyıldaki bu değişimin kökleri on altıncı yüzyılda ortaya çıkan birtakım etkenlerle açıklanabilmektedir. On sekizinci yüzyılda reaya ile yönetici elit arasındaki katı hiyerarşinin parçalanması ve toplumun sosyal ve kültürel anlamda daha farklı bir dinamizme bürünmesi sözkonusudur. Bu ortamda ortaya çıkan aktörlerle birlikte, yeni bir hami ve bani sınıfı da oluşmuş ve yeni ortaya çıkan bu kesimin zihninde yenilik fikri “kuralları yıkma ve farklılaşma”ya dönüşmüştür.

Osmanlı’nın klasik döneminde oturmuş normları ve pratikleri olan mimari bir evrenden bahsedilebileceğini, on sekizinci yüzyılla birlikte bu normların sonuna gelindiğini ifade eden Ersoy, bunun yerine egzotizm unsurlarının ortaya çıktığını ifade etti. Bu açıdan Osmanlı’nın yeni bir tarz arama adına sadece Batı’ya yöneldiği tezi doğru olmadığı gibi İran kültürünün de etkisinin anlaşılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında benzer tarzda arayışların Avrupa’da da ortaya çıktığını belirten Ersoy, Osmanlı’da ortaya çıkan bu eğilimin düşünsel temelden yoksunluğunun temelsiz bir edilgenlik anlatısı olduğunu vurguladı.

Konuşmasının son kısmında Ersoy modern tarih tahayyülüne ilişkin bazı açıklamalar yaptı. Sadece yazılı tarihten bahsetmediğini belirten Ersoy, geçmişle ilişkinin çeşitli alanlar üzerinden kurulabileceğini dile getirdi. Örneğin; müzeler, kıyafet albümleri, askeri eşyaların sergilendiği salonlar ve restorasyon pratikleri geçmişle ilişki kurma konusunda oldukça önemlidir. On dokuzuncu yüzyılda modernleşen bütün toplumlar gibi Osmanlılar da modernleşmenin getirdiği sarsıcı dönüşümler ve travmatik kırılmaların akabinde tarihe oldukça yoğun ve acil bir şekilde ihtiyaç duymuştur. Modernleşmeyle birlikte geçmişle bugün arasındaki ciddi zamansal yırtılmaya işaret eden Ersoy, kaybedilen geçmişe modern temsil imkânlarıyla ulaşmaya çalışma çabasının önemli bir nokta olduğunu vurguladı.

Ersoy, sunumunu, söylediklerini güçlü bir biçimde destekleyen ve müze salonlarından kıyafet albümlerine eski fotoğraflardan mimari çizimlere uzanan zengin bir görsel içerikle sonlandırdı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir