Türk Solu ve Milliyetçilik

Paylaş:

Küresel Araştırmalar Merkezi Tezat toplantı dizisinin Mayıs ayı konuğu Öner Buçukcu oldu. Buçukcu, bu yıl içinde Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladığı “Türkiye Sosyalist Solu ve Milliyetçilik: 1960-71” başlıklı doktora tezi çerçevesinde bir sunum gerçekleştirdi. Türk solunun milliyetçilikle ilişkisini tartıştığı sunumunda temel olarak solun seksen öncesinde evrenselci bir motivasyondan ziyade milliyetçi saiklerle hareket ettiğini ileri sürdü.

Öner Buçukcu konuşmasında ilk olarak Marksist literatürün milliyetçiliğe yaklaşımını üç ana hat ekseninde ele aldı. Bu literatürün ilk ürünlerinin kurucu babaları olarak niteleyebileceğimiz Marx ve Engels tarafından geliştirildiğini biliyoruz. Öner’e göre Marx ve Engels genel kanaatin aksine “ulusal sorunla” yakından ilgilenmişler ve bu mesele üzerine çeşitli kategoriler geliştirmişlerdir. Sınıflı toplumlardaki her olguyu farklı sınıflar açısından farklı değerlendiren Marx ve Engels, “ulus”u da sınıf prizmasından yansıtarak “burjuva ulus” ile “proleter ulus” arasında bir ayrıma gitmişlerdir. Bunun yanı sıra bu isimlerde Hegel’den etkilenerek kullandıkları “tarihsel millet”  ile “tarihsiz millet” kategorilerine de rastlamak mümkündür. Tarihsel milletler kapitalizme geçmiş ve devlet örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Tarihsiz milletler devlet aşamasına geçememiş ve kendi kendilerini yönetme kapasitesi olmayan etnografik, antropolojik topluluklar olarak kalmışlardır. Tarihsiz milletlerin bağımsız bir ünite olarak görülmeleri yanlıştır. Buna ilaveten Marx ve Engels’de “güçlü ülke milliyetçiliği” ile “zayıf ülke milliyetçiliği” gibi kategoriler de mevcuttur.  Sonraki literatürden farklı olarak bu isimler, daha ileri bir aşama olarak güçlü ülke milliyetçiliğini “ileri”, zayıf ülke milliyetçiliğini ise “gerici” olarak değerlendirmişlerdir.

Milliyetçilik ve sosyalizm arasındaki ilişkinin asıl olarak gündeme getiren esas isim Buçukcu’ya göre Lenin ve Stalin çizgisi olmuştur. Çok daha stratejik davranan Lenin, birden çok ulusal birimden oluşan Çarlık Rusya’sını yıkabilmek adına  “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesini sosyalizm teorisinin içerisine sokmuştur. Sosyalizm ile milliyetçilik arasındaki bu bağın kurulması Marksizm içinde ciddi teorik tartışmalara neden olmuştur. Örneğin, Rosa Luxemburg gibi isimler Lenin’in milliyetçilik teorisine cepheden saldırarak Marksizmin içine sızmış burjuva düşünceleri olarak değerlendirmiştir. Lenin’in “Emperyalizm” ve “En Zayıf Halka” tezleriyle teorik bir derinlik kazandırılmaya çalışılmış ulusal sorun böylece devrim teorisi içinde merkezi bir yer edinmiştir. Çok daha enternasyonalist Marx ve Engels’ten ziyade ikincil kaynaklarda Lenin, Stalin ve Mao’nun etkileri çok daha belirgin olmuştur ve Buçukcu’ya göre tam da bu ikincil literatür, yani Doğu Marksizmi, Türkiye’deki sosyalizm anlayışının gelişiminde kaynaklık etmiştir.

Sosyalizm ile milliyetçilik arasında ilişkiye dair literatürde üçüncü hattı Buçukcu’nun Sultan Galiyev’le başlattığı Üçüncü Dünyacılık akımı oluşturmaktadır. Sadece Sovyetleri proleter gören ve dolayısıyla sosyalist devrimi gerçekleştirmeye matuf kabul eden Stalin’in ortodoks görüşüne karşı çıkarak Galiyev dünyanın geri kalanının köylü halklar olmadığını, aksine son derece “proleter halklar”dan oluştuğunu iddia etmiştir. Sömürge halkların proleter halklar olduğunu belirten Galiyev, Buçukcu’ya göre üçüncü dünyacılığın babası statüsündedir. Daha sonra 1955 yılında Bandung Konferansı ile ortaya çıkan “sömürgeler enternasyonali” fikri de onun düşüncesidir. Tartışmaların kaynağında Marx ve Engels’te filizlerini gördüğümüz “kendi kendini yönetme” yer almaktaydı ve tarihsiz milletlerin, yani köylü toplulukların siyasal bir statüye ulaşamayacağını savunan egemen yaklaşıma karşılık Galiveyci çizgi yeni bir devrim fikrini ortaya atıyordu. Buna göre Batı kapitalizmde devrim fikri çöktüğü için devrim fikrinin Doğulaşması gerekiyordu. Doğu toplumlarında Batı kapitalizminde olduğu gibi “sınıflar”dan bahsetmenin olanağı yok idiyse de “kadrolar”dan söz etmenin imkânı vardır. Doğu devrim Batıdaki gibi sınıfsal güçlere değil de öncü kadrolara dayanabilirdi. Yönetme becerisi olan siyasal kadroların yetiştirilmesi öne çıkıyordu ve bu kadroların yetiştirilebileceği yegâne kurumsal yapı “ordu”dur. Bu toplumlarda ordu mensuplarının yönetme kapasitesi vardır. Mısır’da Cemal Abdül Nasır, Libya’da Kaddafi, Irak’da Saddam, Suriye’de Esed gibi askeri diktatörlüklerin gelişmesi altında yatan fikir bundan ibarettir.

Milliyetçilik ve sosyalizm arasındaki ilişkileri derinleştiren süreç esasen İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dünyanın yeni koşullarıdır. 1955 yılında toplanan Bandung Konferansı’nda öne çıkan Üçüncü Dünyacılık ya da Bağlantısızlar hareketinin gelişimiyle, emperyalizme karşı mücadele içinde sosyalizm ve milliyetçilik harmanlanmıştır. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde başlayan de-Stalinazasyon süreci içinde “beş aşamacı” tezlerden ziyade “sosyalizme farklı varış yolları” tezleri kabul görmeye başlamıştır. O koşullar altında milliyetçiliğin somut anlamlarına da bilhassa dikkat çeken Buçukcu’ya göre özellikle Afrika’da emperyalizme karşı mücadelede Beyaz İsa’ya karşı “Zenci İsa” figürünün öne çıkarılması son derece anlamlıdır. Milliyetçilik ise esasen kabile toplumları olan Afrika topluluklarının siyasal bir direniş hattı kurmalarını sağlıyordu. Peki, neden sosyalizm? O dönemde kapitalist blok ile sosyalist blok arasında kalmış topluluklar ve kendilerini batı karşısında konumlandırmak arzusunda olmuşlardır. Sosyalist bloktan milliyetçilikle, kapitalist bloktan ise sosyalizmle ayrıştırıyorlar kendilerini. Bizim ülkemizde de baskın motif buydu.

Buçukcu’ya göre Türkiye’deki sosyalist hareketler de esasen bu koşullar altında doğmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni metninin o dönem açısından kurucu olduğunu hatırlatan Buçukcu, Avcıoğlu’nun son derece milliyetçi bir figür olduğunun altını çizdi. Türkiye’de bugün için sosyalist sol milliyetçilik karşıtı bir konumda yer almasına karşın milliyetçilik o dönemde sosyalist solun bütün renklerinde baskın motiftir. Buçukcu, tezinin temel argümanın o yılların temel davasının milliyetçilik olduğu tespitinde saklı olduğunu dile getirdi. Buna göre üç koldan milliyetçilik hakimdir: i) siyasal bir habitus olarak milliyetçilik, ii) siyasal propagandada enstrüman olarak milliyetçilik ve iii) çok katmanlı bir kimlik yapısı olarak milliyetçilik. Türkiye solunun milliyetçilikle irtibatının kurulmasında Kemalizmin ve 27 Mayıs’ın başat bir rol oynadığını belirten Buçukcu, “O yılların baskın söyleminde milli mücadele, emperyalizme karşı mücadele, ikinci kurtuluş savaşı, yedi düvele karşı savaşma temaları baskın olarak öne çıkıyor ve öğrencilerin politik sosyalleşmesi bu ideolojik atmosfer içinde gerçekleşiyor” diye ekliyor. Buçukcu’ya göre o dönemde sosyalizm demek devletçilik ve milliyetçilik anlamını taşımaktadır.

Şevket Süreyya Aydemir’e göre sosyalizm, devletçilik ve milliyetçikten başka bir şey değilken, Sadun Aren’in, “Sosyalizm ile milliyetçilik bağdaşmaz, milliyetçilik ile kapitalizm çelişir” tezinden söz eden Buçukcu dönemin temel zihniyet kodunun bu olduğuna değindi. Ayrıca sanıldığının aksine Milli Demokratik Devrim çizgisinin değil, Türkiye İşçi Partisi çizgisinin çok daha milliyetçi olduğunu, Türkiye’ye özgü bir sosyalizm anlayışının kendi tekil tarihsel karakterinden neşet etmesi anlayışının bu çizgide baskın olduğunu ve şablonculuk eleştirisinin bu hattan geliştiğini ifade etti. Ona göre Mehmet Ali Aybar popülist ve milliyetçi bir karakterdi. Sömürü ilişkilerin yok edilmesinde milliyetçilik temel dayanak noktalarının başında gelir. Öner Buçukçu konuşmasını Marx’ın “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” sözüne atıfla bitirdi: “(1960’lı yıllarda) Dünyada bir hayalet dolaşıyor, milliyetçilik hayaleti. Türkiye’de sosyalistler de bu milliyetçilikten kendilerine düşen paylarını almışlardır”.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir