Alafranga Hâlleri: Geç Osmanlı’da Âdâb-ı Muâşeret

Paylaş:

Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin Tezgâhtakiler konuşma serisinin konuğu olan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Fatma Tunç Yaşar, doktora tezini genişleterek yazdığı Alafranga Hâlleri: Geç Osmanlı’da Âdâb-ı Muâşeret kitabını sundu. Âdâb-ı muâşeret ve alafranga kavramlarının Osmanlı için neler ifade ettiği hususları, Osmanlılar’ın alafranga ile nasıl yüzleştiği ve geç Osmanlı kavramının hangi döneme işaret ettiği hususları, konuşmanın girizgâhı oldu.

Yaşar, geç Osmanlı dönemi ile erken modern olarak tabir edilebilecek 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinin problematik bir zaman ifadesi olduğunu vurgulayarak söze başladı. Yazara göre kitabın başlığında yer alan bu dönemin kapsayıcı bir ifade olarak görünmesinden ötürü biraz da mecburi bir tanımlama aracı olduğunu eklerken aslı İngilizce yazılan tezinden yaptığı Türkçeleştirmede âdâb-ı muâşeret ve alafranga kavramlarını birbirlerinin karşılığı olarak kullanamadığından ötürü iki kavramı da içeren bir başlık tercihinde bulunmuş.

Yaşar, özellikle Nevin Meriç’in kitabından etkilenerek araştırmalarına başlamış ve bu alanda literatür odaklı bir çalışma gerçekleştirmiş. Bu alanı “denizde tuz aramak gibi” nitelendiren Yaşar, çalışmalarını spesifikleştirmek için geç Osmanlı döneminde kaleme alınmış görgü kurallarını ihtiva eden kitapları esas kaynaklar olarak kullanmış. Görgü kurallarının gündelik hayattaki izlerini aramak yerine, kitapların bu konuyla ilgili neler söylediği ve dönemin literatüründeki karşılıklarının neler olduğunu odağa almayı tercih etmiş.

Âdâb-ı muâşeretin çokça kaleme alınmaya başlandığı bu dönemde, nasıl yaşandığı ve uygulandığından ziyade ne şekilde algılandığı ve ne şekillerde ifade edildiğine eğilen yazar, çalışmasını onbeş kitap üzerinden temellendirmiş. Bu kitaplarda âdâb-ı muâşeret yazarlarının farklılaştıklarını görmüş. Daha gelenekçi sayılabilecek ve Osmanlı’nın geçmiş ritüellerini kimi değişikliklerle sürdürmeyi hedefleyen eserlerle yalnızca Batı usûlü görgü kuralları kitabı kaleme alan yazarlar ve bunların sentezi konumunda görünebilecek metinler, farklı yaklaşımlar sergilemektedirler.

Batılılaşmanın temayüz ettiği geç Osmanlı döneminin Avrupa kaynaklarının çoğunda “nezaket yüzyılı” olarak adlandırılması, Osmanlı literatüründeki kaynakların nereden alındığını ele veriyor. Görgü yüzyılı sayılan bu dönemde görgü kurallarının çok fazla kitaba konu olması ve bu kitapların sayısında yaşanan artış ve art arda yayınlanmaları, Yaşar’a göre batılılaşma ve alafrangalılaşma paradigmasını doğruluyor. Fransızca üzerinden yapılmış tercümeler ile Osmanlı coğrafyasına kazandırılmaya başlanmış bu yayınların karşısında ise farklı tavırlar alınmış. Tercüme edenlerin her birinin izlerini onların baş etme yöntemleri, farklı hesaplaşma ve uzlaşma süreçleri ile metinlerde görmenin mümkün olduğunu belirten Yaşar, her birinin özgün bir şekilde kendi metinlerini kaleme aldığına değiniyor. Kimi zaman yazarı orijinal dilinde yalnızca “centilmen, aristokrat” vb. gibi ifadelerle geçiştirilmiş metinlerin tercümelerine yazarların rahatlıkla kendi adlarını verdiklerini de vurguluyor. Kendi dönemleriyle çağdaş metinleri tercüme ettiklerini de ekliyor. Bunu belirtirken de dönemin tercüme geleneğinin izlerini metinlerde gördüğüne değiniyor ve yazarın kendi kimliğini ve görüşlerini metne dahil ederek bir çeviri gerçekleştirdiğini, yani neredeyse telife yaklaşan metinler ürettiğini söylüyor. Bunu, biri Fransızca diğeri Arapçadan tercüme edildiği belirtilen iki kitabın İslami söylemi eşit derece paylaşmasıyla örnekliyor. Çoğunluğu tefrika biçiminde gazetelerde yayınlanan bu kural dizileri 1889’da ilk kez kitap olarak -geç bir tarihte- ortaya çıkmış. En son basımları ise özgün eser olarak 1918’de, yeniden basım olarak da 1923’te görülüyor.

Zarafet, nezaket, centilmen, edep, terbiye gibi kavramların çoğunun farklı başlıklar olarak yer aldığı metinlerin aşağı yukarı aynı şeylere işaret ettiğini belirtirken kimi zaman da bu farklı kavram tercihlerinin kitabın genel çerçevesi hakkında bilgi verdiğini vurguluyor. Özellikle II. Meşrutiyet sonrasındaki metinlerde geçmişe dair yapılan kıyasların neredeyse tamamında “devr-i sabık” ya da Abdülhamid dönemi kast edilerek bir kıyaslamaya gidildiğini görüyoruz. Bu dönemden önce de âdâb-ı muâşeretin var olduğuna değinen Yaşar, bu zamanda ahlâkın bir parçası olarak görüldüğünü ve ahlâkın bir alt birimi olarak okullarda öğretildiğini ortaya koyuyor. Ahlâk ve âdâb-ı muâşeret arasında kurulan bu ilişkinin özellikle Avrupa kaynaklı çevirilerden sonra ortadan kalktığını ve edep ile bu kurallar arasında zorunlu bir ilişkinin var sayılamayacağını ekleyen Yaşar, Ahmet Mithat’ın “Paris zarafetin merkezidir ancak gayri ahlâki yerlerin de merkezidir.” ifadesiyle konuyu destekliyor.

Dönemin yayıncılarından İbrahim Hilmi’nin bu tip bir görgü kitabının önsözünde bu kitabın bir kullanım rehberi gibi görülmesi gerektiği, bu kuralları yalnızca belirli yerlerde (Avrupalılarla muhatapken) uygulamanın doğru olduğu ve kendi hayatlarına aktarmamaları gerektiği ifadesi ön plana çıkmış. Kimi zaman Osmanlı kimi zaman da alafranga lehine kitapların kaleme alındığını belirten konuşmacı, bu tespitten hareketle daha birçok örnek üzerinde araştırmasını sürdürmüş ve neticede II. Meşrutiyet öncesi ve sonrasında alafrangalılığa dair bakışın farklılılaştığı sonucuna ulaşmış.

Metinlerin kimin için yazıldığı ve kimler tarafından okunduğu üzerine araştırmaları sonucunda Avrupa’daki âdâb-ı muâşeret kitaplarının Avrupalı aristokratların peşinden gitmeye çalışan burjuvalar için yazıldıkları tespitine ulaşıyor. Osmanlı’da ise zabitan ve zarifkesan grupları, Avrupalılarla karşılaşma imkânı bulunan kimseler olarak bu konuda asıl eğitilmesi beklenen grup içinde yer alıyorlar. Öğrenilecek bu bilgilerde amaç, 1909 öncesine dek hep Avrupalılarla kurulan iletişimi sağlamakken sonrasında umum için bir meşrulaştırma hareketinin varlığına temas ediyor Yaşar. Herkesin öğrenmesi gereken zaruri bilgiler olarak görülen bu kuralların meşrulaştırılması için başvurulan iki argüman ise şu iki fikre dayanıyor: “zaten özü müslümanlardan alınmış olunan adap ve terbiyeyi geri almamızda ne sakınca olabilir?” fikri ve “bu kuralların Hristiyanlıkla hiçbir bağlantısı yoktur.”

Yaşar’ın araştırması sonucunda vardığı tespitlere göre modernleşme bu dönemde âdâb-ı muâşeret kitaplarında sosyal bir proje olarak yer almıştır. Bu modernleşme hareketinin ise sadece üst tabakada kalması hedeflenmiştir. Meşrutiyet dönemi sonrasında toplumun her kesiminde görülmesi zorunlu bir kaideler bütününe evrilmiş, daha çok Avrupa yanlısı bir söylem hakim olmuş, kadınlar ise tüm bu projelerin dışında tutulmuştur.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir