Memlüklerin Son Asrında Hadis
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi, düzenlediği Tezgahtakiler toplantı dizisinin Ocak ayı ikinci konuşmasında Halit Özkan’ı konuk etti. Özkan, Memlüklerin Son Asrında Hadis başlığıyla yakın zamanda yayınladığı kitabı çerçevesinde o dönemin hadis çalışmalarını ve hadis eserlerinin ortaya çıkış şartlarını değerlendirdi. Konuşmasının başlarında neden Memlüklerin son asrını ve Kahire’yi çalışma konusu olarak ele aldığını açıklayan Özkan, sunumunun devamında kitaptaki bölümlerden hareketle dönemin hadis eğitim kurumlarından, hadis derslerinden, önemli muhaddislerinden, rihle faaliyetlerinden bahsetti ve hadisle ilgili tartışma konularından örnekler vererek konuşmasını sonlandırdı.
Irâkî ailesiyle başlattığı ve önemli Sahîh-i Buhârîşerhlerinin sahiplerinden İbn Hacer, Sehâvî, Süyûtî ile devam ettirerek, yine kıymetli bir muhaddis olan Kastallânî ile sonlandırdığı eserinde yaklaşık 130 yıllık bir dönemi (Memlüklerin 9. asrını) ele alan Özkan, bu asrı dikkatle incelenmeye değer kılan birçok durumdan söz etti: Bu dönemde kaleme alınan çok sayıda Buhârî şerhi, hadis ilminin tüm alt dallarında “câmi” türü denilen ve olabildiğince çok sayıda hadisi bir araya getirmeye yönelik olan eserlerin yazılması ile medreseler, darülhadisler, zaviyeler ve vakıflar bakımından kurumsallaşmanın zirve noktasına ulaşılması dönemi değerli kılan unsurlardan bazılarıydı. Özkan, kitabında bölge olarak yoğunlaştığı Kahire’nin kendi ilmi zenginliğinden, Timur istilasından sağ kurtulan alimlerin Kahire-Şam hattına gelişinden ve birçoğunun ömrünün tamamını ya da büyük bir bölümünü burada geçirmesinden önemle bahsetti.
Özkan, konuşmasının başlangıç bölümünde Memlük alimlerinin niteliklerine yer verdi ve Memlük idaresinde kılıç erbabı ile kalem erbabı kişilerin yanı sıra ilim erbabı ulemalara da önemli görevler verildiğini, birçok muhaddisin fıkhi işlerin idaresi, müftü ve kadı atamaları, vakıfların düzeni ve denetimi gibi sorumluluklar taşıdığını ifade etti. Özkan’a göre bir yandan devlet işleri ile meşgul olan bu hadis alimlerinin, diğer yandan asırlardır görülmemiş zenginlikte eserler kaleme alabilmelerini mümkün kılan şey, kolektif eser yazım geleneğiydi ve İbn Hacer’in meşhur şerhi Fethü’l-Bârîde böyle bir çalışmanın ürünüydü. Bu gelenekte eser oluşum süreci, alimin hazırladığı müsveddeler üzerinden talebelerinin kendi aralarında konuları tartışıp detaylandırması ve müsveddeleri temize çekmesi şeklinde gerçekleşmekteydi. Bugün gözden kaçırdığımız şeyin, alimlerin talebelerinden ve birbirlerinden aldıkları yardımlar olduğunu ifade eden Özkan, geçmiş alimlerin eserlerinden fazlaca istifade eden bazı muhaddislerin ise o dönemde dahi intihal ile suçlandığını belirtti.
Dönemin yaygın eserlerinin câmi türünde olduğunu vurgulayan Özkan, bu durumu Moğol istilasının sebebiyet verdiği yıkımda kaybolan eserleri yeniden inşa etme çabası ve bilgilerin bir daha yitirilmesini engelleme isteği ile ilişkilendirdi. Beşinci asırdan bu yana görülmemiş zenginlikte ve hacimde eserlerin neşredildiği bu yüz yıllık dönemde, hadis ilminin çalışma yapılmamış hiçbir alt branşı kalmadığı vurgulandı.
Özkan, dokuzuncu asrın bir başka dikkat çeken meselesi olarak vakıfları işaret etti. kurulan çok sayıda yeni vakıf ile bu vakıflara bağlı medreseler, darülhadisler, tasavvufi kurumlar ve kütüphaneler Kahire’nin ilmi zenginliğinin ve yaygınlaşmış ulema sınıfının kaynağını oluşturmaktaydı. Alimlerin, bu kurumlarda rahatça ders okumakta ve okutmakta olduklarını ifade eden Özkan, kurumlardaki kadroların da gitgide önem kazandığına ve alimler arasındaki kadro edinme mücadelesinin söylemlerine dahi yansıdığına dikkat çekti. Kadroların intikalinde Osmanlı’daki beşik uleması sistemine benzer şekilde, müderrislerin görevlerinin oğullarına kaldığı bilgisini veren Özkan, bu sistem ile ilgili Makrizî’nin ve Aynî’nin kitaplarında ehil olmayan kişilerin önemli makamlara geldiği yönünde eleştiriler görmenin mümkün olduğunu belirtti.
Özkan, konuşmasının önemli bir bölümünü hadis dersleri bahsine ayırdı ve bu derslerin müfredat, imlâ ve mîâd dersleri olarak hem kurumlar bünyesinde hem de kurumların dışında devam etmekte olduğunu söyledi. “Müfredat” kavramını bugün üniversitelerde okutulan sistemden farklı düşünmek gerektiğinin altını çizen Özkan, bu derslerde medrese kurulurken belirlenen birkaç hadis kitabının okutulduğunu ve bunun dışına çıkılmadığını belirtti. Müfredat kapsamında yer almayan ama hem katılımcı sayısı hem de devamlılık açısından önem arz eden ve halka açık gerçekleşen imlâ derslerinden de bahsetti. Bu imlâ derslerinin, hadis öğrenme ve öğretme yollarından en kuvvetlisi olduğunu ifade etti. Çünkü içeriğinde hem bizzat hocadan işitme yani sema, hem de yazılı kayıtların tutulması yer almakta ve bu şekilde sema, kıraat ve kitabet bir araya gelmekteydi. İmlâderslerine o döneme kadar yaklaşık 150 yıl ara verildiğine dikkat çeken Özkan, bu durumu, hocalar için bu dersleri vermenin oldukça zor olmasına bağladı. Hocanın her derste hadisleri ezbere yazdırması, yazdırdığı her hadisin geçtiği kaynaklar ve rivayetlerinin farklılığı ile ilgili bilgi vermesi gerekliydi. Özkan, medrese ya da camilerde gerçekleşen ve medresenin kayıtlı talebeleri ile halkın yoğun ilgi gösterdiği, kimi zaman katılımı 40.000 kişiye ulaşan bu derslerde Irâkî, İbn Hacer, Sehâvî ve Süyûtî gibi dönemin en önemli alimlerinin hocalık yaptığına dikkat çekti. Bir diğer kurum dersi olan mîâd ise, rivayet tefsiri dersi olarak açıklandı.
Kurum dışı derslerin camilerde ve alimlerin evlerinde yaygın bir şekilde sürdürüldüğünü aktaran Özkan, cami derslerinin camiyi yaptıran kişinin verdiği hadis kadrosuyla görevlendirilmiş veya herhangi bir kadroya bağlı olmayan alimler tarafından verildiğini ifade etti. Alimlerin evlerindeki dersler bahsinde vurgulanan önemli bir husus da, özellikle babaları müderris olan kadınların işin içine girmeleri, ders vermeleri ve çoğunlukla icazet yoluyla hadis rivayet etme ehliyeti kazanmalarıydı. Özkan, oldukça dikkat çekici bir bilgi olarak, İbn Hacer’in hocalarının üçte birinin kadın olduğunu ve bu kadın hocaların yaşlarının yetmişten fazla olduğunu belirtti. Dönemin şartlarında, kadınların uzun yaşamaları ve bu şekilde isnadların kısalmasını sağlamaları, rivayet hususunda kendilerine rağbet edilmesi sonucunu doğurmaktaydı.
Özkan, bu derslere ek olarak, üç aylarda yapılan derslerle rutinin dışına çıkıldığını ifade etti. En önemlilerinden biri olarak Ramazan ayında medreselerin tatil olması ile başlayan ve tüm ay boyunca devam eden, genellikle Sahîh-i Buhârî okumalarının yapıldığı, Memlük sarayında gerçekleşen saray derslerini örnek gösterdi. Kimi zaman hükümdarların ilgisizliği ya da savaşlar sebebiyle kesintiye uğrayan bu derslerin, kadro mücadelelerinin de tetiklediği kelamya da felsefe kaynaklı tartışmalar nedeniyle bazı zamanlarda da yasaklandığını da ifade etti.
Konuşmasının sonuna doğru Özkan, bir hadisçinin rivayet etme ehliyeti kazanmak için yapması gereken en önemli şeylerden olan ve çok yer görüp çok alimden istifade etme anlamına gelen “rihle”den bahsetti. Bu dönemde,eskiden beri süregelen geleneksel rihlenin devam ettirildiğini ve dönemin en büyük isimlerinin sadece Kahire’de kalıp hadisçi olarak yetişmek yerine, Şam, Halep, Mekke, Medine gibi birçok şehri ziyaret ettiğini vurguladı. Bunun dışında, Timur istilasından kaçan alimlerin yaptığı zorunlu rihleden bahseden Özkan, sultanların başka şehirlerden âlî isnada sahip yaşlı alimleri davet edebildiklerini de belirtti.
Son olarak, Özkan, hadisle ilgili tartışma konularına değindi. Bunlardan ilki, Süyûtî ile yeniden gündeme gelen “hadiste mutlak müçtehidlik” meselesi, diğer bir değişle “hafızlık” müessesesiydi. Diğer bir konu ise,“hadis kitaplarının sıhhati” üzerine olup, dönemin Hanefi Memlük Sultanı hastalandığında namazı cem edebilmesi için etrafındaki alimlerin Sahîh-i Buhârî’deki bir rivayetten yola çıkarak fetva vermeleriyle doğmuş bir tartışma idi. Hadis fetvaları, görüşleri ile tartışılan şahıslar ve alimler arası intihal meselelerinden bahseden Özkan, Memlüklerden Osmanlı’ya nelerin intikal ettiği sorgulamasıyla konuşmasını sonlandırdı.