Amerikan ve Türk Sinemalarındaki Ödüllü Roman Uyarlamalarına Genel Bir Bakış

Paylaş:

Türk sinemasında ilk uyarlama, 1919’da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı romanından sinemaya aktarılan Mürebbiye filmidir. 1940’ları takip eden yıllarda Yaşar Kemal, Nazım Hikmet gibi yazarlar senaryo üretmeye başlar. Fakat bu, yazarların daha fazla para kazanabilmek için yaptığı bir iştir.

Bilim Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi ve Türk Sineması Araştırmaları tarafından düzenlenen EdebiyatSinema başlıklı program dizisinin altıncı oturumunda konuk Prof. Dr. Zeynep Çetin Erus’tu. Ayşe Yılmaz’ın moderatörlüğünü yaptığı, “Amerikan ve Türk Sinemasındaki Ödüllü Roman Uyarlamalarına Genel Bir Bakış” başlıklı konuşmasında Erus, sinemanın kendinden önceki bütün anlatı formlarını kucaklayan melez bir yapı olması sebebiyle edebiyatla kurduğu ilişkiyi ve ortaya çıktığı ilk yıllardan günümüze serüvenini anlattı.

Erus’a göre doğası gereği uyarlama bir araçtan diğer bir araca geçiş, bir dönüştürme işlemini barındırmaktadır. Dolayısıyla uyarlama daha önce oluşturulan eserin ruh halini sürdürme, yeniden yaratma ve o eseri yorumlamayı içerir. Bunu yaparken de mevcut olan eseri karakter, mekân, anlatı düzleminde bir dizi işleve tabi tutar. Burada amaç romanın ana temasını beyaz perdede yeniden üretmektir.  Uyarlama konusunda önemli bir sorun da bu eylemin yaratıcı bir girişim olup olmadığıdır. Her ne kadar ortada hazır bir metin olsa da uyarlama, bir takım dezavantajları da içinde barındırmaktadır.  Sinema ve edebiyatın zamanı kullanma biçimlerindeki farklılık, 200-300 sayfalık bir metnin ortalama 90 dakikalık bir görüntüye nasıl sığdırılacağı sorunsalını beraberinde getirir. Uyarlayıcı, anlatıyı gösterebilen bir strateji yaratmak zorundadır. Roman yazmaktan farklı olarak senaryo yaratıcısının, dünyaya bir fotoğraf makinesinin vizöründen bakmasıdır.

Uyarlayan kişinin eserdeki önceliklerine göre de uyarlama farklılık gösterebilir. Bir edebiyat eseri beyaz perdeye yorumlama ve esinlenme yoluyla aktarılabilir.  Hiyerarşik ilişkilerinde edebiyatın film dilinin üstünde görülmesi, sinemanın ilk yıllarında daha makbul görülen doğrudan uyarlamayı karşımıza çıkarır. Genellikle klasik eserler söz konusu olduğunda başvurulan doğrudan uyarlama yöntemi sinemanın zamanla kendisini sanat statüsüne getirebilmesinde de etkilidir. Ancak burada temel problem ortaya çıkan eserin edebiyat mı yoksa sinema açısından mı değerlendirileceğidir. Erus’un ikinci tür uyarlama yöntemi olarak anlattığı yorumlamada, kaynak metne daha az bağımlı bir eser karşımıza çıkmaktadır. Yine metni çıkış noktası alan fakat bu kez benzerlik ve paralellik kurmak üzerinden gelişen esinlenmede ise yeni bir eser meydana gelir. Esinlenme şeklinde gerçekleştirilen uyarlamalarda genellikle hikâyenin geçtiği zaman ve mekânın değiştiği görülmektedir.

Sinemaya öykünün girmesi George Melies’in Jules Verne’den uyarladığı Aya Yolculuk (1902) filmiyle Avrupa’da başlayıp ardından Amerika’da devam eder. 1920 ve 1930’lar sinema edebiyat ilişkisinin yoğun olduğu yıllardır. 1920’lerin sonunda sinemaya sesin dahil olmasıyla Hollywood’ta yazar önem kazanır ve Steinbeck gibi klasik metinler üreten birçok yazar senarist olarak stüdyolarda istihdam edilir. Bunun bir sonucu olarak 1939’da Akademi Ödülleri için yarışan hemen her filmin romandan uyarlanmış olduğu görülmektedir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında auteur kuramının ortaya çıkmasıyla bu ilişki değişmiş ve Avrupa’da olduğu gibi Amerika’da da özgün senaryolara yönelim başlamıştır.

Türk sinemasında ise ilk örnek, 1919’da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı romanından uyarlanan Mürebbiye filmidir. 1940’ları takip eden yıllarda Yaşar Kemal, Nazım Hikmet gibi yazarlar senaryo üretmeye başlar. Fakat bu, yazarların daha fazla para kazanabilmek için yaptığı bir iştir. Türkiye’de telifin gereksiz bir masraf gibi görülmesi yazarları sinemadan uzaklaştırır. Ancak yine de ünlü yazarların eserlerinin adları değiştirilerek sinemaya uyarlanır. Yeşilçam’a yakından baktığımızda neredeyse bir uyarlama sineması karşımıza çıkmaktadır. Ancak farklı isimler kullanılması ve yabancı eserlerin yerel ögelerle Türkleştirilmesi nedeniyle Yeşilçam’da uyarlamaların izini takip etmek zordur. Yeşilçam’ı altın çağı olan 1960’lara baktığımızda ise bir yandan Kerime Nadir gibi yazarların eserleri diğer yandan da toplumcu gerçekçi edebiyatın bir parçası olan köy romanları sinemaya uyarlanmaktadır.

Günümüzde de uyarlamalar konusunda herhangi bir formül bulunmamaktadır. Farklı ülkelerin uyarlamalara karşı yaklaşımları değişiklik gösterir. Hollywood’ta uyarlama, çok satan bir romanın yeniden dolaşıma sokularak yüksek gişe hasılatı sağlayacak başka bir ürüne dönüştürüldüğü bir tür endüstridir. Özellikle 1970’ler ve 1990’lardan sonraki dönemlere baktığımızda bunun hala geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Fakat Avrupalı yönetmenlere göre temelde uyarlama, sanatsal ve bireyseldir ve bu anlayışla gerçekleştirilen filmler ikinci sanatçının bağımsızlığını ve özgüvenini gösterir.

Amerikan sineması ile Türk sineması karşılaştırıldığında; 1990’lı yıllarda Hollywood’da film üretiminin yüksek olduğu görülmekle birlikte Türk sinemasında belli bir üretim olmasına rağmen vizyona girebilen film sayısı düşüktür. Gişe gelirleri açısından karşılaştırıldığında ise Türkiye’de 1987’deki yabancı sermaye kanunun etkisiyle yerli filmlerin dağıtımı zorlaşmıştır ve gişe gelirlerinin büyük çoğunluğu Warner Bros, UIP gibi şirketlerin dağıtımında olan yabancı filmlere gitmektedir. Hollywood’ta Jurassic Park (1993) gibi uyarlamalar yüksek gişe hasılatı elde ederken Türk sineması için aynı durum söz konusu değildir. Bu dönemde Türkiye’de popüler romanlardan uyarlanan Minyeli Abdullah (1990), Bize Nasıl Kıydınız (1994) gibi filmler dönemin konjonktürüne uygun olarak üretilirler. Sanatsal uyarlamalar olarak nitelendirebileceğimiz Tersine Dünya (1993), Fikrimin İnce Gülü (1987) gibi filmler ise gişe gelirleri ile listenin sonunda yer almıştır. Hollywood’un kâr amaçlı şirketlerden oluşması ve kolay pazarlanabilen ve yüksek gelir getirebilecek filmleri odağına alması nedeniyle uyarlama tercih edilir. İletişimin küreselleşmesiyle sinema, radyo, televizyon ve yayıncılığın büyük şirketlerin eline geçmesi film stüdyolarını da holdinglerin bir parçası haline getirir. Uyarlama filmlerin hedef kitle konusunda daha net bir yapı ortaya koymaları, ekonomik açıdan daha az risk barındırması ve uyarlanan eserin bilinirliğinden ötürü yüksek reklam bütçesi gerektirmemeleri tercih edilmelerindeki önemli etkenlerdir.

Türkiye’de ise yayıncılık ile sinema sektörü arasında Hollywood’takine benzer bir ilişki gelişmemiştir. Uyarlamalar çoğu zaman düşük veya sembolik teliflerle, arkadaşlık ilişkileri çerçevesinde üretilir. Dolayısıyla Türk sinemasının benzer bir ekonomik yapıya sahip olmayışı film üretiminin çoğunluk bireysel çabalara ve kaynaklara dayanmasına neden olmuştur, bu durum günümüzde de pek farklı değildir.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir