Ahmet Uluçay’ın Hikâyesi: Küller ve Kemikler
Kırkambar Kitap programının 5 Aralık’taki konuğu Hasanali Yıldırım, mevzuu ise Ahmet Uluçay’ın Kasım 2015’te Küre Yayınları’ndan çıkan ve sıcağı sıcağına üzerinde konuştuğumuz Küller ve Kemikler kitabıydı.
Yıldırım’ın kitapla ilgili belki yazının sonunda söylememiz gereken tespitini en başta dillendirerek söze başlayalım: Bildiğimiz, alıştığımız manâda bir edebi metinle muhatap değiliz; elimizdeki bambaşka bir metin. Belli ki bir dâhiyle karşı karşıyayız.
Yıldırım’a göre onu dâhi kılan şey, engelleri yenme kudreti. Deha deyince, yaygın kanaatin aksine, üstün bir yetenekten ziyade bu engelleri yıkmak için mutlaka bir yol bulan kişi ve ayrıca onu emsallerinden ayıran gayret ve aldığı mesafe anlaşılmalı. Daha önce, özellikle kısa filmlerinde, teknik imkânsızlıkların Uluçay’ı keşif yapmaya, icat etmeye sürükleyip bu durumu nasıl büyük bir avantaja dönüştürdüğünü görmüştük. Dahası, imkân, eğitim (bilgi), gayri tabiilik, çocukluktan uzaklaşma gibi bir sürü art anlamlar devşirebileceğimiz şehrin kapılarından katbekat uzakta, Tepecik köyünde yaşayan bir sinema âşığının muhayyilesinin nelere kâdir olduğunu da. Şimdiyse ondaki dehanın gücüne bu defa edebiyat cephesinden şahit oluyoruz. Gelelim metinde bu dehanın izlerini sürmeye:
Bir senaristin, çekmek için yanıp tutuştuğu “Bozkırda Deniz Kabuğu” filminin senaryosunu yazma macerasını anlatır Küller ve Kemikler. Senarist, karşısına kendi filminin kahramanını almıştır. Sayfalar ilerledikçe fark ederiz ki senarist, kahraman, yazar, Yakup ve geleceğin yönetmeni gibi altbenliklerin tümü aynı kişidir aslında. Kısacası alıştığımız tarzdaki rüya içinde rüya gören adamın hikâyesi değildir bu. “Rüya içinde rüya gören adamın rüyasını anlatan adamla karşı karşıyadır okur.”
Kitapta okuru hayrete düşüren bir başka unsur, dil ve ifade kudretidir Yıldırım’a göre. Kimseninkine benzemeyen, tamamen Uluçay’a özgü bir dildir bu. Kitabın hayli dikkat çeken önemli bir niteliğiyse, bugüne kadar karşılaştırdığımız edebi metinlerde göremediğimiz bir sezgi kudretini ele vermesidir. Sezgi burada kurgunun açığını kapamış, hemen her sorunu gizli bir hazine olan sezgi yoluyla çözmüştür yazar. Kitabın, okuru adeta çarpan, çok sık karşılaşmadığımız bir başka hazinesi ise hiç kuşkusuz Uluçay’ın günyüzü görmemiş, dehşetengiz hayal gücüdür.
Uluçay’ı bu metni yazmaya zorlayan önemli sebeplerden biri onun çocuklukla olan bağıdır belki de. Pek çoğumuzunkinden çok daha sahici, birebir bir bağdır bu. Kitabın başlangıç sahnesi bize bu hususta önemli ipuçları verir: Yarı bodrum bir oda, kış, kar ve yarı açık pencereler. Sürekli çocukluğuna dönmek isteyen bir anlatıcı buluruz karşımızda; mutsuz bir çocukluktur hâlbuki. Bu manada açılış sahnesi rastgele seçilmiş bir mekân değildir. Bu yarı karanlık oda, pekâlâ bir mezar ve hatta bir ana rahmi olarak okunabilir. Kitabın bir diğer vasfı da yarım kalmışlığıdır, âdeta yazarıyla kader birliği etmişçesine.
Hasanali Yıldırım’ın kitapla ilgili son tespitleri de hayli dikkat çekici: Uluçay yaşasaydı, birkaç başka şey yazsaydı Türk edebiyatındaki yeri farklı olurdu. Fakat tıpkı Sabahattin Ali gibi o da yarım kalmış bir hikâyedir. Asıl eserini verememiş bir yazar. Tıpkı çekemediği filmi gibi:
“(…) Bozkırda Deniz Kabuğu adlı uzun metrajlı bir projem var. Size her yıl olmak üzere, dokuz kere o şansı veren adamı arıyorum. Yapımcımı arıyorum. Dünyanın en gözü kara adamının ‘Deniz kabukları’nın ellerine birer değnek verip, ‘Terminatör’leri, dinozorları taa Amerika’ya kadar kovalatmaya aday adamı…” (Ahmet Uluçay, Antrakt, Mart 1995)
Yazık ki okuyucusunu, içindeki Yakup’u çekmek için yanıp tutuşan bu sinema müptelâsına o şansı vermeyen adamların utancıyla baş başa bırakarak son buluyor Küller ve Kemikler; damakta bıraktığı çok acı bir tad ile.