Şirin’in Düğünü

Paylaş:

Cihan Aktaş, Tahran’da bir müzede Behzat’ın bir minyatürünü gördüğünde, dört yıl sürecek Şirin’in Düğünü’ne zihnen hazırlanmaya başlamış aslında. Bu minyatürde, hiçbir yorgunluk emaresi göstermeden Şirin’i atı Şebdîz’in sırtında dağa çıkartan Ferhad’ın yüzündeki sükûnet, yazarı öylesine etkilemiş ki “Dağ Yolcuları” adıyla bir hikâye yazmaktan kendini alamamış. ‘Taşıma’yı sorguladığı ve “Kim kimi nasıl taşır? Taşımalı mı? Taşımanın bedelleri nedir?” gibi sorulara cevap aradığı bu hikâyeyi -birkaç yayınevinin de önerisiyle- geliştirerek 2000’lerin Hüsrev ü Şîrîn’ini yazmaya giriştiğinde ise çok daha meşakkatli ve uzun bir yola girmiş.

Bu roman için, Nizâmî-i Gencevî’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevisinin (Anadolu’da bilinen adıyla Ferhad ile Şirin efsanesi) 2000’ler Türkiye’sinde yeniden kurgulanışı; içerdiği hadiseler ve temaların günümüze uyarlanıp başka kişiler üzerinden tekrar yorumlanışı diyebiliriz. (Nizâmî’nin yorumunda, âşığın Hüsrev, maşuğun Şirin, rakibin ise Ferhad olduğunu hatırlatalım. Bu üçlü, romanda sırasıyla Faruk, Şirin ve Kürşat olarak hayat buluyor.)

Kitapta tıpkı türlü imajlarla asıl kimliğini gizlemesi istenen Şirin karakteri gibi, yazarın, dönemin faili meçhulleri, dahası insanların kendilerini gizleme eğilimleri ve bunun sebepleri üzerinden şekillendirdiği bu yeni kurguda, “Toplumda bizler ne kadar açık/şeffaf olabiliriz? Kültür, siyaset ve toplum buna ne kadar izin veriyor?” gibi sorular da etraflıca işleniyor hâliyle. Aktaş dönemin ruhunu yerleştirmeye çalışırken, 80’lerden itibaren artış gösteren, İstanbul’daki ölüm tarlaları, asit kuyuları, 28 Şubat, modern muhafazakârlar, kültürel iktidar vs. meseleleri de ihmâl etmiyor. Tam burada yazarın bir söyleşisinde kurduğu şu cümlelere kulak kesilmek gerekiyor belki de: “Kendi gibi olmak kuşkusuz bir arayışla mümkün, ‘kendilik’ sabit bir hâl değil. Korkular ve yalanlar yüzünden dünyevi hayatımızı parodi şeklinde yaşarken nasıl samimi Müslümanlar olabiliriz, bilmiyorum. Daha başlarda Şirin karakteri üzerine düşünürken aklıma gelen bir soruydu bu: Kaç kişi hiç yalana başvurmadan bütün hayatını baştan sona anlatabilir? Sahici bir mahremiyeti sağlamak için önce gerçekten kim olduğumuzu bilmeli, ifade edebilmeliyiz. Aksi halde yalanlara dayalı hayatın çığırından çıkan talepleri tarafından yağmalanıyor varlığımız.”

Aktaş, romanında Erbakan’dan Sakıp Sabancı’ya, Münir Özkul’a, Ümit Yaşar Oğuzcan’a kadar birçok ismin geçmesini ise, izlenimci yanının ve edebiyata bakışının bir yansıması olarak görüyor ve tüm bu intibaların somut birtakım olgulara karşılık gelmesini istiyor. Burada, “Gerçeğe sadık kalırsak o bizi hakikate ulaştırır. Diğer yazılarımı yazarken de gerçekçi olmaya çalışıyorum ki riyaya sapmayayım. Yani sahte şeyler yapmıyorum. Birtakım sahte idealler üzerinden gitmeye çalışmıyorum.” sözlerini de şerh düşelim yeri gelmişken.

Romanda Şirin karakteri öne çıkartılarak tartışılan meselelerden biri de sevgi yolları. Kendisine lâyık olmayan birine, Faruk’a [Hüsrev] âşık olan Şirin, kendisini çok seven, daha ahlâklı ve mert bir Anadolu delikanlısı olan Kürşat’ı [Ferhad] bir kardeş gibi seviyor. Böylece, her ne kadar herkes kendi mizacına uygun bir aşka yönelirse de, ahlâki bir yozlaşmanın içindeki Faruk’u Kürşat’a tercih ederek bunun sırf aşkla ilgili bir durum olmayıp sevdiği adamı müspet mânâda değiştirebileceğine olan inancını ispat etmeye çalışıyor adeta ve bunun için her şeyi göze alıyor. Tabii, “aramayan bulamaz” gibi alt izleklerin de bu puzzle’ın içine yerleştirildiğini unutmayalım.

Şirin’in ön planda tutuluşunun diğer bir sebebi ise, gerek Fars yorumu olan Nizâmî’nin eserinde, gerekse ondan önce Firdevsî’nin Şehnâme’sinde, Anadolu’daki yorumların tersine, Ferhad’ın çok kısa yer alması. Aktaş, efsanenin Türk uyarlamalarında Ferhad’ın öne çıkartılışını, onun sultana karşı işçi-emekçi sınıfını temsil etmesi, dahası bu sultanın İran kralı olup Hz. Peygamber döneminde tebliği reddetmesi gibi sebeplere bağlıyor. Nitekim romanda da Şirin’in Faruk’a telkinleri pek karşılık bulmuyor. Yine de sayfalar ilerledikçe, Faruk’un da içinde başka bir benlik barındırdığını ve “Ben bu değilim, değişeceğim” diyebileceği bir fırsatı/zamanı beklediğini görüyoruz.

Nizâmî’nin eserinde Şirin’in çok bilge bir kadın olarak resmedilişi, Aktaş’a göre alışılmışın dışında bir kadın portresi değil aslında. Mesela Fatıma Mernissi, Kadınların İsyanı ve İslami Hafıza adlı kitabında, aksi yöndeki telkinlere rağmen, tarihsel dönem okumalarında kadınlara hiç de azımsanmayacak bir yer ayrıldığını öne sürüyor. Fakat bizler Farsça ve Arapçadan çevrilenlerle sınırlandığımız için onların kadın literatürleri bizimkinden daha zengin.

Şirin’in Düğünü’ nü, Nizâmî’nin eseri üzerinden kaleme alması ayrı bir sorumluluk yüklemiş yazarın omuzlarına. Çok dikkatli yazması, metaforları doğru aktarması ve bütün bunlar için çok daha fazla kafa yorması gerekmiş. Yine de hayli velûd bir yazar olan Cihan Aktaş için roman yazmak, zihni sürekli onun detaylarıyla meşgul ettiği için, yazarı gereksiz kuruntulardan alıkoyuyor olmalı. Bu vesileyle, Rancière’in (meâlen) “Gerçek, üzerine düşünmek içir kurgulanmalıdır.” sözünü hatırlatan Aktaş’a göre, kendi tecrübelerimizi estetize etmediğimiz için yaşadığımız acılar tarihin kara deliklerinde kayboluyor. Kendi hikâyelerimizi küçümseyerek ve geçmişimizi yok sayarak en çok kendimize haksızlık ediyor; sanat eserini, başkalarının hikâyeleri üzerinden daha anlamlıymış gibi bir öykünme üzerinden var etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki büyük bir tezgâh vazifesi gören roman, hem kendimizle hem de toplumsal mânâda yüzleşebilmemiz için o kadar önemli ki…

Ana hikâyeye dönersek, Şirin’in Faruk’tan vazgeçmeyeceğini anladığında, Kürşat’ın (efsanedeki Ferhad gibi) dağları delmek yerine, çok daha soylu bir amaçla Afrika’ya su kuyuları açmaya gitmesi; Şirin ile Faruk’un birbirlerine kavuştuklarında ise araya başka badirelerin girmesi vs. gibi kimi izlekler üzerinden, Aktaş’ın bu romanda kadın-erkek ilişkilerini ve sürekli bir kavuşamama hâlini ‘didiklediği’ni de pekâlâ söyleyebiliriz.

Son olarak, Cihan Aktaş’ın 606 sayfalık bu hacimli romanı dört senede tamamladığını, bu süreçte konuyla ilgili kitapları, tezleri okuyarak mevzua hazırlandığını, tüm bu yıllar içinde romanı beş kez yazıp farklı aşamalarda farklı kişilere okuttuğunu kısa kısa not düşelim; dahası, Ferhad [Kürşat] ile Hüsrev [Faruk] romanda isim değiştirirken, Şirin’in ve atı Şebdîz’in aynı adları taşımasını Mustafa Kutlu’nun tavsiye ettiğini belirtelim.

Velhâsılı, Şirin’in Düğünü, tüm bu altyapısı, arka planı, ‘gönderme’leri ve sorgulamalarıyla derinlikli bir okumayı fazlasıyla hak ediyor.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir