Dinî Hükmün Belirlenmesinde Fakih-Hekim Dayanışması: Kahve Örneği

Paylaş:

Türkiye Araştırmaları Merkezi, Tarih Okumaları başlıklı toplantılar serisinin 2013-2014 dönemini Osmanlı ulemasının yazdığı risalelere ayırdı. Dinî gerekçeler ve ihtiyaçlara binaen ortaya çıkan risaleler, tarihî bağlamla irtibatları kurularak ya da tarihî meseleleri İslâmî ilimler bağlamına oturtarak tartışmanın gereği üzerine yazılmıştır. Bu metinlerin anlaşılabilmesi ise daha sağlıklı bir tarihçiliğe zemin hazırlar. Bu niyetle düzenlenen serinin ilk konuğu Şükrü Özen ile “Sağlık Konularında Dinî Hükmün Belirlenmesinde Fakih-Tabip Dayanışması: Kahve Örneği” başlıklı makalesi üzerinden kahve risaleleri üzerine konuşuldu.

Öncelikle, genel anlamda risale türü eserlere bakıldığında Özen’in ifadesiyle, risaleler belli bir konuyu ele alıp tartışan kısa eserlerdir. Risalenin en eski tanımını Seyyid Şerif Cürcanî et-Ta‘rîfât’ta yapmaktadır. Risale, tek türden az meseleyi içeren mecelledir. Mecelle, içinde hikmetler bulunan ya da hüküm bulunan sahifedir. Daha sonra Kâtib Çelebi’nin Keşfü’z-zünûn’unda da tanımlanan risaleler ilk olarak herhangi bir spesifik konuda detaylı bir inceleme yapmak için yazılmaya başlanır. Bazı konularda aydınlanmak isteyen padişah ve vezirler de sipariş üzere risaleler yazdırmışlardır. Hukuki meseleler de diğer bir risale yazım nedenidir; bir olay var ve henüz hüküm verilmemiş. Verilecek hüküm caiz mi, değil mi risalede ele alınır. Ayrıca, hukuki bir belgenin tenkidi, ilmî bir tartışma sonrasında tarafların kendilerini derli toplu ifade etme isteği üzerine yazılan risalelerin yanı sıra kadılık, müderrislik gibi bir pozisyona müracaat edildiğinde adaylar arasında tercih için bir imtihan şeklinde yazılan ya da yazdırılan risaleler, medrese öğrencilerine bir tez mahiyetinde, mülazemet sırasında yazdırılan risaleler ve kahve örneği gibi, güncel bir konuyu açıklığa kavuşturmak üzere yazılan risaleler mevcuttur.

Peki, neden kahve? Konuyu fıkıh usulü terminolojisi ile açıklayan Özen’e göre, öncelikle kahve geçmişte bir meselenin nasıl ortaya çıktığı ve ne tür bir tepkiyle karşılaştığının cevabına kolaylıkla ulaşmayı mümkün kılar. Zira ortaya çıkışı, yayılışı bellidir. Bu meseleye dair farklı coğrafyalardaki ulemanın tepkileri takip edilebileceği gibi kahveyle ilgili hadiselerin ortaya çıkışı da yeni bir meseledir. Fer, bu yeni hadiselerin fıkıhtaki karşılığıdır ve fıkıh kitaplarında ümmetin başına gelen; hâdis, yani yeni ortaya çıkan anlamındadır. Konuyu tartışırken yöntemlerin ne olacağı önemlidir. Ancak, ferin tanınması, fukahanın tutumu ve konunun bilgisini nasıl edindiklerini fıkıh kitaplarından sağlıklı bir şekilde edinme imkânına sahip değiliz. İşte risale literatürü özellikle bu noktadaki tıkanıklığın giderilmesi açısından önemlidir: Ne zaman olmuş, niye böyle bir problem çıkmış, kimler bu konuyu problem hâline getirmiş, tarafları kimler, karşıtları kimler? Bunlar risale literatüründen takip edilebilir.

Kahvenin tarihine bakıldığında, Kahve sözlük anlamında ilk kez Fîrûzâbâdî’ninKâmusu’l muhît ’inde (15. yüzyıl) geçer. Bu sözlükteki kahve tanımından hareketle, kahve bitkisinin Yemen’de bilinmediğini ve dolayısıyla kahvenin Yemen’den gelme ihtimalinin düşük olduğunu ileri süren Özen’in belirttiği üzere, kahveyle ilgili fetvalar bu eserin yazıldığı yüz yılın ikinci yarısından itibaren karşımıza çıkmaktadır. Konuya dair kahvenin ilişkili olduğu bütün meseleleri ele alan çok kapsamlı bazı risaleler de mevcuttur. Bu risalelerin en başında Abdülkâdir Cezîrînin Umdetü’l-safve fî hilli’lkahve adlı eseri gelir ki bu eser, kahvenin ortaya çıkışının ve seyrinin takip edilebileceği en kapsamlı eserdir. Eserde yazar kahvenin fıkhi bir problem hâline gelişinden bahseder. Literatürdeki diğer risalelere bakıldığında kahvenin daha geri tarihlere gittiği, Mekke, Medine ve Mısır’da kullanıldığı görülmektedir. İnsanları uyanık tuttuğu, geceleri daha fazla ibadet yapabilmeye imkân tanıdığı gerekçesiyle kahve, tarikatlarca benimsenmiştir. Bu bakımdan da kahvenin tarihinde sufilerin, şeyhlerin ayrı bir yeri vardır. Kahve sufiler aracılığı ile Yemen’e gelir. Yemen’den bu sufi talebeler aracılığıyla Ezher’e taşınır. Ezher’e gelen Hicazlı talebeler de kahveyi kendi memleketlerine götürürler. Bu şekilde bir ağla kahve yayılır: Yemen’den Mısır’a, Mısır’dan Hicaz’a ve biraz daha geç olarak Şam’a.

Farklı kaynaklarda farklı tarihler (genellikle on altıncı yüzyılın ikinci yarısı) verilse de kahvenin İstanbul’a gelişi oldukça geçtir. Kahvenin İstanbul’a geliş öyküsü ise şöyledir: Biri Halepli biri Şamlı iki kahve tüccarı İstanbul’a gelip Tahtakale’de iki kahve dükkânı açarlar. Bu dükkânlar ile kahve İstanbul ve çevresinde yayılmaya başlar. Özen, kahvenin Osmanlı’da da fıkhi bir sorun olarak gündeme gelmesini dönemin şeyhülislamı, Ebussuûd Efendi’ye kahvenin caizliğine ilişkin sorulan soruya bağlamaktadır. Ebussuûd Efendi kahveyi yasaklayan fetvalar verir, kahveyi haram sayar. Çünkü Yemen’de sufilerin, Mısır’da talebelerin içtiği kahveyi İstanbul’da ehl-i işret içmektedir. Burada kahve içim şekli kahve hakkında verilen hükümleri etkilemiştir. Şöyle ki, oluşturulan bir halkada elden ele dolaştırılarak içilen devran tarzında kahve içme, ehl-i işretin, esrarkeşlerin esrar içiş tarzına benzetildiğinden bazı ulema buna tepki göstermiş, kahve içilmesine cevaz vermemiştir. Ebussuûd Efendi kahveye karşı en ciddi reaksiyonu gösterenlerin başında gelir.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir