Osmanlı’da Köleliğin Sonu: Uluslararası Hukuk ve Mahremiyetin Siyaseti

Paylaş:

Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Güz dönemindeki ilk tezat toplantısının konuğu Bilal Kotil’di. Kotil, 2018 yılında New School for Social Research’de hazırladığı “Humanity and Its Others: Anti-Slavery, Islam, and Humanitarianism in the Nineteenth Century” başlıklı doktora tezi çerçevesinde bir sunum gerçekleştirdi.

Sunumuna Osmanlı’da köleliğin ve köle ticaretinin nereye denk geldiğini anlatarak başlayan Kotil, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve İslam toplumlarında köleliğin Batıda olduğu gibi tarımda bir emek gücü olarak kullanılmadığını, yaygın olan kullanım şeklinin “ev içi kölelik” olduğunu aktardı. Nuruosmaniye civarındaki esir pazarının kapatılması (1846), İmparatorluk çapında esir ticaretinin yasaklanması (1857) gibi adımlar köleliğin kaldırılması yolunda önemli hamlelerdi fakat Osmanlı aile yapısını (şehirli aileler) doğrudan olarak etkileyen bir durum olması sebebiyle uzun süre “İngiliz baskısı ve Osmanlı ayak sürümesi” şeklinde devam etti.

Siyahi köle ticaretinin yasaklanması girişiminin uluslararası hukuki zemine oturması 1880 yılında Osmanlı-İngiltere arasında yapılan bir anlaşmayla gerçekleşti. 1889-90 tarihlerindeyse Brüksel’de Afrika köle ticaretinin engellenmesi konusunda ilk uluslararası konferans düzenlendi. Bu konferans masasında Osmanlı İmparatorluğu da yerini almıştı. Peki, 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nin attığı ve büyük oranda İngiliz baskısıyla gerçekleştiği bilinen kölelik karşıtı adımların halktaki karşılığı neydi?  Kotil, “Osmanlı’da kölelik karşıtı bir hareket olmadığı gibi bunun kötü ve fena bir şey olduğunu düşünen bir kamuoyu da yoktur” diyerek özetliyor. Kotil’e göre kölelik karşıtı atılan adımların en önemli sebebi Avrupa’da gittikçe güçlenen kölelik karşıtı hareketti. Fakat Avrupa toplumları için tarımda emek gücü, ekonomide önemli bir sacayağı anlamına gelen kölelerin Osmanlı toplumunda ev/aile içine girmiş olması, meselenin doğuya kaydıkça sosyal bir hale bürünmesine neden oluyordu.

Bu sebeple devlet yetkililerinden sokaktaki reayaya kadar tüm Osmanlı toplumu İngilizlerin söz konusu baskısının arkasında başka gerekçeler olduğuna inanıyordu. Kotil’e göre halk kölelik karşıtı tutumun geleneğe, dini doktrine ve hatta egemenliğe müdahale olduğunu düşünüyordu. Özellikle Hariciye Nezareti’nde bu kanaat daha da yaygındı. Buradaki genel kanı “kölelik karşıtı hareketin İslam’ın ve halifenin Afrika’daki etkisinin törpülenmek istenmesi” anlamına geldiği yönündeydi. Bu kanaatin dayandığı sebepse kölelik karşıtı hareketlerin arkasındaki güçlü desteklerden birinin misyonerlere ait olmasıydı. Bilal Kotil, Osmanlı elitinin konuya ilişkin savunmacı tepkisinin büyük ölçüde bir “kimlik” meselesi olduğunu söylüyor. Buna göre kölelik karşıtı hareket yalnızca “ahlaki dünyaya” değil, Osmanlıların “İslam inancına” yapılmış bir hakaretti.

Türkiye’de konuyla ilgili yapılan kısıtlı çalışmalar köleliğin ortadan kalkmasının İngiltere-Osmanlı ilişkileriyle ilgili olduğu kanaatini oluşturuyordu. Konuşmacı bu kanaate katıldığını belirtmekle birlikte durumun yalnızca bu gerekçeyle açıklanamayacağını, köleliğin ortadan kalkmasının 19. yüzyılın ikinci yarısında şekillenen kurumsallık ve hukuk-ı düvel (uluslararası hukuk) üzerinden okunması gerektiğini söyledi.

Kotil tezinde “kölelik” konusunda Osmanlı’nın hukuki prensipleri kullanarak Batıya karşı kendini nasıl savunduğu üzerinde durmayı amaçlamadığını, daha çok ahlaki bir takım mülâhazaların ve duygusal ifadelerin diplomasi diline nasıl eklemlendiği ve sonuç olarak bu dilin Osmanlı-Avrupa ilişkilerini nasıl biçimlendirdiği üzerinde durmak istediğini söyledi.

Kotil, kölelik meselesinde gelişen insani müdahalenin direkt olarak Osmanlı egemenliğinin ihlali üzerine kurgulanmadığını, aksine Avrupa devletlerinin birçok zaman istenen kaçak köleleri iade ederek Osmanlı egemenliğini tasdik ettiğini aktardı. Osmanlı da geri gönderilen kölelerle ilgili İngilizler tarafından bildirilen talepleri, eğer uygunsa yerine getiriyordu. Fakat günlük hayat içerisinde gerçekleşen diplomatik manevralar Osmanlı egemenliğinin kademeli bir şekilde muğlaklaşmasına sebep oluyordu. Osmanlı uluslararası hukuku sisteme dahil olmak için kullanırken kendisini dışarıda bulmuştu. Kotil’e göre “19. yüzyıl sonunda emperyalizm hukuk yoluyla daha görünür bir şekilde işlerken, oluşturulan hukuki mekanizmalar yeni kültürel düzene Osmanlı’yı dâhil ederek hariç ediyor; kapsayarak dışlıyordu”. Özetle, İngiltere diplomasi yoluyla Osmanlı’nın —kendini tanımladığı şekilde— “adil, insaflı ve merhametli yönetimini” tartışmaya açıyordu. Köle ticareti meselesi üzerinden Bingazi’deki Osmanlı idaresi uluslararası hukuk tarafından hem savunuluyor hem de tehlikeye giriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun konuya ilişkin endişeleriyse 1911 Eylül’ünde somut bir dayanak bulacak, İtalyanlar büyük oranda “köle ticaretini engelleme” bahanesiyle Libya kıyılarını bombalamaya başlayacaktı.

İstanbul ise konunun sosyal gerçekliğini vurgulamaya devam ediyordu. 1890’da Brüksel’de gerçekleştirilen kölelik karşıtı konferansta Osmanlı temsilcisi olan Etyen Karatodori kuvvetli bir tezle ortaya çıktı. Bu teze göre “kölelik” ile “ev içi kölelik” farklı şeylerdi ve bu konferans yalnızca kölelik mevzuunda kurallar koyabilirdi. Karatodori, İstanbul’a yazdığı mektubunda hamlesinin işe yaradığını hararetli bir şekilde anlattı. İngiltere, konuyu çok daha ileri götürerek tümden köleliğin kaldırılması taraftarı olsa da konferansta ev içi köleliğin ayrı tutulması kararı alındı.

Kotil, Osmanlı için oryantal köleliğe yönelik Avrupa müdahalesinin egemenliği, ev içi aile düzenini ve İslami meşruiyeti ihlal etmek anlamına geldiğini belirtti. Buna göre ilkinde Avrupa konsoloslukları günlük hayat içerisinde sistematik bir şekilde yerel otoritelere karşı çıkarak muğlak egemenlik üretiyor, ikincisinde aile düzenini ihlal etmek Osmanlı nezdinde huzursuzluk doğuruyordu. Özellikle zengin ailelerde köleler bir konağın işleyişi için elzem hale geliyor, burada birer merhamet ve şefkat nesnesi olarak yer alıyordu. Köle emeği olmadan konağın reisi güçlü ve merhametli paşa imgesini tamamlayamıyordu. Üçüncü olaraksa en temelde şeriat köleliğe cevaz verdiği için bu aksi durum İslami meşruiyeti zedeliyordu. Avrupa’nın müdahalesi Osmanlı ailesinin geleneklerine ve adetlerine ahlaki bir müdahaleydi. Kotil’e göre “Bu bizlere uluslararası hukukun nasıl da Osmanlı toplumsal hayatının kalbine dokunabildiğini gösteriyordu”. Osmanlı sosyal düzeni mahremin umumi olana, özelinse kamusala karşı korunmasıyken, “mahremiyetin” uluslararası hukukun müdahale alanlarından biri haline gelmesi doğrudan Osmanlı sultanının meşruiyetini tehdit etmesi demekti.

Temelde köleler üzerindeki Osmanlı egemenliğini muğlaklaştıran tek unsur Avrupa değildi. Sahiplerinden kaçarak konsolosluklara sığınan köleler hükümdarın meşruiyetini ve otoritesini çiğneyerek egemenliğin muğlaklaşmasına katkı sağlamıştı; tıpkı Osmanlı diplomasisinde yeni bir söylemi beraberinde getiren Ahmet Rıza gibi. Bilal Kotil, egemenliğin muğlaklaşması konusunda etkili olan bu aktörler için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Hem kaçan köleler hem de Ahmet Rıza yeni bir dil arayışıyla sahiplerine sesleniyor: Ben artık senin mahremiyetini tanımıyorum”.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir