Şia ve Hadis
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi, çok fazla akademik çalışma yapılmayan Şia mezhebi ve hadis konusunu ele alan bir panel düzenledi. Mehmet Ali Büyükkara başkanlığındaki oturumda Mehmet Ümit, Bekir Kuzudişli ve Enes Topgül; Şii fırkalar, Şia’nın hadis rivayetine yaklaşım tarzı ve rivayet literatürü gibi konuları kapsayan tebliğler sundular. Panelin açılışını gerçekleştiren Mehmet Ali Büyükkara, Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki en büyük ihtilafın hadis usulü ve sünnet anlayışı noktasında olduğunu; bu sebeple Şia’nın hadise bakışını siyasetten görece uzak, bilimsel ve akademik yönü ağır basan bir panelde tartışmanın önemine vurgu yaptıktan sonra sözü Mehmet Ümit’e bıraktı.
Tebliğini Şii fırkalar, bu fırkaların ortak kabulleri ve farklılıkları üzerine kuran Ümit, konuşmasına Şia’yı, “Hz. Peygamberden sonra hilafetin ya da imametin Hz. Ali ve evlatlarının hakkı olduğunu düşünen gruplar” şeklinde tanımlayarak başladı ve bu temel düşüncenin kabulünden sonra doğan farklı anlayış ve inançların mezhebi nasıl şekillendirdiğini, gruplaşmaların nasıl oluştuğunu değerlendirdi. Konuşmasında, Şia içerisindeki ilk siyasi farklılaşma olan Zeydiyye ile ana bünye olan İmâmiyye fırkaları üzerinde yoğunlaşan, bunların ortaya çıkış şartlarını ve anlayışlarını karşılaştırmalı olarak ele alan Ümit, bu iki fırkanın öncesinde yahut içerisinde oluşmuş, kimisi oldukça uç fikirlere sahip (“Gulât” başlığı altında değerlendirilenler gibi) birçok farklı grubun varlığından bahsetti. Bunlara örnek olarak da Hz. Hüseyin’in vefatından sonra imametin Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olmayan oğlu Muhammed Bin El-Hanifîyye ile devam etmesi gerektiğini düşünen Keysaniyye fırkasını verdi.
Ümit öncelikle, muhalif kaynaklarda olumsuz nitelik atfetmek amacıyla Râfızîlik olarak nitelendirilen ve süreç içerisinde bugün Şia’nın ana bünyesi kabul edilen îsnâ-aşeriyye’ye (“on ikiciler” olarak da adlandırılan, nebevi otoritenin on iki imam vasıtasıyla aktarıldığını düşünenler) dönüşen İmâmiyye Şiası’ndan bahsetti. Bu fırkanın imamette nass ve tayin anlayışı ile vasilik gibi fikirlerinin özellikle 6 ve 7. imamlar olan Ca’fer es-Sadık ve Mûsa el-Kâzım döneminde netleşmeye başladığını ifade etti. Ümit’e göre, fırkalar bağlamında ciddi bir kırılma noktası, 11. imamın vefatıyla 12. imam Muhammed el-Mehdî’nin gaybete girmesi sonrasında ortaya çıkan on dört farklı gruptan birinin dördüncüasrın ikinci çeyreğinden itibaren Îsnâaşeriyye olarak devam edişi idi. Ümit, bir diğer önemli husus olarak, imam silsilesi devam ederken 9 ve 10. imamların bu liderlik makamına çocuk yaşta erişmelerinin, imamların bilgiye sahip olma yollarını tartışmaya açtığını belirtti ve o dönemde imamların bilgisinin kesbî değil vehbî olarak elde edilmiş olduğu, bu yüzden de otoritelerinin sorgulanamayacağı sonucuna varıldığını bildirdi. Şia’da gruplaşmaların yaygınlığına dikkat çekmek için Nevbahtî’den yaptığı alıntıyla, her imamın vefatından sonra bir önceki imamın taraftarlarının farklı sayılarda fırkalara ayrıldığını belirten Ümit, bu durumu 6. imam Ca’fer es-Sadık’tan sonra imamlığın oğlu İsmail’e ait olduğunu savunan ve bugün en önemli Şii fırkalarından biri olan İsmailiyye ile örneklendirdi.
İkinci olarak, Zeydiyye fırkasıyla ilgili açıklamalarda bulunan Ümit, bu fırkanın hicri 122 yılında Hz. Hüseyin’in torunu Ali Zeynelâbidin’in başlattığı ayaklanmaya destek verenler ile oğlu Zeyd bin Ali’nin yanında yer alanlar tarafından ortaya çıkarıldığını belirtti. Dolayısıyla Zeydiyye fırkası itikadi olmaktan ziyade siyasi bir farklılaşma sonucu doğmuştur. Ümit’in aktardığı bilgilere göre, itikadi bünyeyi Kasım el-Resi döneminde kazanan Zeydîlik, kendisinin yetiştirdiği talebelerin İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerine gidişiyle İran’a ve Yemen’e kadar uzanmış, aynı zamanda olgunlaşmıştır.
Ümit, konuşmasının son kısmında İmâmiyye ve Zeydiyye arasındaki farklıkları ele aldı. Zeydilere göre, ilk üç imam olan Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin meşrudur ve nass ile tayin edilmişlerdir. İmamet de, gerekli nitelikleri taşıyan Hasan yahut Hüseyin’in evlatlarındanbiriyle devam etmelidir. Buna karşın, İmâmiyye’de Hz. Hüseyin soyundan devam etmesi gereken bir imamet anlayışı mevcuttur. Zeydilikte, İmâmiyye’den farklı olarak, ilk üç imam dışındaki imamlar “ismet” sıfatı taşımazlar ve yapıp ettiklerinin hesabını vermek durumundadırlar. Zeydiler, Gâib İmam Mehdi anlayışını da kabul etmezler. İmamın aralarında olması ve yaşamıyla örnek olması gerektiğini düşünürler. Ayrıca, hem imamların masum olduklarına inanıp onları ismet ve takiyye anlayışlarıyla peygamberler seviyesine, hatta peygamberlerden üst seviyeye çıkardıkları hem de gaybet anlayışını benimsedikleri için İmâmiyye’yi sert bir biçimde eleştirirler. İki fırkanın ayrıldığı bir diğer husus olarak Ümit, 12. imamın kıyametten önce geri gelirken ibret olarak yanında bir grup çok iyi ve çok kötü insanıbulunduracağına ilişkin “ricad” fikrini öne sürdü. Ancak, mehdinin gayb imam değil Hz. Hasan veya Hüseyin’in oğullarından biri olduğuna inanan Zeydiler, bu fikre şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Ümit, özellikle “tevhit” ve“adalet” gibi konularda iki fırkanın arasında ciddi bir ayrılığın bulunmadığını, temel farklılıkların imamet meselesi etrafında şekillendiğini belirterek konuşmasını noktaladı.
İkinci konuşmacı olarak sözü Bekir Kuzudişli aldı ve Şia hadis rivayeti hakkında temel yaklaşımları özellikle îsnâ-aşeriyye üzerinden açıkladı ve Ehl-i Sünnet ile kıyasladı. Kuzudişli, Hz. Peygamberin ağzından çıkan bir hadisin Küleynî’nin el Kafi’sine, temel Kütüb-i Erbaa’ya (Şia’nın dört temel hadis kitaplarından birisidir) nasıl geçtiği ve Ehli Sünnet’in üzerinde önemle durduğu “isnâd” hususunun Şia’da nasıl değerlendirildiği sorularıyla tebliğine giriş yaptı. Ardından, Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki üç temel probleme dikkat çekti. Bunlar; Şiilerin, Kuran-ı Kerim’in yapılan çeşitli çıkarmalarla tahrif edildiğini düşünmeleri, sahabeleri gasıp ve zalim olarak nitelendirmeleri ile en temelde “hilafet” meselesindeki görüşleridir. Şia’ya göre, Hz. Peygamber kendisinden sonra halife olacağını Hz. Ali’ye söylemesine (Gadir-i Hum olayı) ve o dönemde bu durum kabul edilmesine rağmen, Hz. Peygamber ölünce sahabeler bu buyruktan yüz çevirerek zalim; Hz. Ali’nin halifelik hakkını elinden alarak gasıp olmuşlardır. Hz. Ali de kendisiyle kıyam edecek kırk kişi bulamadığı için takiyyede bulunmak zorunda kalmıştır. Kuzudişli, Kuran-ı Kerim’in tahrifi inanışını bu bağlamda değerlendirerek hilafet gibi önemli bir mevzuun hiçbir ayetle bildirilmemiş olmasının Şiileri Kuran-ı Kerim’de çıkarmalar yapıldığını düşünmeye sevk ettiğini vurguladı.
Kuzudişli’ye göre, Şia’nın hadis anlayışının en temel meselelerinden biri, Peygamber sözü ile imam sözü arasında hiçbir fark olmaması ve bir hadisin güvenilir sayılması için imama ulaşmasının yeterli görülerek hadisi Hz. Peygamber’e nispet etmeye gerek duyulmamasıdır. Temel kitaplardan olan Men lâ yahduruhul fakîh’deki rivayetler incelendiğinde; yüzde atmışının 6. imam Ca’fer es-Sadık, yüzde on beşinin 5. imam Muhammed el-Bâkır, yüzde yedisinin Hz. Peygamber ve yüzde beşinin de Hz. Ali’ye dayandığının tespiti, bir taraftan Şia’da imamların koşulsuz masumiyetine ve Peygamber’in rivayetlerini en güzel taşıyan grup olduklarına olan inançlarını gösterirken, diğer taraftan imamların bilgi kaynaklarını sorgulamaya açmaktadır. Bu bağlamda Kuzudişli’nin saydığı ve varlıkları iddia düzeyinde kalan üç-dört çeşit kaynak; imamların babaları kanalıyla öğrendikleri şifahi rivayetler, Peygamberin bizzat kendisinin Hz. Ali’ye yazdırdığına inanılanve fıkhi konuları kapsayan Camia adındaki büyük kitaptan alınan yazılı rivayetler, Peygamber’in vefatından sonra Hz. Cebrail’in Hz. Fatıma’yayazdırdığına inanılan Mushaf-ı Fatıma ve hilafetin Hasanilerde değil Hz. Hüseyin ve onun soyunda olduğunu gösteren belgeleri içeren Cefridi. Bu kaynakların zenginliğine ve imamların masumiyetine inanan Şiiler, gasıp ve zalim olarak niteledikleri sahabelerden rivayet almayı kabul etmemiş ve yanıldıkları belli olup olmayan şahıslar vasıtasıyla hadislere ulaştıkları için Ehl-i Sünnet’i eleştirmişlerdir. Burada, imamlar bütün bu bilgi kaynaklarından beslenmesine rağmen, neden Ca’fer es-Sadık’tan sonra bilgilerin Ehl-i Sünnet’e benzer şekilde râviler yoluyla aktarıldığı sorusunu gündeme getiren Kuzudişli; cevabın, “çocuk imam” meselesinde saklı olduğunu, imamların Allah tarafından kalplerine yeni bilgiler ilka edildiği için muhaddes ve müfehhem kimseler olduğuna inanılsa da küçük yaşın hadis aktarımını engellediğini ve hicri ikinci asrın ortalarından itibaren imamlara verilen rolün hadis rivayetinden hadis kitabı tashihine kaydını belirtti. Buradan hareketle Kuzudişli, dört yüz asılın imamlar huzurunda yazıldığını, bu asıllardan ara kitapların oluşturulduğunu ve ara kitaplardan da Kütüb-i Erbaa’nın kaleme alındığını ifade ederek konuşmasını sonlandırdı.
Son bildiri, kitaplara aktarım sürecinde hadisleri bir sonraki nesle ulaştıran râvilere ve bunları tanıtan rical eserlerine odaklanan Enes Topgül’e aitti. Topgül, Şii ricalliteratürü hakkında bilgi verdiği, literatürün kırılma noktalarını ele aldığı, Şii ve Sünni rical literatürünü karşılaştırdığı bir tebliğ sundu. Şii râvi etütlerinin, Ca’fer es-Sadık sonrası normal rivayet anlayışıyla başlatıldığını ifade eden Topgül; Sünni dünyada râvilerde “sika” (güvenilir), “zapt sahibi” (aldığı şeyi iyi nakleden) ve “itikadı sağlam olmak” gibi şartların aranmasına benzer şekilde Şia’da da kimi râvilerden gelen rivayetlere karşı konulan sınırlar “ilecerh vetad’il” (rivayetlerin ret ve kabulü) şartlarından bahsetti. Şia dünyası dışındakilerin “âmmî”, yani “mezhebi bozuk” olarak nitelendirildiğini ve Şii rical kaynaklarında âmmîliğin cerh sebebi olarak görüldüğünü; bunun yanı sıra Fatahi, Navusi, Zeydi gibi erken dönem Şii fraksiyonlara sahip olanların da rivayetlerinin kabul edilmediğini vurguladı.
İmamet teorisinin gündemde olduğu ama tam olarak şekillenmediği üçüncü asrın başlarında kaleme alınan rical metinlerinde bir imamet sırasını veya tabakatını takip etmenin mümkün olmadığından, buna istisna teşkil eden Berkî’nin Kitâbü’l Rical’inde ise Hz. Peygamber ashabından başlanarak imam silsilesinin sırayla bildirildiğinden ve “imam” başlıkları altında bir takım râvi isimlerinin zikredildiğinden bahseden Topgül, bu tip en erken rical metinlerinde dahi cerh ve tad’il’e yer verildiğine dikkat çekti. Üçüncü asrın sonuna kadar benzer şekilde kaleme alındığı görülen rical metinleri dördüncü asırda farklılaşma göstermekte, bir kısmında râviler rivayetleri üzerinden cerh ve tad’il’e tabi tutulurken –ki tek örneği Keşşî’ye aittir-, bir kısmında ise sadece imamların altına isimler dizilmektedir.
Keşşî ve eserinin diğer rical literatüründen farklılığını da irdeleyen Topgül, Keşşî’nin yaşadığı Semerkant-Keş bölgesinin Şii merkezlerden uzaklığına dikkat çekti. Ardından, Keşşî’nin kendisiyle aynı bölgede yaşamış hocalarından yaptığı alıntılardan hareketle, “râvi ile rivayetini eşleştirerek verme” düşüncesinin bu bölgeye mahsus olabileceğini vebu türde kaleme alınan eserlerediğer coğrafyalarda rastlanmadığını belirtti. Topgül, Şii rical literatüründe bir yığın meçhul râvi ve rivayet bulunmasının, bir râvi hakkında sıkça çelişkili hükümlerle karşılaşılmasının ve aynı bilginin farklı imamlara nispet edilmesinin yarattığı karmaşaya karşın, Keşşî’nin bu bilgileri isnadlı vermesinin önemini vurguladı. Bu bağlamda önemli bir kırılma noktasının da, Hillî ekolü tarafından rical literatürüne armağan edilen, râvileri “güvenilir” ve “zayıf” şeklinde ikili bir tasnife tutma düşüncesi olduğunun altını çizen Topgül, zayıf râvileri derleyen eserlerin ilk kez beşinci asırda görüldüğünü belirtti.
Konuşmasının son kısmında, Sünni-Şii literatürünü karşılaştırmalı olarak ele alan Topgül, Sünni eserlerde görülen râvinin adı, künyesi, râvi hakkında ulemanın kanaatleri, râvinin rivayetlerinden örnekler, muhellifin râvi hakkındaki kanaati ile râvinin vefatı şeklindeki düzenli ilerleyişe Şii rical literatüründe rastlanılmadığını, dolayısıyla bu eserlere bir bakıma kaosun hakim olduğunu ifade etti. Sünni literatürde “cerh şartı” olarak önem verilen ve râvinin sika olması, kitabının muteber olması, meşru bir yolla rivayeti hocasından alması gibi hususlar Şii dünyada genellikle göz ardı edilmiş; râvinin itikadının sağlamlığı ise öne çıkan tek kriter olmuştur. Son olarak Topgül, rical kaynaklarına demografik yapıyı analiz etme gözüyle de bakılabileceğini ve bu yolla hocaların rihle yönleriyle ilim alma şekilleri hakkında fikir elde edilebileceğini vurgulayarak sözlerini tamamladı.