XVI. Yüzyıl Osmanlısında Devlet ve İdare: Rüstem Paşa Örneği

Paylaş:

Türkiye Araştırmaları Merkezi olarak “TAM İhtisas Konuşmaları” başlıklı yeni bir tartışmalı toplantı serisine başladık. Diğer toplantı formatlarında olduğu gibi belirli bir konu etrafında yapılan sunum ve tartışma şeklinde cereyan edecek bu program, ilgili üst başlığa dair yakın aralıklarla gerçekleşecek birden fazla oturumdan müteşekkil olacak ve dolayısıyla daha derinlikli tartışmaların yapılabilmesine zemin hazırlayacaktır. Bu çerçevede 16 ve 19 Haziran 2014 tarihlerinde gerçekleşen ilk programda, Chicago Üniversitesi’nden Dr. Zahit Atçıl ile XVI. Yüzyıl Osmanlısında bürokratik yapının dönüşümü ve politika yapım süreçlerini Rüstem Paşa örneğinden hareketle tartıştık. 16 Haziran 2014 tarihli ve “Fütuhattan Barışa Kanuni Devri Osmanlı Dış Politikası” alt başlıklı ilk oturumda cevap aradığımız temel soru; Osmanlı’nın askerî açıdan daha üstün olmasına rağmen doğuda (İran) ve batıda (Habsburg) savaşlara/fütuhata neden son verdiği oldu. Gerek bu sorunun gerekse klasik dönem Osmanlı’nın, bilhassa Venedik kaynakları taranmaksızın araştırılmasının ciddi eksiklikler içereceğini, sarayın gündelik hayatının neredeyse bir parçası haline gelen Venedik elçilerinin haftalık olarak gönderdikleri (bazen haftada birkaç defa) raporlarının Osmanlı tarihi açısından çok değerli bilgileri havi olduğunu vurgulayarak sunumuna başlayan Zahit Atçıl bu soruya; Osmanlı-İran ve Osmanlı-Avusturya arasındaki büyük rekabetlerin Rüstem Paşa döneminde sona ermesinin arka planında bir cümle ile “dönemin Osmanlı-İran-Avusturya havzasına hakim olan ‘barış bilinci’nin hakim olması” şeklinde cevap verdi ve konuşmasının devamında bu cevabı taraflar açısında ayrıntılandırdı.

Osmanlı-Safevi ilişkilerinin nirengi noktasının hanedanın meşruiyeti problemi olduğunu vurgulayan Atçıl; Safevilerin, Osmanlı hanedanının meşruiyeti açısından en büyük ve ciddi problemi teşkil ettiğini bunun da, Moğollar ile birlikte hakim olmaya başlayan Cengiz soyundan gelmeye dayalı meşruiyet arayışlarından kaynaklandığını belirtti. Köken itibari ile kendini Cengiz’e dayandıramayan bununla birlikte, yine kendilerince en az onun kadar önemli olduklarını düşündükleri, Oğuz soyuna dayandırma cehdi gösteren Osmanlı’nın Şah Kulu isyanlarının Anadolu’daki Osmanlı hakimiyetini kayda değer bir şekilde sarstığını ve esasen Osmanlı’nın soy bakımından Safevilerce tartışmalı bir geçmişe sahip olması ise Osmanlı-Safevi rekabetini ortaya çıkaran ve körükleyen en önemli unsurlar. Keza Yavuz’un İran üzerine yaptığı seferlerin gayelerinden en mühimini de bu tehlikenin ve rekabetin bertarafı teşkil ediyor. Bir yandan karşılıklı meşruiyet problemi diğer taraftan ve bu probleme bağlı olarak ortaya çıkan rekabet ve çatışmaların nihaî olarak kalıcı bir sonuç vermemesi ve bölgede bitmez tükenmez zayiat ve huzursuzluklara yol açmasının iki taraf için de bir barış fikrinin düşünülebilir hale gelmesinde etkili olduğunu belirten Atçıl, 1555 Amasya Antlaşmasının bu fikrin mütecessim hali olduğunu ve bu antlaşmadan sonra tarafların birbirleri nezdinde meşru otoriteler haline geldiklerini belirtti.

Viyana, Macaristan ve bilhassa Akdeniz’deki çatışmalarda tebellür eden Osmanlı-Habsburg rekabetinin arka planında ise her iki imparatorluğun da “dünya imparatorluğu” fikri gütmelerinin etkili olduğunu ifade eden Atçıl’a göre, Osmanlı’nın Habsburg üzerine yaptığı gaza ve akınların en temel sebebi, kendine dönük olarak ve özellikle İran menşeli, meşruiyet problemini ortadan kaldırmak veya zayıflatmak. Bununla beraber; gerek İran’la varılan antlaşmalar neticesinde bu meşruiyet probleminin ortadan kalkması ve gerekse fethedilen uç bölgelerin sürekli el değiştirmesinin taraflarca zarar dışında bir sonuç doğurmaması Osmanlı-Habsburg ilişkileri çerçevesinde de bir “barış bilinci” doğmasına yol açmış gözüküyor.

Atçıl’a göre 16. yüzyıl ortası ve Rüstem Paşa’nın sadrazamlığı döneminde her üç taraf nezdinde ortaya çıkan bu “barış bilinci” ve bunun sonucu olarak yapılan antlaşmalar; büyük savaşlara son vermesi itibari ile uç vilayetlerin artık tampon bölgeler olarak değil beylerbeylik olarak örgütlenmesi, müteakip dönemlerde antlaşma şartlarının referans alınması itibari ile ikili ilişkilerin kişisel boyuttan kurumsal boyuta doğru seyrinin hızlanması, artık gereksiz hale gelmesi itibari ile padişahın kıyafetine kadar yansıma alanı bulan karşılıklı güç/gövde gösterisi çabalarının zayıflamasını, münasebetlerin stabilleşmesi sonucu sanat, mimari vb. sosyal kurumların gelişim süreçlerinin yükseliş kaydetmeye başlaması gibi önemli başlaması gibi önemli ve uzun soluklu etkileri olan sonuçlar doğurmuştur.

***

TAM İhtisas Konuşmaları’nın ilk programının “Yerli Bürokrat Sınıfının Ortaya Çıkışı ve Divan-ı Hümayun” başlığıyla 19 Haziran 2014 günü gerçekleştiğimiz ikinci ayağındaki tartışmamızın merkezinde ise Osmanlı bürokrasinde yerlileşmenin, Divan-ı Hümayun’un gayrişahsi bir kurum olarak tebarüz etmesinin iddia edilenin ya da literatürde yaygınlıkla savunulanın aksine Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmediği tezi vardı.  Zahit Atçıl, sunumunda; evvela bürokrasi araştırmalarında kırılma dönemi olarak zikredilen görüşleri değerlendirdi ve müteakiben söz konusu tezlerin aksine Osmanlı bürokrasisindeki temel kırılmanın ve dolayısıyla yerlileşmenin Kanuni Süleyman döneminde gerçekleştiğini savundu. Buna göre; hanedanla kuvvetli bağları olmayan, kozmopolit ve belli bir coğrafyaya bağlılık duygusu taşımayan ve hemen hepsi Osmanlı öncesinde kurulmuş medreselerden mezun ve ilmiyeye mensup kişiler biraz da Osmanlı’nın onların idareciliğine duyduğu mecburiyet ve mahkumiyetin neticesi olarak görev başına gelmişlerdi. Fatih’in yaptığı şey ise idareyi bunlardan alarak kul taifesine devretmek değil, bilakis başka ihtiyaçlar, ki en önemlisi toprak birliğinin sağlanması, muvacehesinde başka bir elit grubu ile dirsek temasına geçmek oldu. Zira Fatih’in sadrazamlarına bakıldığında bunların tamamının, kul taifesi değil, Balkan aristokrat ailelerine mensup olduğu görülür (Bu cümleden olarak, Mesih Paşa’nın son Bizans kralının  yeğeni, Dükkakinzade Ahmet Paşa’nın Arnavut düklerinin torunu olduğunu hatırlayabiliriz). Öte yandan Fatih döneminde Divan-ı Hümayun’un kendi kendine karar almaya başladığı ve Fatih’in kafesten toplantıları izlediği yönündeki görüşün de sağlıklı olmadığını belirten Atçıl; bunun Fatih’in saltanatının son evresinde ve oluşan güvenlik zaafları nedeni ile alınmış bir tedbir olduğunu Divan’a herhangi bir yetki devrinin söz konusu olmadığının altını çizerek devam etti.

 Bürokrasinin yerlileşmesi ile, varlığını ve geleceğini devlete borçlu olan, kaderini devletin kaderi ile özdeşleştiren, Osmanlı müesseselerinde yetişmiş (İbrahim Paşa, Rüstem Paşa, Lütfi Paşa vb.) kul taifesini kastettiğini belirten atçıl, söz konusu dönüşümün gerçekleşmesinde Enderun’un hayatî derecede önemli bir rol oynadığını ifade etti. Osmanlı öncesi geleneklerin köleleri daha ziyade askerî alanda istihdam ettiğini belirten Atçıl, mensuplarının sadrazamlığa kadar bir çok üst düzey bürokratik kademelerde görev yaptığı Enderun’un, bu açıdan Osmanlı’ya has bir müessese olduğunun önemini vurguladı. Böylece Enderun’a dahil olmakla başlayan padişaha hizmet etme süreci Enderun’dan sonra bürokratik mevkilerde devam etmekteydi. Öte yandan, yerli bürokratların yetişmeye ve devleti idare etmeye başladığı bu dönem aynı zamanda, diğer sosyal/siyasi alanlarda da muadil temayüllerin de yükselişe geçtiği bir döneme tekabül ediyor. Sözgelimi, Osmanlı’nın kendi medrese sisteminin yerleşmesi ve kayda değer ürünler vermesinin bu devre tekabül etmesini bu zaviyeden okumak mümkün.

9 yaşında memleketinde çobanlık yapan bir çocuk iken Enderun’a girmesiyle (1510?) kaderi birden bire değişen Rüstem, sadrazamlığına dek pek çok üst düzey mevkilerde görev yapan Rüstem Paşa bürokratik kadrolardaki yerlileşmenin temsil gücü yüksek örneklerinden birisidir. Daha ziyade bir arkadaş/dost ilişkisi şeklinde gelişen Pargalı İbrahim/Sadrazam – Kanuni Süleyman/Padişah ilişkisi; etnik köken, ilmiyeye mensubiyet, servet vd. faktörlere bakılmaksızın tüm bu donanımdan yoksun bir kişi olarak Rüstem Paşa’nın sadrazamlığı ile beraber giderek kurumsallaşan bir seyir izlemeye başlıyor. Böylece Kanuni, bir yandan diğer ayan ve ulema ailelerine karşı son sözü kendisinin söyleyeceği olgusunu hatırlatır ve Enderun sisteminin önemini hissettirirken, diğer yandan yetkilerini Rüstem Paşa’ya/Sadrazam’a devrediyor ve bu müessesenin kurumsallaşmasını temin ediyor. Zira Rüstem Paşa döneminde sadrazamlık ve padişahlık ilişkisi; görev alanları, yetki ve sorumlulukları tanımlanmış iki idari birimin ilişkisini dönüşüyor. Padişah artık Divan-ı Hümayun toplantılarına riyaset etmek yahut bu toplantıları kafesten izlemek yerine doğrudan sadrazamdan sözlü/yazılı rapor almayı tercih ediyor. Bu dönemde yaklaşık 6 katı bir hacme ulaşan bürokratik yapı beraberinde bir uzmanlaşmayı, ast ve üstlere karşı sorumluluk bilincini ve bu doğrultuda alınan kararların kopyalarının tutulması gibi profesyonelleşme olarak görülebilecek gelişmelerin de yaşandığı dönemler. Osmanlı arşivlerindeki en eski mühimme defterinin başında Rüstem’in sadrazam olduğunu haber veren ifadelerin yer alması, keza, en eski ruus defterinin (1547) Rüstem Paşa döneminde tutulmaya başlanması, alınan kararların taşrada da uygulanmasının temini ve böylece merkez-taşra arasındaki idari mesafenin kısalması ya da başka bir ifade ile idarî merkezileşmenin başlaması gibi hususlar; Rüstem Paşa döneminin Osmanlı yerli bürokrasinin idareyi deruhte ettiğinin, Osmanlı’nın daha fazla “devlet” olduğunun kuvvetli işaretleri olarak değerlendirilebilir.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir