19. Yüzyıldan Günümüze: Romantizm, Melankoli ve Siyaset

Paylaş:

Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Sanat ve Felsefe Seminerlerinin üçüncü konuğu İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nden Ömer Behiç Albayrak’tı. “Romantizm, Melankoli ve Siyaset” başlıklı üç haftalık seminer dizisinde Alman idealist ve romantik düşünce geleneği incelendi. Almanya ve Avrupa’nın savaşlar neticesinde geçirdiği dönüşümlerin yanı sıra, modernizmin mahiyeti ve gelişimine yer verilen seminerlerde manzara resmi altında değerlendirilebilecek tablolardan hareketle, Alman toplumunun kendi geçmişiyle hesaplaşması ve söz konusu hesaplaşmanın bireysel ve toplumsal düzeyde yansımaları ele alınmış oldu.

Albayrak, Almanya’nın Avrupa tarihinde ayrıksı bir yerde durduğu vurgusuyla konuşmasına başladı. Göçler vesilesiyle Avrupa’ya gelen, düşük denebilecek bir uygarlık seviyesinden yerleşik bir düzene geçen Almanya, modernleşme sürecini de en geç yaşayan uluslardan biri olmuştur. Modernleşmenin sonsuz denebilecek veçhesinden birinin de ulus devlet haline gelmek olduğunu söyleyecek olursak Almanya’nın İtalya ile birlikte söz konusu süreci de çok geç tamamladığı bilinmektedir. Yirminci yüzyıla gelindiğinde hâlâ Almanya diye siyasi bir oluşumdan bahsedebilmek mümkün değildir. Yalnızca siyasi alanla sınırlı kalmayıp kültürel düzeyde de yaşanan gecikmeler ve bunlarla başa çıkamamanın getirdiği toplumsal taleplere cevap verememe durumu, beraberinde melankoli halinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Albayrak, söz konusu arayış ve deneme sürecinin iki yüzyıl boyunca devam ettiğini de dile getirdi.

Seminer serisinin devamında Alman Düşüncesinin genel olarak modernleşme sürecindeki üretimlerine odaklanıldı. 1781 yılında Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nin yayımlanmasıyla birlikte daha önce Yunanca ve Latince olan felsefe dilinin yerini Almanca almaya başlar. Kant’ın devrim niteliğindeki hamlesi yalnızca Almancanın felsefe dili haline gelmesini sağlamak değil, felsefe yapmanın bizzat kendisini de dönüştürmesi olmuştur. Felsefe var olanı yalnızca var olması bakımından ele alıp inceleyen bir disiplindir. Olmanın ne anlama geldiği ve olanın nasıl düşünülebileceği meselesi Antik Yunan’dan başlayarak Araplara ve oradan da Avrupa’ya geçerek nihai halini kazanır. Tüm bilimsel gelişmeler ile birlikte felsefenin de yeni bir şekilde yapılması gerekliliği Kant’ın eleştirileri üzerinden kendini dayatmış olur. Fakat daha önce David Hume tarafından nedensellik ilkesinin hiçbir temeli olmadığının dile getirilmesi yalnızca felsefe açısından değil, dünyaya ilişkin herhangi bir açıklama sunma derdinde olan hemen her disiplin için geçerli olacak şekilde güç durumlar tecrübe edilir.

Modernleşme süreçleri açısından bakıldığında felsefe Hegel’in “Minerva’nın baykuşu uçuşuna akşamın alacakaranlığında başlar” deyişiyle dile getirdiği üzere, yeni dünyanın düşüncede nasıl kavranacağının ele alınması sırasında görevini yerine getirmek üzere sahneye en son çıkar. Filozof olup biteni düşünmek suretiyle yeni dünyanın temelini atmaktadır ve o temel de özneden başka bir şey değildir. O halde özne nedir? Özne bir temsildir, kendiliğin temsilidir. Hepimiz yanılmaz bir biçimde kendimizden eminiz ve hatta yegane emin olduğumuz şeyin bu anlamda kendi varlığımız olduğu söylenebilir. Fakat özne ile birlikte insanın kendisini varlığın temeline yerleştirdiği bir bakış açısından söz etmeye başlamış oluyoruz. Her şeyin yanılgı olması durumunda bile temelde benin yer alması yaklaşımı vazgeçilmez olarak kalıyor. Descartes bunları dile getirirken zihnimizde bir temsilin oluşması sürecini nedensellik ilkesi ile açıklıyordu. Benim dışımda bir şey var ve zihnimde de onun sonucu olarak bir temsil var. Dolayısıyla denebilir ki artık yalnızca temsillerle muhatap oluyoruz.

On altıncı yüzyılda Batı kültürü içerisinde manzara resimleri adıyla nitelenen resimlerden söz açan Albayrak, daha önce dini içerikli ve tarihsel olmak üzere resme yaklaşımın iki ana hat üzerinden devam ettiğini ifade etti. Tarihsel olayların tabloda sunulması olarak devam eden tarihsel resimde doğanın arka planda yer aldığı ve savaşların ön plana çıktığı resimler merkeze yerleşmiştir. Klasik ve tarihsel resim arasındaki ayrımı da ilkinin açık seçiklik, evrensellik ve tarihselliği aşacak şekilde anlaşılırlıktan ileri geldiği şeklinde açıklayan Albayrak, söz konusu resimlerin gizem barındırmayıp yorum gerektirmeksizin ve kuşkuya yer vermeksizin anlatmak istediğini dile getirdiğini belirtti. Örneğin Jacques Louis David’in Sokrates’in Ölümü tablosu bu anlamda ne gölge ne de ifadeler açısından hiçbir ikircikli duruma yer vermeyip net bir şekilde yalnızca gösterdiği kadarını anlatan bit resimdir. İlerleyen süreçte doğanın da kendisini gösterdiği tabloların ön plana çıktığını belirten Albayrak, söz konusu dönüşümü Peter Bruegel’in Karda Avcılar isimli tablosunun incelemesini sunarak örneklendirmiş oldu. Bahsi geçen tablo tarihsel herhangi bir olaya yahut dini bir içeriğe sahip olmayıp yalnızca gündelik hayatın ve sıradan insanların işlendiği bir eserdir.

Albayrak insana, evrene ve Tanrıya dair bildiklerimizin artık eskisi gibi olmadığını, toplumsal ve ekonomik yaşam da dahil olmak üzere yaşanan değişimin gerek din gerek fizik gerekse sanat olmak üzere hemen her alanda karşılık bulduğunu belirtti. Felsefede ifade ettiğimiz üzere değişim, insanın her şeyin temeline yerleştiği, her şeyi kendi perspektifinden açıkladığı, temsiller üzerinden işleyen bir süreç şeklinde gerçekleşmiştir. Yeni dünyanın kurulmasında, doğaya bakışın değişiminde en önemli paya sahip isimlerden bir diğeri hiç kuşkusuz Francis Bacon’dır (1561-1626). Bacon ile birlikte doğa artık Antik Yunan’da kozmos değildir. Bütünlüklü bir yapıya sahip olmaktan çıkarak mutlak bir aktivite halini alan öznenin istediği gibi şekillendirdiği, ihtiyaçlarını karşıladığı bir alana dönüşür. Akabinde Galileo doğanın dilinin matematiğin diliyle yazıldığını söyleyerek mekanik, hesaplanabilir, açıklanabilir ve dolayısıyla öngörülebilir bir doğa fikrinin temel taşlarını döşemiş olur. Romantiklerin yoğun olarak beslendiği Spinoza’da ise Tanrı doğaya içkin bir şekilde konumlandırılır ve doğanın açıklanması yine mekanikle olur.

On dokuzuncu yüzyıl Alman düşüncesinde idealist ve romantik olmak üzere iki farklı felsefe akımının doğuşundan bahsedilebilir. Alman idealist ve romantik felsefelerine ilişkin genel bir çerçeve sunarak sözlerine devam eden Albayrak, Kant felsefesi temelinde gelişen Alman idealizminden bahsederken Kant’ın felsefede gerçekleştirdiği en radikal değişimin insanın sonluluğunu temele yerleştirmek suretiyle mutlakla irtibatını koparmak olduğunu ifade etti. Bilgi ve iman arasındaki ayrımın net bir şekilde çizilmesi gerekliliğini savunan Kant, kendisine kadar gelen düşüncenin eleştirisini üstlenerek bilmeden bahsedebilmenin temel şartının duyusal deneyim olduğu vurgusunu yapar. İnsan deneyimi bu anlamda a priori koşullar olan uzay zamanla sınırlı olmak durumundadır ve söz konusu deneyimin ötesine geçebilmek mümkün değildir. Deneyimimiz uzay zamanla sınırlı olduğundan felsefeye düşen görev de deneyimin temellerinin aydınlatılması olmalıdır. İnsanın sonluluğu ve sınırlılığını mutlak bir şekilde temele yerleştiren Kant bu anlamda önemli bir kopuşun temsilcisidir.

Albayrak Kant’tan sonra Fichte ve Schelling felsefelerinden beslenen Romantik akımın gelişiminden bahsetti. Romantikler klasik bakışın temsil ettiği rasyonalizm, evrenselcilik, Antik Yunan ve Roma’nın örnek alındığı bir dünya görüşünden uzaklaşırlar. Novalis’in ifadeleri romantikliğin ne olduğu konusunda oldukça belirleyicidir: “Romantiklik bayağı olana yüksek bir anlamı, alışıldık olana gizemli bir görünüşü, bilindik olana bilinmeyenin vakarını, sonlu olana sonsuzun görünümünü vermektir”. Burada önemli olan Novalis’in dile getirdiği tüm nitelikleri doğaya -Fichte’nin yaratıcı, mutlak ben fikrinin etkisiyle- benin verdiğidir. Doğanın yüceltilmesi gibi görünen şeyin aslında öznenin mutlak bir deha olarak kendisini konumlandırması olduğu söylenebilir. Manzara resimleri de bu aşamada yavaş yavaş söz konusu romantik yaklaşımın ve beraberinde getirdiği dünya görüşünün bir ifadesi olma fonksiyonunu yerine getirmeye başlar.

Romantiklerle ilgili olarak yas ve melankolinin ele alındığı seminer dizisinin son oturumunda Freud’un Yas ve Melankoli eserindeki tanımlar referans kabul edilerek Albrecht Dürer’in Melenkolia tablosuna odaklanıldı. Yas ve melankolide ortak olan bireyin kendini tam ve bütün hissettiği durumun bozulması ve eksiklikle neticelenen bir kayıp halidir. Bu kayıpla nasıl başa çıkıldığı açısından bakıldığında ise birtakım ayrımlara rastlanır. Yas durumunda geri gelmeyen, yeri doldurulamayan bir kayıp vardır ve yastaki hatırlama daima unutma amaçlı bir hatırlamadır. Dengesi bozulan psişik özne bir süre aynı anıyı kendisinde saklayarak içselleştirmek suretiyle yoluna devam eder. Yasın başarısız olması, kaybın bir türlü geride bırakılamaması ile birlikte melankoli açığa çıkar. Hem yas hem de melankoli geçmişle bir ilişkiyi, başa çıkma çabasını temsil ettiğinden romantikler ve felsefe açısından yas sürecinin Hegel felsefesinde oldukça önemli bir yere sahip olduğuna şahit oluyoruz. Albayrak, yas durumunun kesin bir kayıpla karakterize olunduğunu fakat melankolide halihazırda daima bir kaybın bulunması gerekmediğini belirtti. Romantiklerin bozulan birliğin yeniden temini adına gerek Ortaçağa gerek geçmişe geri dönme çabası beraberinde birtakım yıkıntıları da getirir. Melankoli, sıradanlığa tahammülsüzlükten ya da şimdiki zamana karşı duyulan nefretten ileri gelir. Yirminci yüzyılın en önemli ressamlarından Anselm Kiefer ve diğer önde gelen romantik ressamların tablolarından hareketle romantiklerin geçmişle hesaplaşma ve söz konusu geçmişi üretmeye dair yaklaşımları detaylı bir şekilde ele alınarak seminer dizisi nihayete erdirilmiş oldu.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir