İmam Birgivî’ye Atfedilen Üç Risale Çerçevesinde 16. yy. Osmanlısında Din ve Toplum
Osmanlı dönemi risalelerinin ele alındığı toplantıların altıncısında Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora yapan Ahmet Kaylı, İmam Birgivî’ye atfedilen bazı risalelerin müellif sorununu tartışarak, on yedinci yüzyıl Osmanlı’sında din ve toplumsal yapı üzerine bir sunum gerçekleştirdi.
Hanefî çizgide bir âlim olmasına rağmen muhalif bazı görüşlerinden ötürü Osmanlı’da selefiliğin mimarı kabul edilen Osmanlı ulemasından İmam Birgivî Mehmet Efendi’ye dair bu yaklaşımın modern bir görüş değil, kendi dönemine ait bir kabul olduğuna dikkat çeken Kaylı, bu kabulü ortaya çıkartan şartları Birgivî’ye atfedilen 100 risale üzerinden inceledi. Kaylı’nın tespitine göre, Birgivî’ye nispet edilen 100 risaleden sadece 35 tanesi –gerek Birgivî’nin kendi eserlerinde onlara yaptığı atıflar ve gerek bazı tarih kaynaklarındaki kayıtlardan hareketle– kesin olarak kendisine aittir. Sunumunda risalelerin içeriğinden ziyade, telif sorununu çözmeye çalışırken karşılaştığı problemler ve vardığı sonuçlara yoğunlaşan Kaylı, doğrudan Birgivî’ye ait olmayan, müstensihler tarafından Birgivî’ye nispet edildiğini düşündüğü beş risale bağlamında konuyu tartıştı.
On yedinci yüzyılda Kadızâdeliler ve sufiler arasında yaşanan ve kabir ziyaretleri, raks, devran, sesli zikir, musafaha ve benzer konuları kapsayan bir tartışma ortamında bazı risalelerin Birgivî’ye atfedilmesi Kaylı’ya göre tesadüfi değildir. Mezkur risalelerin ilk istinsah tarihlerinin bu döneme denk gelmesi Kaylı’nın iddiasını destekler niteliktedir. Nitekim, Kadızâdeliler, kendi argümanlarını savunurken Birgivî’nin otoritesinden faydalanmak amacıyla ya doğrudan Birgivî’nin eserlerini referans almışlar veyahut onda bulamadıklarını ona isnat ederek fikirlerini kuvvetlendirmeye çalışmışlardır.
Birgivî’ye atfedilen Ziyâretü’l-kubûr başlıklı risalenin İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyım el-Cevziyye’nin İgâsetü’l-lehvân’a dayanarak muhtasar olarak yazıldığını tespit eden Kaylı, bu eserin Birgivî’ye atfedilemeyeceğini düşünmektedir. Çünkü, Birgivî, eserlerinde İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye’yi kaynak olarak kullanmamıştır. Ayrıca bu risalenin müellifi hakkında on dokuzuncu yüzyılda basılmış iki mecmuadaki nispetler haricinde hiçbir kayıt da mevcut değildir. Öte taraftan, eserin adı ile tarama yapıldığında 16 tane nüshasının bulunduğu ve bunların birinde risalenin Ahmed Rumî el-Akhisarî’ye nispet edildiği görülmektedir. Bu bilginin izini süren Kaylı’ya göre, Akhisarî’nin başka risalelerinde de –örneğin Mecâlisü’l-ebrâr’da– İbn Kayyım el-Cevziyye’den birebir alıntılar yaptığı görülmektedir. Bu nedenle risale’nin Akhisarî’ye ait olma ihtimali yüksektir. Ancak, bu eser selefi çizgiyi haiz bir risale olduğundan Birgivî’nin selefi çizgiye aşina olduğunun ispatı olarak ona nispet edilmiştir.
Bir diğer risale Musâfaha risalesidir. Kaylı’nın tespitlerine göre 5 nüshanın ikisi Birgivî’ye nispet edilmiştir, fakat bunlar oldukça geç tarihlidir. Bu kayıtlar, bu risaleyi Birgivî’ye nispet için yeterli değildir. Musâfaha ile ilgili tarama yaptığında, Şamlı Seyyid Muhammed Kemaleddin isimli bir zatın Musâfaha isimli risalesiyle karşılaşan Kaylı eserde Akhisarî’yi eleştirmek için yazıldığının belirtilmesinden ve bu risaledeki alıntılarla Akhisarî’nin Mecâlisü’l-ebrâr’ı karşılaştırıldığında aynı cümlelerin bulunmasından hareketle bu risalenin de Akhisarî’ye ait olabileceğini belirtmektedir.
Kaylı’nın üçüncü olarak ele aldığı risale cehri zikir ile ilgilidir. 11 tane yazması bulunan risalenin temel argümanı cehri zikrin bidat hatta küfür olması hasebiyle şiddetle kaçınılması gereken bir fiil olduğudur. Bu risale 2 nüshada Birgivî’ye, bir nüshada ise Akhisarî’ye nispet edilmektedir. Ancak yine Mecâlisü’l-ebrâr’da bu konuya ait bir meclisin/bahsin bulunması bu risalenin de müellifinin Akhisarî olduğunu göstermektedir. Kaylı, öşrî ve haracî arazilerle ilgili risalede de benzer telif sorunlarının bulunduğunu ortaya koymaktadır. Akhisarî’ye ait ya da selefi çizgideki kimi risalelerin içeriğindeki radikal fikirlerden ötürü Kadızâdeliler tarafından Birgivî’ye atfedilmesi, onun otoritesinden faydalanma ihtiyacına matuftur, Kaylı’ya göre. Hakikaten de Birgivî, döneminde Kadızâdelilerin de baskısıyla devlet ve şeyhülislam tarafından otoritesi tescil edilmiş bir âlimdir. Örneğin Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye isimli eserini cerh etmek ve zayıflatmak için sufiler teşebbüs etmiş ve bazı âlimler tarafından şerhler yazılmıştır. Ancak şeyhülislama şikayet edilen bu âlimlerden biri sürgün cezasına çarptırılmış ve tartışma Kadızâdeliler lehine sonuçlanmıştır.
Bu eserlerin müellifinin Birgivî olup olmamasından ziyade, Osmanlı düşünce hayatında hâkim olan düşünce tarzına getirilen birtakım eleştirilerin selefi çizgide olması ve Birgivî’nin bunlara kaynaklık etmesinden ötürü Kaylı, bu anlamda Birgivî’nin kaleminden çıkmayan eserlerin de ona ait kabul edilmesinde bir beis bulunmadığını,
Birgivî’nin bu eserlerde bir tür diskur kurucu olarak görülebileceğini düşünmektedir.
1573’de vefat etmiş ve çeşitli eserler vermiş müşahhas bir Birgivî ile; ona nispet edilen eserler üzerinden oluşturulmuş muhayyel bir Birgivî’den söz edilebileceğini ifade eden Kaylı, bu muhayyel, kısmen de gerçek Birgivî’nin, özellikle on sekizinci yüzyılda yazılan şerhler yoluyla daha orta, daha mutedil bir çizgiye çekilmesi ile, sufiler nezdinde de benimsenmeye başlandığını ve buradan hareketle şerhler vasıtasıyla otorite kabul edilen eserler üzerinden yeni bir şey söylemenin bir ihtiyaç olduğunu kaydetti.