Ortadoğu’nun Tetiklenen Fay Hattı: Mezhep Gerilimleri

Paylaş:

Ortadoğu’da mezhep gerilimlerinin tırmandığı bir dönemde Küresel Araştırmalar Merkezi’nin İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Burhanettin Duran, İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara ve SED Akademi Eğitim Koordinatörü Ömer Korkmaz’ın katılımıyla düzenlediği panelde bu kritik mesele son derece ufuk açıcı ve doyurucu değerlendirmeler eşliğinde tüm boyutlarıyla ele alındı.

Panelin ilk konuşmacısı Burhanettin Duran, Ortadoğu’daki jeopolitik rekabet ile mezhep siyaseti/gerilimi arasındaki paralellikleri değerlendirdi. Konuşmasında öncelikle Ortadoğu’daki sorunların tarihî kökenlerine vurgu yaptı. Ardından mevcut jeopolitik koşulların şekillenmesinde 11 Eylül saldırılarını bir dönüm noktası ele aldı. Buna göre, el-Kaide ve uluslararası terörizmle mücadele adı altında Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal edip mevcut rejimleri devirmesi bölgede büyük değişimlere neden oldu. Bir yanda bu işgallerle 1979 Devrimi’nden beri sınırlandırmaya çalıştığı İran’ın önünü açarken, diğer yanda Arap dünyasının İran’a karşı bir set olarak gördüğü Saddam rejimini devirip Irak’ı zayıflatarak farklı etnik ve mezhebî gruplar arasında bir iç savaşı tetikledi. Bu yeni konjonktürde dinî hassasiyetleri olan ve bölgede aktif bir dış politikayı savunan AK Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’nin bölgedeki etkinliği arttı.

Bölgenin jeopolitik yapısını şekillendiren faktörlerden bir diğeri, Duran’a göre, Barack Obama sonrası değişen Amerika’nın Ortadoğu politikasıdır. Bush dönemindeki müdahaleci tavrın yerine Obama yönetimi Irak’tan çekilme süreciyle birlikte bölgedeki gelişmelere daha mesafeli yaklaşmaya başladı. Bu itibarla Suriye Krizi’ne doğrudan müdahil olmaktan kaçınması bir tesadüf değildi. “Arap Baharı” süreciyle de örtüşen Amerika’nın Ortadoğu’dan kısmi çekilişi, güç dengesini değiştirerek bölgesel aktörleri etkin hâle getirirken, bölgedeki siyasi boşluk Rusya’nın denkleme güçlü bir oyuncu olarak girmesine yol açtı. Bu yeni bölgesel denklem jeopolitik dönüşümü netleştirirken daha fazla öne çıkmaya başlayan bölgesel aktörler –yani Türkiye, İran ve Suudi Arabistan (ile eğer dönüşebilmiş olsaydı Mısır)– arasındaki rekabet derinleşti. Ayrıca İran’ın 1979 Devrimi’nden, Suudi Arabistan’ın ise kuruluşundan itibaren dinî iddiaları ve söylemleri etrafında şekillenen politikaları, yani “ulus-devlet etrafında oluşturulan siyasetin dinîleştirilmesi” bölgede mezhebî gerilimleri tırmandırdı. Duran, mevcut durumda bölgesel güçlerin mezhep siyaseti yürüttükleri şeklinde anlaşılmaması gerektiğini vurguladı; tam aksine ona göre, “Bu ülkeler arasındaki rekabet, millî menfaatleri gereği onların millî devletlerini de aşan bir teopolitik iddiayı dillendirmelerini gerektiriyor. Yani millî menfaatleri için yaptıkları çalışmaları, ümmet için yaptıkları iddiasıyla transnasyonel bir dinî söylem geliştiriyorlar.” İran’ın Şiicilik ve Suudi Arabistan’ın Vehhabilik siyaseti karşısında Türkiye’nin de bu iddiayı laik bir devlet temelinde karşılamaya çalıştığı gözleniyor.

Prof. Duran, sonuç olarak yüzleşmemiz gereken üç noktaya dikkat çekti: Birincisi, Ortadoğu’da bölgesel düzenin kurulmasında Müslüman ülkeler geçmişte hiç olmadığı kadar imkâna ve sorumluluğa sahipler. Ama maalesef Suriye, bölgesel güçlerin kendi aralarında anlaşamadıkları ve çözemedikleri 150 bin insanın hayatına mâl olan bir kriz olarak ortada duruyor. İkincisi, bölgesel rekabet teopolitik bir mahiyete bürünüyor ki bu durum Ortadoğu’da şiddetin tırmanması, İslâm dünyasındaki parçalanmanın vahim boyutlara ulaşması ve Rusya’nın bölgede daha etkin hâle gelmesi gibi büyük riskleri barındırıyor. Son olarak, bu teopolitik görünümlü ama aslında millî menfaatlere dayalı rekabet, bölgesel aktörlerin kendilerine yeni milliyetçilikler formüle ettikleri bir noktaya doğru gidiyor. Bunun yol açacağı gerilimleri aşmak için Duran’a göre ekonomik temelli bir entegrasyonun tesisi faydalı olabilir. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler etrafında AB benzeri bir oluşum bölgenin kaderini değiştirebilir.

Panelin ikinci konuşmacısı Mehmet Ali Büyükkara, bölgenin genel jeopolitik denklemi içinde Şii-Sünni geriliminin sebeplerini ve geleceğini değerlendirdi. Büyükkara’ya göre, Şii-Sünni geriliminin uzun bir geçmişi olmakla birlikte bugünkü çatışmaların kökeni, öncelikle Osmanlı’nın bölgeden çekildiği ve emperyal güçlerin bölgeyi şekillendirdiği bir yüzyıl öncesinde aranmalı. Osmanlı’nın mezhepler üstü siyasetine karşılık, ulus-devletlerin kuruluş sürecinde bölgenin sosyal ve demografik yapısı dikkate alınmadan suni sınırlarla bölünen halklar arasında gerilimler artarken, yeni devletlerin Sünniler üzerinden dizayn edilmesi azınlıktaki mezhepler, özellikle Şiiler açısından potansiyel bir enerji birikimine yol açtı. Mevcut gerilimin şekillenmesinde ikinci faktör, Suudi Arabistan’ın 1970’lerden itibaren Vehhabiliği dünyaya açması ve bunun çoğu yerde İslâmcılık ile birlikte yürümesiydi. Üçüncüsü, İran’ın devrimden sonra mezhep esaslı bir yapıya dönüşmesi ve devrim ihracı politikası gütmesi ve bu süreçte diğer ülkelerdeki büyük İslâmcı hareketler yerine Şii veya Sünni marjinal gruplarla iş tutmasıydı. Dördüncüsü, 1979 Sovyet işgaline karşı başlatılan Afgan cihadına gönüllü olarak katılan Arap mücahitlerin bölgeye Selefiliği taşıması, cihat sırasında Selefiliğin militerleşmesi, cihat bittikten sonra da el-Kaide türünden oluşumlarla şiddete ve teröre yönelmesiydi. Selefiliğin yayılması bölgede Sünni ve sufi medrese yapısını kışkırtarak Taliban örneği gibi şiddete meyyal yeni güçlerin doğmasına neden oldu. Beşincisi, Ortadoğu’daki –Baas rejimleri ve Körfez’deki monarşiler gibi– baskıcı azınlık iktidarlarının otoriter yöntemlerle etnik ve mezhebî kimliklerin güçlenmesine yol açması ve mezhep gerilimini tırmandırmasıydı. Son olarak, işgalden sonra Irak’ın bölünmesi ve yönetimin daha evvel hep muhalefet olan Şiilerin eline geçmesi gerilimi tırmandırdı. Bundan sonra “Şii Hilali” denilen bir Şii jeopolitiğinden bahsedilir oldu. Aslında bu yeni değildir, bölgenin demografik yapısı açısından değerlendirildiğinde tarihî bir oluşumdur; yeni olan jeopolitik değişimlerdir.

Şii-Sünni gerilimini anlayabilmek için Büyükkara, siyasi ve tarihî koşullar kadar sosyal ve psikolojik faktörlerin de değerlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Mezhebî hınç ve düşmanlığın dinî inançların farklılığından ziyade kaynakların paylaşımı üzerinde geliştiğine dikkat çekti. Demokratik olmayan rejimlerde temsil hakkına yeterince sahip olunmaması veya mezhebî kimliğe yönelik baskılar, insanların mezhebî kimliklerini öne çıkartmasına yol açtı. Ayrıca bölgede devlet yapısının düzgün işlememesi ve insanların güvenlik ihtiyaçlarının karşılanamaması, mezhepler etrafında oluşan siyasi ve askerî güçlerin gelişmesiyle sonuçlandı, tıpkı Irak’taki Şiilerin Mehdi Ordusu veya Bedir Tugayları gibi. Yine Irak’taki Sünniler can güvenliği endişesiyle el-Kaide ile taraf olmak durumunda kaldılar. “Arap Baharı” sürecinde ise saflar daha da belirginleşti.

Prof. Büyükkara’ya göre mezhep gerilimi probleminin çözümü için en makul seçenek, “demokratik, katılımcı, çoğulcu ve uzlaşmacı devlet” yapısının bölgede yaygınlaşması. Müslümanların birliği ve beraberliği istedikleri gibi birlikteliği/paylaşmayı da istemeleri gerekir. Coğrafyamız etnik ve mezhebî kimliklerle ilgili problemlerle yeni yüzleşiyor. Gerçekte çatışma alanı siyasi ve jeopolitik paylaşımlarla ilgili olup mezhepsel gerilimler sadece bir araç olarak kullanılıyor. Türkiye’nin bu gerilim içindeki yerine de değinen konuşmacı, sahip olduğu orta yolcu gelenek sayesinde ülkemizin çözüme katkılarının olabileceğini, fakat bunun için Türkiye’nin öncelikle içeride tırmandırılmaya çalışılan Alevi meselesini çözmesi gerektiğini vurguladı.

Ömer Korkmaz panelin son konuşmacısı olarak Sünnilik içinde yaşanan rekabete odaklanırken özellikle bizi Selefiliğin ortaya çıkışı, beslendiği kaynaklar ve bugünkü durumu hakkında bilgilendirdi. Buna göre Selefilik, geleneksel Sünni akıma bir rakiptir ve İslâm dünyasındaki radikal Selefi akımlar, radikal laik akımların önünü açmaktadır. Korkmaz mevcut duruma bakarak Müslümanların üç siyasi alternatifi bulunduğunu belirtti: (i) Velayet-i fakih prensibine/kurumuna dayanan İran modeli, (ii) Vehhabilik temeli üzerine kurulu krallıkla özdeşleşen Suudi Arabistan modeli ve (iii) Ehl-i sünnetten bu yana İslâm dünyası içinde şekillenen orta yolcu çizgi olan siyasal İslâm modeli.

Korkmaz’a göre İslâm düşüncesinin gelişimini anlamak için fıkhi, tasavvufi ve akaidi-kelami gelenekleri takip etmek gerekir. Selefileri bu düşünce haritasında akaidi-kelami çizgiye yerleştirmek mümkün olmakla birlikte Selefilik, geçmişi en fazla on dokuzuncu yüzyıla kadar gidebilen modern döneme ait bir akımdır. Selefilerin temel referansları, Ortaçağ’da tasavvuf geleneğinde ortaya çıkan bazı sapmalara ve Müslümanların içinde bulundukları mezhep taassubuna itiraz mahiyetinde eserler kaleme alan İbn Teymiye’dir; onun ardından bu çizgiyi İbn Kayyim el-Cevzi ve İbn Kesîr devam ettirmiştir. Selefiliğin modern dönemdeki tezahürünü anlayabilmek için odaklanılması gereken diğer isimler, “Kur’an’a dönelim” fikrini yani “ihya” düşüncesini savunan Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi on dokuzuncu yüzyıl düşünürleridir. Bugünkü Selefiliğin ilk örneği, İbn Teymiye’nin yolundan gittiğini iddia eden ve Muhammed b. Abdulvehhab’ın önderliğinde Osmanlı’ya karşı başlatılan isyanlardır.

Korkmaz’a göre, Selefilik ortaya çıkarken mezhep taassubuna tavır aldı ve ümmetin yeniden Kur’an ve sünnet etrafında birleştirilmesi gerektiğini iddia etti. Ancak akım, İslâmî ilim geleneğinden ve fıkıh usulünden koptuğu için Müslümanların daha fazla bölünmesine yol açtı. Kendi içinde bile uzlaşması mümkün olmayan, çatışan gruplara ayrıldı. Suudi Arabistan üzerinden günümüzdeki Selefileri tasnif eden konuşmacımız devletçi, radikal ve ılımlı Selefiler şeklinde bir ayrım yaptı. Buna göre devletçi Selefiler genelde Suud’da devlet bünyesinde çalışanlar, radikal Selefiler el-Kaide türünden yapılanmalar sebebiyle zamanla Suudi devletiyle ters düşenler, ılımlı Selefiler ise Suud’un demokrasiye geçmesini talep edenlerdir. Suudi Arabistan’daki ılımlı Selefi gruplar, 1950’li yıllardan sonra eğitim için Ezher’e giden öğrenciler veya Mısır’dan Körfez’e çalışmaya gelen işçiler üzerinden İhvan Hareketi ile etkileşime girmek suretiyle ortaya çıktı. Suudi Arabistan’ın Mısır’daki darbeye verdiği desteğin sebeplerini bu noktalarda aramak gerekir. Mısır Selefiğine bakılacak olursa bunların da çeşitli gruplara ayrıldıkları görülür. Suud Selefiğine yakın yapılanmalar olduğu gibi İskenderiye Selefileri gibi ılımlı gruplar da mevcuttur. Mısır rejimi tarafından İhvan’ı zayıflatmak ve yok etmek için kurulmuş olan Selefi gruplar da vardır.

Son olarak Ömer Korkmaz’ın “Selefi düşünce Türkiye’de taban bulur mu?” sorusuna verdiği dikkat çekici cevabı da aktarmak yerinde olur. Korkmaz’a göre, Ortadoğu’daki jeopolitik çekişme nedeniyle bölgesel güçler teopolitik gerilimleri araç olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Suudi yönetimi siyasal İslâmcı bir kökenden gelen mevcut hükümete karşı Türkiye’deki dindar, laik ve hatta dinsiz her türden grupla işbirliği yapabilecek durumda. Özellikle Türkiye’deki dinî eğitimin yetersizliği düşünüldüğünde dinî konulara merak salan kişilerin kendilerine basit de olsa bir alternatif sunan farklı akımlara yönelmeleri son derece mümkün görünüyor.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir