İnatçı Leke

Paylaş:

TYB 2015 Öykü Ödülü’ne lâyık görülen üçüncü kitabı İnatçı Leke’yi ve genel olarak hikâyeyi konuştuğumuz Handan Acar Yıldız’la söyleşimize klasik bir soruyla başladık: “Sizce hikâye nedir?”

Yıldız’a göre hikâye (ve genel olarak edebiyat), aslında tekil olan ile çoğul olanı birleştirme, bütünü parçanın içine sığdırabilme gayreti. Aynı zamanda bilinci koruma çabasıyla da yakından ilintili. Çünkü hikâye aslında bilinci kaybetme ânı değil, kendini hapsedilmiş hissederken benliğini koruma mücadelesi. Öyle ki bilincimiz ve bilinçdışımız hep aynı anda zar atıyor ve ikisi birden aynı sayıyı gösterdiğinde hikâyenin fitili ateşleniyor. Zihnimiz öyle ilginç ve müthiş bir işleyişe sahip ki hemen her şeyi fotoğraflıyor ve ‘çekmecelerde’ saklıyor. Bu fotoğraflar gerçek dünyada ufacık bir şeyle çakıştığı zaman ise hikâye ortaya çıkıyor; duyguların ötesinde duyumla da ilgili bir deneyim bu ve okumak da bu fotoğrafların sayısını artırıyor.

Yıldız, özellikle son dönem öykülerinde daha sembolik ve çağrışımlı bir öykü dilini tercih etmesinde (“Korkuyu Beslerken” hikâyesinde karakterin kendisi korku meselâ), yazdıkça okuyucuya daha fazla güvenmesinin ve daha az konuşma ihtiyacı hissetmesinin de payı olduğunu belirtiyor. Fakat bu, metni matematiksel bir formüle dönüştürme maksadıyla yapılmış bir ‘şifreleme’ değil elbette. Zaten şifrelerin açılımı da kişiden kişiye değişiyor; kiminde genişleyip çoğalıyor meselâ ve böylece tekilde çoğulu, çoğulda tekili yakalama imkânı doğuyor. Ona göre yazmak, “yazarın kendi mağmasına dokunması adeta, kabuktan daha derine inip kendi lav denizinde yüzmeye çabalaması; en çok da huzur arayışı”. Yazmak ile aramak sözcükleri arasında çok kuvvetli bir bağ var. Kısacası edebiyat, konfor içinde değil, her türlü zorlukla birlikte üretilen-üreyen bir alan; hatta bir arayış ve yangın.

Yıldız’a göre, edebiyatın bireyin yalnızlığına ya da varoluşsal sorunlarına eğilmesi, toplumdan ya da toplumsal acılardan koptuğu anlamına gelmiyor. Kafka’nın sabah kendisini böcek hissederek uyanmasını, 1. ve 2. Dünya savaşlarında maruz kalınan acılardan uzak bir yere koyamayız. Ya da “Bir Köy Hekimi”ni, sadece bir yarayı tedavi etmeye çalışan bir doktorun hikâyesi gibi okuyup geçtiğimizde, metinde belki de insanlığın yarasından bahseden çok daha derin katmanları ‘ıskalayabiliriz’.

Bu minvalde İnatçı Leke’de de, kişisel olan ile toplumsal olan birbirinden ayrılmıyor. Hiçbir öyküsünün apolitik olduğunu düşünmeyen Yıldız, savaşı anlatırken savaşa savaş dememeyi tercih ediyor ve dolambaçlı ve tali yolları sevdiğini belirtiyor. Kitap, kendi tabiriyle duvarı sevmeyen hikâyelerden meydana gelmiş; istendiğinde öbür tarafa geçebilme imkânı veren ve duvara toslansa bile bu çarpma ânını gayet acı bir şekilde ifade eden öyküler bunlar. (Zaten, yazarın ilk kitabı da Cam Koridor adını taşıyor.) Yıldız, karakterlerin isimlerini zikretmeyişini de bununla irtibatlandırıyor: Böylece, okuyucu bu isimsiz kahramanlarla daha fazla özdeşleşebilir. Dil ve anlatımda ‘ben’ dilini tercih etmesi ise yine duvar yerine daha esnek olan camı yeğleyişinin bir tezahürü. Aynı zamanda, “hakkımda ne düşünecekler” kaygısını umursamadığını gösteren kendince bir cesaret. (Oradaki ‘ben’e yöneltilecek okları rahatlıkla göğüsleyebilmek anlamında tabii.)

Niçin roman değil de hikâye? Yazara göre öykü çağımızla daha özdeş bir tür; bu zamanın zihinsel işleyişine çok daha uygun. Günümüz öyküsü; parçalı yapısı, zumlama özelliği, hatta vurkaç (gerilla) tekniği gibi birçok sebepten, hani neredeyse, deklanşöre basıldığında çıkan ses gibi. Bu yüzden öyküde son dönemde fantastiğe olan ilgide sinemanın da payı büyük. Özellikle genç kuşak, görsel bir bombardıman altında adeta ve artık yönetmenler de çay bardağına çay bardağı dememe ihtiyacını duyuyor. Bu sebeplerle öykü son dönemde yükselişte. Tabii bu niceliksel artış zamanla niteliksel çoğalmayı da mecburen dayatacak. Yıldız’ın, romana da mesafeli durmadığını ve hatta bir roman üzerinde çalıştığını belirtmeden geçmeyelim.

Yazarın çekincelerinden biri de acıyı anlatırken arabeske düşmemek: ajite etmemek fakat acının dozajını da azaltmamak. Bunu da en iyi ironinin sağladığı görüşünde, çünkü ironik öykülerin alt katmanında hep acı yatıyor. Her ne kadar neo-Marksistler bunu, “acı aynıyken acıyı eğlenceli hâle getirmek de ne demek!” diye eleştirse de, aslında acı eğlenceli hâle getirilmeyip sadece farklı bir tabakta sunuluyor.

Peki, yaşanan can yakıcı hadiseler ve toplumun geçirdiği travma göz önüne alındığında, savaşı savaş kelimesini kullanmadan anlatabilmek mümkün mü; ya da onu popüler kültürden çıkarıp gerçeğin yakıcılığında ifade edebilmenin yolu nedir? Yıldız’ın bu soruya verdiği yanıtı kısaca özetlersek, insan, belli bir estetik değer geliştirmişse ya da ruhsal-sezgisel anlamda bir derinliği varsa, zamanla gerçek (acı) ile naylon olanı mutlaka seçer. Bu manada popülerlik bir risk değildir. Edebiyatta da tarihte de hiçbir şey laboratuvar ortamında yetişmez; her şey kendiliğinden gelir. Kaldı ki sadece son on yılda değil, dünya kurulduğundan bu yana gürül gürül akan bir kan var ve bu kanın bir ırkı yok. İnsan(lık), acıyı acı olarak algılayıp ona kendi zihniyetine, ideolojisine, aldığı terbiyeye göre bir mesafe/konum belirlemekten vazgeçtiğinde gerçek bir bilinç oluşur ve gerçek edebiyat eserleri doğar. Kısacası sorun, acıyı da insan olarak algılamakla ilgili.

Farklı sorularla hayli genişleyen sunumda ele alınan meselelerden biri de yazarlık ile zihin arasındaki ilişkiydi: “Tam da o yazma deneyimi içerisinde bunu nasıl yorumluyorsunuz?” Yıldız’a göre, tıpkı fizyolojik DNA’larımız gibi psikolojik DNA’lara da sahibiz. Her birimizin (hafızalarımızda depolanan üst üste gelmiş sesler, görüntüler vs. ile) ayrı bir birikimi, dolayısıyla da farklı bir ‘bakış’ı var; bu çok büyük bir zenginlik. Yazar, bu nevi şahsına münhasır olma hâlini ‘sermaye’ye dönüştürebilen kişi demek belki de. Postmodern edebiyat bu yolda nokta yerine soru işaretleri koyarak ilerliyor. Klasik dönemde bu boşluğu inanç dolduruyordu; Aydınlanma çağının mottosu ‘duyduğuma inanırım’ idi ve duyulara bu aşırı güven, bilimsel tıkanmaya (ve atom bombası icat edip daha çok insan öldürmeye) yol açtı. Postmodernizm ise duyusal olan ile duygusal olanı bir şekilde birleştirme çabası; insanoğlunun, sürekli yükselişte olduğu ve hep ilerlediğine dair katı inancını sorguluyor. Bu yüzden de sonuç hep soru işareti ve bulanık. Çünkü bakışımızı yaşadığımız çağdan soyutlamamız ve bulunduğumuz odanın dışına çıkmamız imkânsız. Ancak, kendi ruhumuza daha fazla temas edip hakikate yol almaya çalışarak boyutumuzu biraz genişletebiliriz; yine de insan çok özgür bir varlık değil.

“Eco, postmodernizm için ‘masumiyet çağının sonu’ diyor. Postmodernizm aslında imkânsızlık içinde bir imkân mıdır?” Yıldız’a göre, postmodern edebiyatta pek çok yöntem beliriyor: ironi, üstkurmaca, (daha öncesinden) bilinç akışı vs. Tüm bu yollar, sadece olayı değil, olayın arkasındaki olguyu deşmek için de büyük birer hazine. Kaldı ki interneti açtığımız anda binlerce görüntünün beynimize hücum ederek adeta algı bombardımanına uğradığımız bir çağda meselelere determinist bir şekilde yaklaşmamız neredeyse imkânsız; bu yüzden de tepkisellikten ziyade, çağın dayattığı bir ifade biçimi. Yine de yazar bu hazineyi tümden harcamak zorunda değil. Yıldız, en çok parçalamayı ve parçaların yerini değiştirmeyi bir teknik olarak kullanıyor; bunun dışında zaman zaman ironiyi. Üst kurmacayı ise okurun zihnini dağıttığı ve ‘ciddiyetsizliğinden’ dolayı öykünün duygusal olarak içini boşattığını düşündüğü için pek tercih etmiyor. Tabii, şerh düştüğü noktalar da var: Fantastik, bilinç akışı, büyülü gerçekçilik vs. gibi yöntemler, kimilerinin zannettiği gibi “ben yaptım oldu” şeklinde anlaşılmamalı; ya da sadece bir ‘oyunculuğa’ dönüşmemeli. Edebiyat ne sadece bir ‘iç dökme’, ne de (sanatın her dalı için) sadece zekâyla kotarılabilecek bir mecra; bakmanın yanısıra sezme ve hissetme becerisi de.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir