Nefes

Paylaş:

Sanat Araştırmaları Merkezi’nin ev sahipliğini yaptığı Ahmet Albayrak’ın “Nefes” başlıklı kişisel sergi, nefesin canlılığın bir tezahürü olmasıyla uyumluluk içerisinde vakfın duvarlarına nefes aldırdı, mekânı şenlendirdi. Nefes alan kelimelerdi ve nefes veren de onlardı. Sergi müddetince, vakıf mekânıyla da uyumlu bir şekilde, her bir derslik ve toplantı salonunda kelimeler ve sözler uçuşmaktaydı sanki çerçeve içlerine alınmış, sıralanmışlardı. Havaya karışacaklarına yer-yurt edinmişler, dinlenmeye çekilmişlerdi. Nasıl görsel bir kalabalığa maruz isek, aynı şekilde sözlü ve yazılı söylemin içinde de kaybolmuş durumdaydık. Her bir söze ve her bir görüntüye karşılık vermek imkânı da takati de yoktu. Bu kaybolmuşluk içinde geri çekilme bir model olarak alınamaz mıydı? Geri çekilme ve kendine dönme. En ihmal ettiğimiz kendimiz değil miyiz, bu kadar kendine gömülü yaşayıp giderken… Nefes alıp verdiğimizi bile unutup gitmiş…

Ahmet Albayrak’ın sergisinde bu kelimelere muhatap olan ve kalakalan insanlar değildi, kuşlardı. İlk hissettiğim onları ölü sanıp paniklemekti; bu kadar mı yani, yolun sonuna gelindi mi artık, küçük bedenleri bu kadar ağırlığa tahammül edemedi mi, sözün, sözlerin ağırlığı onlara kurşun gibi değdi de delip geçti mi diye meraklanmak… Meğer onlar ölü değil türlü uyku sorunları ile uğraşan kuşlarmış. Bir süre susmuşlar, belki de diğer sesleri dinlemek istemişler. Sükûtun ve geri çekilmenin ikinci imkânını da bu oluşturmaktaydı. Fakat uykulu hallerin getirdiği kendinden de tam geçmeden, bir sabiteye yapışmış, tutunmuş öylece kalakalmışlardı. Rüzgar torbalarının dizili olduğu iplerdi her birinin tutunduğu. Hepsi de aynı yönden esen rüzgarın bilincinde, yere çakılsalar da rüzgarın ne yönden estiğinin en azından farkında idiler. Sabiteleri buydu. Uçtuklarında direndikleri rüzgarın, uçamasalar da yönünü tayini elden bırakmamak, gerektiğinde kaldığı yerden devam etmenin bir işareti olarak.

Öte yandan her bir esere eşlik etmemişti bu kuşlar. Bazı eserlerin tamamı bu torbalarla dolmuş ve de taşmıştı. Sanki doğanın nefes alıp verişini göstermenin bir yolu idi rüzgar torbaları. “Buradaki rüzgâr torbaları, fiziksel ve manevi canlılığın işareti olan nefes alıp vermenin metaforu olarak zamansızlık ve ölümlülük arasındaki vecd durumunu imliyor” diyor sanatçısı. Albayrak’ın özellikle 2012 sonrası yapmış olduğu kimi eserlerine serpiştirilmiş bu imgeler zamanla merkeze yerleşir. Nefes alıp verişler, hem canlılık hem ölümlülük arasında gidip -gelişlerimize iyi bir metafor oluştururken diğer yandan almanın ve vermenin yanında tutmanın da önemi malumdur ki bir doğumun olmazsa olmazıdır, nefesini içinde tutma ve uygun anı kollama.

İnsanın iki dünya arasılığı, iç dünyası ile dış dünyası, bu dünya ve öte dünya, yeryüzü ve gökyüzü, rüya ve gerçeklik, ben ve çevrem… Tümünün insanın gel-gitlerine sebep teşkil ettiği düşünülürse bu dünyalar arasılığın izinin sürülebileceği metinler olarak okunabilir Albayrak’ın eserleri. Bu geçişler veya düşüşe inat yükselme gayretinin neticesi bir yorgunluk mudur izlenen, dengeyi bulmanın ve kurabilmenin gayretinin yorgunluğu mudur bilinmez. Kuşlardan önce astronotlar vardı, nam-ı diğer elçiler, bazıları kanatlı… Onlar yerçekimine inat havada asılı kalmışlar, ne yere ne göğe aitlerken; kuşlar yeryüzü ve gökyüzü arasında takatsiz kalmış, sırt üstü yere serilmişlerdi ve dahi her defasında kelimeler eşliğinde… Arada kalmanın ve yaralanmanın, uyku ile uyanıklık arasının tüm yorgunluğuna karşılık rüzgar torbaları hareket ve dinamizmin alâmet-i fârikaları olarak okunamaz mıydı? Hepsi olabilir ve olmaya da bilirdi; sanatın, hem hem de’ leri kucaklayan gücü bu değil miydi?

Soralım bakalım, sanatın hem hem de’leri kucaklayan gücünden Ahmet Albayrak yararlanmakta mıydı…

Serginiz hakkında önceliği kendi düşüncelerime vermek, ardından sizinle konuşup sağlamasını yapmak şeklinde bir metot tercih ettim, sizin için de uygunsa. Bu yazılanlar sizce aşırı yoruma girer mi? Sanat üzerine yazarken tercih ettiğim okuyucuyla/izleyiciyle birlikte düşünme, –sanki/ olabilir mi/ böyle ya da değil – ifadelerini kullanmam eserlerin asıl sahibinde nasıl karşılık bulur, merak ettim?

Hayır elbette aşırı yoruma girmez. Bu noktada ne kadar farklı ve bilinçli yorum çeşitliliği olabilirse o kadar verimli olabilmeden yanayım. Ayrıca eser hakkında oldukça belirleyici konuşup izleyiciyi/alımlayıcıyı zincirlemek veya ipoteklemek istemem. Eserin etiketi/texti/prospektüsü eseri kısıtlar ve ölümlülüğünü imler. Belki de bu konuda en özgür ve en doğal olduğumuz bir süreç içindeyiz. Daha önceki dönemlerde böyle bir durum söz konusu değildi diye düşünüyorum. Hem sanat üretimi hem de sanat eleştirisi oldukça katı bir akademizm içindeydi ve elitist bir prangaya sahipti. Şu an tam alıntı kaynağını unuttum ama yazarın da dediği gibi esere dair estetik özerklik alanı artık izleyicinin külliyatı tarafında.  

Sergiyi gezerken hep daha önce yaptığınız işleriniz aklıma gelerek gezdim. Onlar da bana eşlik ettiler. Bir seyir söz konusuydu ve -acaba sonra ne olacak merakını da bende uyandırdı. Sizden antiparantez ricam kuşların ölmemesi yönünde olacak. Devamında ise şunu sormak istiyorum, böyle bir seyir izlediğiniz düşüncesi sizde de net mi yoksa bu şekilde bir öngörü,  yapıp etmelerinizi ne kadar belirleyicidir?

Kuşlar ölü değiller, uyku halinde veya uyuyamama halinde narkoleptik bir haldeler. Yaptıklarım ve kendi üretimim her zaman belli deneyim ve yaşam pratiğim etrafında net bir şekilde yol aldı. Evet, bir alternatif olarak seyir fikri de eklemlenebilir. Fakat ben seyirden daha çok nesnelerimle bir arayüz (interface) oluşturarak yüzleşme, tanık olma, tuvalde karşı karşıya bırakma ile ve “insansızlaştırma” ile daha çok ilgiliyim sanırım. Bu insansızlaştırma yani dehumanize edebilme durumları, olguları şu an ana kaygım. Bu bağlamda algılarımı ve ilgilerimi sürekli çok eski kavramlarla, kolektif bilince ve tarihe, bireysel ve toplumsal belleğe dair oldukça naif ve marjinal eksenlerde uğraş halinde buluyorum. 

Bir konuşmanızda sanatçıların kaygı nesneleri olduğunu ve bunların zaman zaman ortaya çıktıklarını söylemiştiniz. Sizin kaygı nesnenizin kelime fişleri olduğunu söyleyebilir miyiz? Bizim zihin haritamızın da köşeli olmasına sebep gördüğüm fişlerin, yani ruhlarından edilmiş şekilde harfleri, heceleri ve kelimeleri sadece birer işlem mantığıyla, aralarına artı konmak suretiyle bir araya getirmeye indirgenmiş, kalıba dökülmüş ve dikdörtgenlerle preslenmiş bu imajların, zamanında biz çocukları nasıl etkilediği, nasıl şekillendiğimiz düşünülesi… O sırada okumayı değil, hep işlem yapmayı öğrettiler bize diye düşünürüm. Sizin çocukluk anılarınızda var mı fişlerle ilgili enteresan bir hikâyeniz veya kaygı nesneniz üzerine diyecekleriniz?

Benim sanatsal pratiğimin kaygı nesnesi aslında ev, mekân ve yerleşme üzerinden harekete geçti. Gerek videolarımda gerekse resimlerimde hep mekan ve eve dönüş silsileleri hakim oldu diyebilirim.  İlk etapta resmetmekten okumaya geçmemin ilk kilit nesnesi olan okuma fişlerine yöneldim. Çünkü bu benim için görsel düşünmeden bilgi ve anlama dair olan ilk travmatik formdur. Düşünce harekete geçmezse ve pratiğe dönüşmezse kesinlikle fonksiyonel bir bellek yazgısına kadir olamıyor. Buradaki nüans da işte burada, nesne olmasından kastım fişlerin bir formu vardı. Sert, hafif, ılık sarı renkli ve kokulu bir özel gramaj karton. Özene bezene saklayıp koruduğum naif yaşam formlarım olan ilkokul okuma fişlerimi psikanalitik anlamda kaygı nesnem değil de kaygılarımın pratiğe dökülmesinde bir enstrüman olarak gördüm. Gerçekten dil insanın biricik eviydi ve naifliği ile oldukça terapotikti. Bu enstrümanı resimde bir inşaa malzemesi ve eve, belleğe dönüş olarak kullandım. Aynı zamanda söylemek isterim ki teknik anlamda bu ilkokul birinci sınıf okuma fişlerini kesip tuvale yapıştırmadım, baskı yaptırmadım, kolaj yapmadım veya yazmadım, son derece özel hassasiyete ve ölçülere haiz kimyasal solüsyonlarla tuvalde binlere varan katmanlar halinde kendine özgü bir şekilde oldukça sabır ve sebat isteyen bir süreçle yapılandırıldılar.   

Bu kelime fişlerinin yanına bu sergi itibariyle şimdi de Osmanlı Türkçesi’nden, Kamus-ı Türki’den alıntılar eklenmiş. Bir tık daha geriye gitme söz konusu. Bu gidişte ne etkili oldu?

Bu gidişte tarihçi ve edebiyatçı arkadaşlarla yoğun fikir alışverişi ve yorum deneyimi etkili oldu. Disiplinlerarasılığın en büyük verimi diyebilirim. Son derece aydınlatıcı, öğretici, parlak ve geçmişi geleceği  idrak etme anlamında çok iyi bir çalıştay oldu adeta. Bir yandan tarih, bir yandan dil, yani edebiyat. Okuma fişleri ve anlam kavramından ilk sözlüklere yolum düştü. Fakat benim için anlam söz konusu olduğunda en katı ve lineer olmak zorunda olan sözlük ve ansiklopedilerden ziyade daha bağımsız, metaforik, bireysel ve kendi yorumlarını da son derece naif ve kırılgan şekilde dile getiren yazarlar ve kitaplar daha önemliydi. Çünkü özgünlerdi. Bu noktada Kamus-i Türki dikkatimi çekti. Bu düşünsel pratikler ve okumalar tarihçi ve edebiyatçı arkadaşlarımla olan yoğun istişarelerle İstanbul’da iken 2007 yılında başladı. Gerçekten yoğun okumaların ve sorgulamaların olduğu uzun bir süre geçti. Tuvalde biçimlenmesi ise 2016’da ilk olarak New York’ta ve ardından Kayseri’de başladı ve devam ediyor. Açıkçası süreçten çok memnunum, adeta demlenmiş gibi oldu. Şimdiki pratik ise insansızlaşmaktan hareket ederek vardığım Hayatü’l Hayevan. İnşallah Kamus-i Türkî’den daha kısa sürede biçimlendirme ve pratiğe dökme aşamasına gelebilirim.

Astronotlarınızdan kuşlarınıza geçişte zamanında sanki astronotların kanadına mukabil, kimi kuşların başlarından düşmüş yanıbaşlarında taçları olduğunu görüyoruz. Onur Ünlü’nün Sen Aydınlatırsın Geceyi filmi hatırıma geldi. Filmde her bir şahsın süper gücü vardı ama kimsenin süper gücünün, bırakın dünyayı kurtarmayı kendine bile hayrı yoktu. Sizde de kanat veya tacın hükümsüzlüğü söz konusu, işe yaramamışlar gibi, var mı bu konuda ekleyecekleriniz?

Evet, işe yaramamışlar gibi… Kanatları veya taçları takanlar da güçlü yapıda değil; son derece kırılgan, naif, ince küçük kuşlar veya zoolojik varlıklar. Rüya ile uyku arasında, rem evresinde yarı yarıya hem uykulu hem de sizle tanıklık halindeler. Bu bilinçle, umutla ve idrak ile ilgili bir tanıklık ve sanıklık alanı. Tanıklık veya sanıklık için önemli olan mekanın varlığıdır. O yüzden mekâna işaret etmede nefes belirleyici bir hal aldı. Çünkü nefesin veya rüzgarın bir yönü var, bu yönü gösteren de rüzgar torbaları. Bu alegorik mekânsal ortamlarda belki kuş tacı atarak kurtulma derdinde, belki astronot yerçekiminden kurtulmuş bir nesne/varlık vs. olmasına rağmen yine direnç gösterip öte bir kurtuluş için kat kat üst bir yükselme muhalifliği içinde ve kanatları çıkmış şekilde. Ama bu arayüzlerde astronotların bir cinsiyeti ve kimliği yok. Hem insan gibi olup hem de insandan en uzak olan, kıyafet içindeki mekânın içinde kendisi ile bilinmez ve bu dünyadan olmayan en belirleyici ve etkili öğem oldular. 

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir