Yahudi Modernleşmesi ve Din

Paylaş:

Nisan ayı Tezat toplantılarının konuğu İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladığı “Rethinking Religion and Secularism: A Discussion on Jewish Secularism and The Emergence of Judaism As A Modern Religion” başlıklı yüksek lisans tezi ile Özgür Dikmen’di. Uzun bir süredir İsrail iç politikası, İsrail’de sekülerler ile dindarlar arasındaki ilişki ve çatışma gibi konularla ilgileniyor Dikmen. Dikmen, tezinde, 18 ve 19. yüzyılda Avrupalı Yahudi entelektüellerin modernleşme sürecinde Yahudilik dediğimiz dini yapıyı modernlikle ve modern devletin kurumlarıyla nasıl uyumlu hale getirdiğini ele almakta, bunu gerçekleştirirken de temelde Yahudilik nedir, neden ve ne zaman Yahudilik kavramının tanımlanmasına ihtiyaç duyulmuştur gibi sorulardan hareket etmektedir.

Tezin temelinde bulunan “Judaism” kavramı Yahudi’ye ait her şeyi ifade etmek üzere 18. yüzyılndan itibaren yaygınlaşan bir kavram olduğu için Dikmen, Judaism kavramının öncesinde Yahudiliği tarif etmek için hangi sözcüklerin kullandığını sorunsallaştırdı. Sekülerliğin tarih ve ideoloji üstü bir kavram gibi gösterilmesine rağmen aslında tarihi ve ideolojik arka planı bulunduğunu ve de sekülerlik ile dinin sürekli diyalektik bir ilişki içinde olduğunu ifade eden Talal Asad, dinin bireyin hayatında ve mabette kalarak topluma ve siyasete karışmaması gerektiğini ifade ederken bunu daha çok Hıristiyanlık ve İslamiyet üzerinden tartışmıştır. Dikmen ise Yahudiliğe bu perspektiften bakma gayesiyle 18 ve 19. yüzyıllarda modernleşme denilen dönemde Alman Yahudi entelektüellerinin tartışmalarıyla ilgilenmektedir. Başka bir ifadeyle Dikmen, Asad’ın çerçevesini Yahudiliğe uygulamaya çalışmıştır. Yahudi sekülerlerine göre bir yanda Yahudilik diye sınırları belli, yeniliğe kapalı bir din vardır, diğer yanda ise sembollerini dinden alsa da bir şekilde Tanrı ile bağını kesmiş seküler bir Yahudi kültürü vardır. Wilfred Cantwell Smith ise bu ikiliğe, modern kültür gibi değişime açık bir yapı ile kapalı bir yapısı olan dinin karşı karşıya getirilmesine karşıdır. Smith, kültür ve din ya da siyaset ve din ayrımının yani temelde sekülerliğin Avrupalı bir bakış olması sebebiyle dünyanın her yerine uygulanamayacağını ifade eder.

Yahudi düşüncesinde ve teolojisinde en temel kavramlardan biri “sürgün” kavramıdır. Tapınağın yıkılmasıyla Yahudiler Tanrının kendilerine verdiği özel misyonu yerine getirmedikleri, o’nun yasalarına uymadıkları için bu cezaya uğradıklarına ve bu sebeple Tanrı ile aralarındaki ahit devam etse de Mesih gelinceye kadar bu cezayı çekmeleri gerektiğine inanmışlardır. Sürgün, ilahi bir gazap ve siyasi merkezin ortadan kalkması gibi anlamlarının yanı sıra Yahudi düşüncesini ve teolojisini şekillendiren en önemli kavramdır. Mesela Babil sürgünü esnasında Pers İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde kalan Yahudiler kendi yasalarını korumak adına bir yasa icat ederek buna “dat” ismini vermişlerdir ve kelime bugün İbranice’de “din” anlamında kullanılmaya devam etmektedir. Bugün kullanılan Judaism kavramı ise Helen İmparatorluğu zamanında öteki olarak görülen Yahudi’yi tanımlamak için ihdas edilen “judaismos” kavramıyla bağlantılıdır. Sürgün fikrinden hareketle bütün Yahudi litürjisi de Tevrat’ta bulunan tarihsel anlatıyı ve Tanrının gazabını “hatırlama” üzerine kuruludur. Bu nedenle Yahudilerin kendilerine ait bir zaman ve mekân fikri oluşmuştur. İlerlemeci olmayan, döngüsel bir tarihi sürekli olarak yeniden yaşayan Yahudiler, bir mekânda olmayı reddederler. Mesela Ortodoks Yahudiler çok iyi inşa edilen sinagog veya evlerinin bir yerinde bir eksik bırakırlar, çünkü sürgündeyken mekân asla tamamlanmaz. Sürgünün önemli gerekliliklerinden biri de hukuki otorite ile dünyevi otoritenin içiçe geçtiği cemaat yapısını korumaktır. Modernleşme öncesi dönemde Avrupa’daki Yahudi cemaatlerin kendi içlerinde otonom bir yapısı vardı. Bulundukları devlete vergi ödeyerek orada yaşama hakkı satın alan Yahudiler, yargılamalarını ve bütün dünyevi işlerini kendi aralarında belirledikleri kurallara göre yapardı. Seküler hukuk ile dini yorumlar arasında herhangi bir yarılma yoktu. Ancak 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da devlet yapısının farklılaşmasıyla kendi içindeki otonom yapılara tolerans göstermeyen bir egemen devlet fikri ortaya çıktı. Aydınlanmanın temel gündemi olan “insan” fikri de aslında modern devletin siyasi gündemiyle birlikte yürüyerek toplumsal zeminde yer buldu. “İnsan insana eşittir” cümlesi bir Yahudi ile bir Alman’ın devlet nezdinde aynı olmasını ifade ederken aslında kendi iç otonom yapılarından vazgeçip hukuki olarak devlete tabi olmalılarını ve gettolarından çıkmalarını amaçlıyordu. Modern devletin teolojik ötekiliği bir fark olmaktan çıkarması da etnik öteki olmanın yanısıra teolojik öteki olan Yahudi için modern bir Yahudi kimliğinin doğmasına sebep olmuştur. Ekonomik, hukuki ve siyasi alanda daha önce görülmemiş bir eşitliğe kavuşulması özellikle genç Yahudileri etkileyerek onları Alman ve Fransız vatandaşı olmaya yöneltmiştir. Böylece Yahudi dinine mensup Almanlar ve Fransızlar ortaya çıkmış, bu da “bir Yahudi Alman olduktan sonra Yahudiliğinden geriye ne kalır, onu Yahudi yapan neydi” gibi sorularla Yahudiliğin tanımının sorgulanmasına sebep olmuştur. Yahudiler bu dönemde yavaş yavaş geçmişlerine bakmaya başlıyorlar ve bu literatürde Yahudilerin tarihe dönüşü olarak kavramsallaştırılıyor. Yahudilik kendine daha etnik bir temel bulmuş ve Yahudi halkının tarihi yazılmaya başlamıştır. Yahudiler bir yandan kendi tarihlerine modern bir obje olarak bakarak tarihi yazarken diğer yandan sürgün geçmişiyle Tevrat’taki anlatı arasında nasıl bir denge kurulacağı üzerinde düşünmüşlerdir. Ünlü filozof Spinoza’nın da içinde olduğu bazı isimlerden Tevrat’taki tarihi anlatıya eleştiriler gelmeye başlamıştır. Bu eleştirilerle seküler Yahudi tarihi algısı ortaya çıkarken, bunun tam karşısında Tevrat’ı Hz. Musa’nın kaleme aldığını ve değişmeden geldiğini savunan ortodoks tarih algısı yer almaktadır. Yahudi modernleşmesinin felsefi fikir babası kabul edilen Moses Mendelsshon’un 1783’te yazdığı ve “Yahudilik nedir” sorusuna cevap aradığı kitabı Jerusalem, Yahudiliğin grameri olarak tanımlanır. Mendelssohn Yahudiliğin bir yasa olduğunu, bir teolojisi olsa da daha çok kişinin davranışlarıyla ilgilendiğini, kesinlikle politik olmadığını dolayısıyla kendisine inananların yaşadığı devletlerdeki politik sisteme tehdit teşkil etmediğini ifade etmiştir. Dikmen, Mendelssohn’un politik nosyonu içinden çıkararak Yahudiliği bir din olarak tanımlamakla aslında Yahudiliği kamusal alandan çektiğini ve etnik kimlikle siyasi kimlik arasındaki gerilimi çözdüğünü ifade etti. Artık modernleştik dine ihtiyacımız yok diyen seküler algının karşısında ortodoks, 16. yüzyıldaki yaşam tarzını devam ettirmeye çalışan bir Yahudilik ortaya çıkmıştır. Dikmen konuşmasını reform Yahudiliğinden bahsederek neticelendirdi. Yahudilerin normalleştirilmesi meselesini gündemine alan reform Yahudiliği konusunda Abraham Geiger hatırlanacak en önemli isimlerdendir. Bir haham ve modern sosyal bilimci ve felsefeci olan Geiger kutsal kitaba tarihsel eleştiriler getirerek sinagoglarda İbranice ibadet etmeye gerek olmadığını, Almanca dua etmeleri gerektiğini söylemiştir. Şu anda Amerika’da bulunan Yahudiler arasında da en yaygın olan reform Yahudiliğidir ve İslam’da reform meselesine de benzerdir. Geiger tarihten beri olanın hep Yahudilik olduğunu, İsa’nın bir Yahudi oluşunu ve Hz. Muhammed’in getirdiklerinde çok önemli Yahudi izleri olduğunu, monoteist olan her şeyin aslında Yahudice olduğunu ifade eder. Böylece din içinde yaptığı reformları meşrulaştırır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir