Toplumsal Hafıza ve Modernite
İnsanların tabiatla ve diğer insanlarla kurduğu ilişkinin mahiyetinde büyük değişikliklere yol açan modernite, XIV ile XV. yüzyıllarda başlayan insan ve evren tasavvurundaki değişimin ve takip eden yüz yıllarda gerçekleşen bilimsel, teknolojik, siyasi ve iktisadi devrimlerin yol açtığı köklü bir paradigmatik dönüşüm olarak algılanabilir. Doğası gereği unutturan bir tabiata sahip bu kavram toplumsal hafızayla da bağıntılıdır. Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgahtakiler üst-başlıklı toplantılarının Haziran ayındaki ilk oturumuna konuk olan Erciyes Üniversitesi öğretim görevlisi Faruk Karaaslan, hazırladığı “Modern Dünyada Toplumsal Hafıza ve Dönüşümü” başlıklı doktora tezi çerçevesinde bu iki kavramın birbiriyle ilişkisine dair bir sunum yaptı.
Konuşmasının başında tez konusunun şekillenme sürecine değinen Karaaslan, her ne kadar yola saha araştırması yapmak amacıyla çıksa da zaman içersinde, modernite üzerine yapılan çalışmaların moderniteyi olumlamak veya eleştirmek yoluyla görüş bildirmekten öteye gitmediğini tespit ettikten sonra teorik bir çerçeve çizmeye karar verdiğini belirtti. Modernite kavramını, insanın evreni anlama çabasının eksenini değiştiren “paradigmatik bir dönüşüm” olarak tanımlayan Karaaslan, tezde söz konusu kavramı “metafizik düzeyden fizik düzeyine” indirgeyerek olgusallaştırmaya çalıştığını ve bunun için de Peter Berger ve Niklas Luhman’ın fenomenolojik karakterdeki “etkileşimci-inşacı yaklaşım”ını merkeze aldığını ifade etti. Modernitenin günlük hayatımıza temas ettiği noktalar, kendisiyle ilişkileniş biçimlerimiz ve toplumsal hafızanın modernite ile ilişkisi ise Karaaslan’ın üzerinde durduğu temel noktaları teşkil etti. Karaaslan’a göre, 1950’li yıllarda ve özellikle de Yahudi soykırımı sonrasında şekillenmeye başlayan “toplumsal hafıza” kavramı hakkında yürütülen çalışmalar çoğunlukla sözlü tarih düzeyinde kalmış ve bir müddet sonra da hesaplaşma siyasetinde bir araç halini almıştır. Öyle ki toplumsal hafıza üzerine teorik bir çalışma yürütmek bir hayli zorlaşmıştır. Bu durum, büyük oranda, üzerinde çalışmayı güçleştiren bir doğaya sahip “toplum” kavramından kaynaklanmaktadır. Toplumun sınırlarını çizenin ne olduğu, insanların sahip olduğu hangi ortak özelliklerin onları bir toplum haline getirdiği tam anlamıyla belirlenememekte ve toplum kavramı, Benedict Anderson’ın da belirttiği gibi, çoğu zaman “ulus” kavramına indirgenmektedir. Böylece, merkezi bir devlet politikasına ve belirli hukuk unsurlarına muhatap olan insanlar toplum olarak ele alınmaktadır. Karaaslan, toplum kavramının doğasının ortaya çıkardığı bu güçlükten ötürü sosyolojinin ilgi alanının “toplum” değil “toplumsal olan” olduğu görüşünü savundu ve bu nedenle çalışmasında “toplumsal hafıza” kavramını kullanmayı tercih ettiğini belirtti.
Modernite içersinden çıkan siyasal yapıların mekânsal, zamansal, tarihsel, dilsel düzenlemeler üzerinden unutturucu bir takım müdahaleler ve seçici hatırlatmalar yoluyla toplumsal hafıza üzerinde belirli müdahalelerde bulunduğuna da değinen Karaaslan, moderniteyle ilişkili olan rasyonalite, sekülerizm, hümanizm, evrenselcilik gibi kavramların bu anlamda önemli bir işlev gördüğü şeklindeki tespitleri hatırlattı. Peki bu kavramların unutturucu doğası nereden gelmektedir?
Bilindiği gibi toplumsal hafıza, tarihten bugüne getirilen kimlikle alakalı unsurların taşındığı ve tüm kodların muhafaza edildiği mekanizmayla tanımlanır. Kimlik denilen olgu geçmişle irtibat kurmayı zorunlu kıldığından, hafızası olmayan bir toplumun kimlik sahibi olması gibi bir durum düşünülemez. Kimlik sahibi olmak ise kendine has bir öyküye sahip olmayı gerektirir ve bu bağlamda kimlik, “evrenselcilik” görüşünün temel argümanıyla çatışır. Çünkü evrenselcilik iddiası hümanizmi evrensel bir iddia olarak ortaya koyduğu için özgün öyküleri ortadan kaldıran bir doğaya sahiptir. Modernite için önemli kavramlardan bir diğeri olan rasyonalite ise, belirli metodolojik ilkelerin kullanılmasıyla doğruya ulaşılabileceği iddiasını taşır. Bir şeyin bilgisine ulaşmak için metodolojiye hakim olmanın yeterli görüldüğü böyle bir noktada hıfzetmek artık gereksiz hale gelmektedir. Dolayısıyla, modernitenin ortaya koymuş olduğu veya onunla ilişkili olan bu gibi kavramlar unutturucu bir tabiata sahiptir. Karaaslan’a göre, modernitenin unutturucu tabiatı zaman ve mekân tasavvurunda kendisini göstermektedir. Modern öncesi toplumlarda zamanın ayrı bir kategori olarak ele alınmadığını, aksine tabiat hareketliliklerinin bizatihi kendisi olduğunu belirten Karaaslan, modern dünyayla birlikte zamanın artık belli bir takım kategorilere ayrıldığını ifade etti. Mekân tasavvuru açısından bakıldığında ise, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sağladığı kolaylıklar sayesinde yaşanılan mekânsal alan her ne kadar genişlemiş gibi görünse de, tecrübe edilen mekânsal alanın daralmış olduğu söylenebilir. Örneğin, önceden günlerce süren yolculuklar kısa sürelere düşürülürken, yolculuk esnasında muhatap olunan mekânlar ve bu mekânlarla ilgili üretilen hafıza giderek azalır.
Zamansal ve mekânsal tasavvurdaki bu değişim, tabiatın kendisinden kopma ve tabiatın mekânsallaşması gibi birtakım ontolojik kopuşlara da sebebiyet verir. Bu durum bir taraftan parçalı bir mekân tasavvurunun ortaya çıkmasına neden olurken, diğer taraftan da bununla ilişkili veriler zihne parçalı bir halde girdikleri için kolay unutulurlar. Bir başka faktör ise, insan-tabiat arasında kurulan bire bir ilişkinin mahiyetinde meydana gelen değişimdir. Modern-öncesi toplumlarda hayat, bir öğretici olarak görülen tabiata uygun şekilde idame ettirilmeye çalışılırken, modern toplumlarda insanın tabiata uyması yerine tabiatın insana uydurulduğu paradigmatik bir dönüşüm gerçekleşmiştir.
Zamansal ve mekânsal tasavvurun yanında modernitenin içersinden çıkan siyasi yapıların da yeni bir kimlik inşa etmeyi arzuladığını belirten Karaaslan, hafızanın temel unsurları ile modernitenin bunlarla ilişkisi üzerinden bunun algılanabileceğini söyledi. Karaaslan’a göre, hafızanın meydana gelmesi için vücut bulabileceği bir mekâna veya vücut olarak algılanabilecek bir bedene, geçmişle irtibat kurulması için dile ve tarihsel anlatıya ihtiyaç vardır. Siyasi yapılar ise mekânsal ve dilsel düzenlemeler, beden ve bedensel pratikler, tarih ve tarihsel anlatılar aracılığıyla belirli müdahalelerde bulunur. İnsanlar bağlarını bu dört alan üzerinden kurduğu için bu alanlar üzerindeki müdahaleler doğrudan toplumsal hafıza üzerinde etkide bulunurlar.
Karaaslan, toplumların soyut birlikteliğinde bu dört unsur üzerinden kurulmuş olan bağlar sebebiyle modern siyasi yapıların toplumsal hafızaya müdahale etme arzusunun mutlak manada gerçekleşemeyeceğini savundu. Modern siyasal yapının iletileri de dahil, zihne giren her türlü yeni veri geçmiş verilerle ilişkilendirilerek veya mevcut olan kodlarla yorumlanarak hafızaya kaydedilir. Bu durumun modernitenin arzuladığı şekilde bir hafızanın şekillenmesine imkân tanımadığını ve “melez” sıfatıyla nitelendirilebilecek türden bir hafızanın ortaya çıktığını belirten Karaaslan’ın sunumu soru-cevap faslının ardından sona erdi.