İbn Sina Felsefesinde Suret, Cevher ve Varlık

Paylaş:

Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi Tezgâhtakiler toplantı serisinin Ocak ayındaki ilk konuğu,“İbn Sina Felsefesinde Suret, Varlık ve Cevher” başlıklı doktora tezini tamamlayan İbrahim Halil Üçer oldu. Üçer, neden böyle bir tez konusu seçtiğini açıklayarak sunumuna başladı.

İbn Sina üzerine yapılan çalışmalar çoğunlukla varlık-mahiyet, vücut-imkan ayrımları gibi metafizik konulara ya da din-felsefe ilişkilerini ele alan din felsefesi alanına aittir. Doğa felsefesine dair ise pek çalışma bulunmamaktadır.“Suret” kavramı bunun en açık örneklerindendir. Bu durumun arkasında yatan temel saik ise, İslam felsefesindeki en önemli sorunun “din-felsefe sorunu” olduğu, Müslüman filozofların en özgün katkılarının dini inançlarıyla ilgili noktalardan geldiği şeklindeki yaklaşımdır. Fakat Üçer’in tezi bunlardan daha farklı bir alanla, doğa felsefesiyle ilgilidir. Zira “suret” kavramı, İbn Sina felsefesinin özgünlüğünü anlamada önemli bir yere sahiptir.

Üçer, bu nedenle, tezinde“suret” kavramı üzerinden varlık-mahiyet, imkan-zorunluluk ayrımının doğa felsefesine nasıl uygulandığını soruşturmak istediğini belirtti.Tezde izlediği yöntemi ise, İbn Sina felsefesini sadece Kindi, Farabi, Amiri gibi selefleriyle değil, aynı zamanda tevarüs ettiği Antik-Helenistik birikimle de ilişki içinde okumak ve onun çözüm önerilerini genel felsefe tarihi içerisine yerleştirebilmek şeklinde özetledi. Öte yandan, doğrudan Aristoteles ile İbn Sina’yı kıyaslamaktan kaçındığını belirten Üçer, iki filozof arasında 1400 yıllık bir zaman dilimi olduğunu, asıl önemli olanın bu süre içerisinde konuyla ilgili meydana gelen gelişimi takip etmek olduğunu söyledi. Dolayısıyla bu süre içerisinde Aristoteles’e yazılan şerhleri incelemenin zorunlu olduğunu belirtti.

“Suret” kavramının tarihine de kısaca değinen Üçer, ilk kez Eflatun’da terim olarak kullanıldığını ve Eflatun’un onuduyuların idrak ettiği biçim” değil, akıl ile idrak ettiğimiz ve “görünenin arkasında yatan asıl hakikat” olarak yorumladığını söyledi. Ayrıca, Eflatun’a göre suretler(idealar), duyular aleminde değil metafizik alemdedir. Aristoteles ise sureti (form) formel neden” olarak görmüş ve Eflatun’un yorumunun aksine, onun duyulur dünyada mevcut ve cisme içkin olduğunu savunmuştur. İlk dönem Yeni-Eflatuncular ise, suretleri Bir’den sadır olan aklın içerisine yerleştirirken, sonra gelen Yeni-Eflatuncular onu Demiurgus’un (yaratıcı tanrı), yani oluş-bozuluş alemini meydana getiren aklın içerisine yerleştirmiştir.

İlk bakışta İbn Sina’da suretlerin faal akılda olduğunun düşünülebileceğini belirten Üçer, daha dikkatli değerlendirildiğinde İbn Sina’da suretleri faal akılda bulunmaktan ziyade,ondan kaynaklandığı şeklindeki yorumun daha doğru olacağını ileri sürdü. Zira İbn Sina’nın faal aklı Yeni-Eflatuncuların Demiurgus’undan önemli ölçüde farklıdır.

Modern döneme geldiğimizde ise “suret” kavramı felsefenin başına gelmiş en büyük felaket olarak görülür. İbn Sinacı “cevhersel suretler” fikrinin yerini matematiksel” miktar” ve geometrik “nicelik” kavramları alır. Matematik demek ise zihnî araştırma demektir bu anlamda. Dolayısıyla klasik felsefede suret, yani “bir şeyi ne ise o yapan şey” daima insanın dışında bir yerdeyken, modern felsefeyle birlikte suret insan zihnine taşınır: Bilmek için başvurulması gereken mercii artık doğa, idealar alemi veya Tanrı değil, bizzat insanın kendisidir. Dolayısıyla, “suretin başına ne geldi” sorusu aslında “klasik felsefenin başına ne geldi” sorusuyla özdeştir.

Üçer, daha sonra “suret” kavramıyla ilişkili olarak “varlık” ve “cevher” kavramlarına da değindi: İbn Sina öncesinde suretten bahsetmek tam olarak varlıktan bahsetmek anlamına gelir. “Var olmak”, bir surete sahip olmak demektir.Bu nedenle, bir şeyin mahiyetiyle onun varlığı özdeştir.

Aristoteles üzerinden incelemesini sürdüren Üçer, onun, cevherleri, “başka bir şeye bağlı olarak var olmayan fakat başka her şeyin onlara bağlı olarak var olduğu entiteler” olarak tanımladığını belirtti. Bu cevherler ise üçe ayrılır: madde, suret ve madde-suretten oluşan hilomorfik bileşik. Fakat “varlık” adını almayı en çok hak eden cevher “suret”; suret olmayı en çok hak eden ise “Tanrı”dır. Dolayısıyla Aristoteles’e göre varlık kendisini Tanrı’da gösterir ve onun dışındaki şeylere “vardır” dememiz, Tanrı’daki varlığa nispetledir. İbn Sina’da ise, suretmahiyetin bir parçasıdır: Bir şey ne ise onu o yapan en önemli unsur surettir. Bu “suret”, var olmak için bir “neden”e ihtiyaç duyar, yani var da olabilir yok da.

Son olarak, varlık-cevher ilişkisinin ardından, suretin cevher ve neden olması meselelerinden de bahseden Üçer, İbn Sina’da varlığın cevhersel birliğin korunarak açıklanması konusuna değinerek sunumunu tamamladı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir