Şeriat-Hakikat İlişkisi Çerçevesinde Tasavvufun Teşekkülü
Medeniyet Araştırmaları Merkezi güz dönemini Tezgâhtakiler yuvarlak masa oturumlarının İslam düşüncesi serisiyle başlattı. Programın konuğu Hacı Bayram Başer, doktora tezinden yola çıkarak bu alandaki netameli meselelerden tasavvuf kurumu hakkında konuştu. Tasavvufu şeriat-hakikat sarkacında değerlendiren konuşmacı, konuşmasının odağına da bu kurumun meşruluğunu yerleştirdi.
Gazali öncesi tasavvufun karakterini teşkil eden şeyin şeriat-hakikat ilişkisi olduğunu ifade eden Başer, tasavvuf hareketini bir ahlâki hareket ya da bir ilim olarak değerlendireceksek onun kimliğini bu ikilikte aramamız gerektiğini söyledi.
Tasavvufun teşekkülünde üç aşama olduğunu belirten konuşmacı bu safhaları sırasıyla eleştiri, kriz, ve uzlaşı olarak ifade etti. Lâkin Başer’in kullandığı biçimiyle bunlar, evrensel kronolojik bir sıralamayı işaret etmiyor. Bazı coğrafyalarda bu dönemlerin hepsini ayrı ayrı görebiliyoruz. Buna karşın bu safhaların aynı anda tecrübe edildiği yerler de mevcut. Mesela Horasan’da hep bir uzlaşı dönemi hakimken Mağrip’te krizin ve eleştirinin bir arada yaşanması gibi.
Tezinde tasavvuf tarihini çalışırken ilk dönem tasavvufunu “zühd dönemi ve tasavvuf dönemi” diye ayıran argümanları sorguladığını söyleyen Başer, klasik metinlerde bu ayrımın bir karşılığını göremediğini söyledi. Oryantalistlerin Hristiyanlıktaki “asketizm ve mistisizm” ayrımını İslam araştırmalarına taşımaları sonucunda bu düşüncenin neşet ettiğini iddia eden Başer, Türkiye ve başka müslüman ülkelerdeki tasavvuf araştırmacılarının da bu görüşü benimsediklerini söyledi. Artık Hristiyanlık araştırmalarında dahi sorgulanan bu dönemselleştirmenin tasavvuf araştırmaları için de geçerli olmadığını ve yanlışlanması gerektiğini savundu.
Başer’e göre erken dönem sufilerin temel derdi, dini düşüncedeki alan ayrışmasının dini hayatta yol açtığı sorunlardır. Mesela fıkıh ilminin sadece ameli mükellefiyetlerle ilgili bir ilme dönüşmesi. Bu ayrışmalar yaşanırken her disiplinin belli bir alanı kapladığı ancak ahlâk alanının boş kaldığını söyleyen Başer, tasavvufun işte bu alanda işlerlik gösterdiğini dile getirdi. Yani dini düşünce gittikçe formelleşti ancak dinin ahlâk tarafını sistematik bir şekle dönüştürecek bir ilim ortaya çıkmadı. Tasavvuf hareketinin bir ilme dönüşmeden önce bu açığı “kitab-ı zühd”lerin doldurduğunu söyleyen Başer, tasavvufun bir ilim olarak teşekkülünden sonra bu kitaplarda da azalma olduğunu söyledi. Başer bu sebeple kitab-ı zühdleri tasavvuf literatürünün ilk örnekleri olarak değerlendirdiğini ve tasavvufun sürekliliğini gösteren bir olgu olarak nitelendirdiğini söyledi.
Konuşmasının sonunda tezinin başlığına ve tasavvuf araştırmalarında kullanılan lûgata değinen Başer, kısa bir literatür eleştirisine girişti. Başer tasavvuf tarihinin temelde iki dönemi olduğunu, bunların da İbn Arabi öncesi ve İbn Arabi sonrası diye ayrıldığını söyledi. Tasavvufun “doğuşu”, “ortaya çıkışı” gibi ifadeleri olabildiğince kullanmamaya çalıştığını söyleyen Başer, tasavvufun Hz. Peygamber’den beri var olduğunu fakat farklı tezahürlerinin bulunduğunu söyledi. Bu gibi ifadelerin İslam’ın tıpkı Hristiyanlık gibi tekâmül eden bir din, yani baştan bütün hatlarıyla olgunlaşmamış ancak daha sonra yetkinleşmiş bir din olduğunu iddia eden oryantalist tezlerin ürünü olduğunu iddia etti.