“İkinci” Evden “Birinci” Eve: Yahşibey Evleri ve Diğer Altı Ev

Paylaş:

Ev doğrudan doğruya bir nesneyi işaret etmek yerine “içinde bulunduğumuz ve içinde bulunmaktan keyif aldığımız, bize ait kılınmış ya da kendimizin bize ait kıldığı yeri” işaret ediyor.

“İnsan yaşadığı yere benzer”. İlk bakışta sıradan ve anlaşılabilir bir önerme gibi duran bu cümle, bugünlerde hayatımızın birçok alanını etkileyen kritik bir yerde duruyor. Mekânın bireyler ve genel anlamda toplum üzerindeki etkisi veya tersten düşününce bireyin ve toplumun mekâna kazandırdığı formun ifade ettiği toplumsal, kültürel, etik vb. kodlar hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğini tespit edemeyeceğimiz geçişlilik ve yoğunluk bulutları halinde adeta üzerimize çöreklenmekte. Sosyal bilimlerin neredeyse modernleşmeyle koşut bir zamanlamayla konuyla ilgilenmeye başlaması ve son yıllarda bu ilginin giderek artıyor olması ise işin pratik kısmında bir türlü kurtulamadığımız açmazları anlamlandırma çabasının da giderek yoğunlaştığına işaret ediyor. Bu bağlamda içinde yaşadığımız evin nasıl konumlandırılabileceği ise oldukça kritik bir yerde duruyor. Bu anlama çabasına ortak olan her türlü çalışma ise toplum için kıymeti kendinden menkul bir hayatiyet arz ediyor.

Ev ve Mimari program dizisinin onuncu oturumunda bu basit gibi görünen, zengin çağrışım ağına sahip önermeyle sözlerine başlayan mimar Nevzat Sayın’ın konuşması bu nadide örneklerden birisiydi. Konuşmada, yapımını üstlendiği Yahşibey evlerinin hikâyesi üzerinden “hayatlarımızın belirli zamanlarını geçirdiğimiz evler ya da eve benzeyen şeyler” diye tarif ettiği, tatil evleri yani “ikinci ev” üzerine düşüncelerini dinleyicilerle paylaşan Sayın, öncelikle evin mimarlık için olduğu kadar sosyolojik ve etik açıdan da ciddi bir önem taşıdığını vurguladı. Konuşma boyunca “Ev neden önemli?” sorusunu teorik ve pratik anlamda derinleştirmeye çalışan Sayın  “Türkiye gibi kent topraklarının büyük kısmının özel mülkiyete ait olduğu ve bunun neredeyse sadece rant olarak kullanıldığı ve yuva mı mal mı olduğunun tartışmalı olduğu bir yerde” bu sorunun iyice önemli bir hale geldiğini düşünüyor.

Sayın’a göre ev meselesi aslında bir durumu işaret eden bir “kavram”. Ev doğrudan doğruya bir nesneyi işaret etmek yerine “içinde bulunduğumuz ve içinde bulunmaktan keyif aldığımız, bize ait kılınmış ya da kendimizin bize ait kıldığı yeri” işaret ediyor. Türkiye’de meselenin nasıl geliştiği sorusunu ise (toplu konut çılgınlığını pas geçtiğini belirterek) tekil evleri, etrafıyla, kullanıcısıyla ve mimarıyla kurduğu ilişki üzerinden tartışılabilir. Buna göre Türkiye’nin evle ilgili resmi görüşü, Sayın’ın ifadesiyle, “fazlasıyla tutucu ve fazlasıyla muğlak”. Ancak bir yandan da bütün bu muğlaklıkların ve tutuculukların arasında kodlanmış gibi duran bir şey var ve o bize evin nasıl yapılacağını bazı işaretler aracılığıyla gösteriyor. Görmeye alışkın olduğumuz formlar, kalıplar bu şekilde belirleniyor ve bunun dışına çıkılamıyor. Ev yaparken işin nerede başlayacağını ve nerede durulacağını o söylüyor.

Ev ve Mimari serisi kapsamında, 12 Ocak 2019 tarihinde gerçekleşen bu söyleşi BİSAV TV’de yayınlandı. Etkinliğin kaydına ayrıca Bilim ve Sanat Vakfı Spotify, Apple Podcast ve Google Podcast kanallarından da ulaşabilirsiniz.

Peki, bu verili durumu alaşağı etmeden ve onun farkında olarak ama etrafından dolanarak bir şey yapmak mümkün mü? Sayın’a göre mümkün ki Yahşibey evleri örneğinde yapmaya çalıştığı da böyle bir şey. Kişisel pozisyonunu sol bir gelenekten gelen ve dünyayı değiştirme arzusu duyan ancak devrimin “uzak ihtimal” olduğu gerçeğini kabullendiği için mimarlık üzerinden bu değişimin peşinde olmak şeklinde tarif eden Sayın, evin bu açıdan en önemli gördüğü şeylerden biri olduğunu ifade etti. Sayın’a göre böyle bir vizyonla hareket edip bir farklılık meydana getirebilmenin yolu “kuralları tanımak ama onları çiğneyebilmek güveninden ve bilgisinden” geçiyor. Zaten “kuralları tanımadan kuralları çiğneyemiyorsunuz, kuralları tanıdıktan sonra da kuralları çiğnemeden edemiyorsunuz.”

Sayın’a göre en iyi öğrenme biçimi taklit etmektir ama nesneyi değil, yöntemi taklit etmektir. Yöntemi taklit edebilmek için de onu çok iyi öğrenmeniz gerekiyor. Yöntemin sadece işinize gelen bir kısmını alıp olduğu gibi uyguladığınızda ona kopya diyoruz. Yöntemi taklit edince ise mimesis oluyor. Yöntemi taklit edince üslupsal sorun olmaz, nesneyi taklit edince ise olur. Bu prensip cami konusunda da ev konusunda da böyle çünkü zamanın ruhu diye bir şey var. Nesneyi taklit etmek bunu yakalamanın önünde büyük bir engel teşkil ediyor.

Sayın’ın en önemli bulduğu husussa iyi bir yerden başlamak için bir dünya görüşünün olması gerekliliği. Zira dünya görüşü bireyin nasıl yaşayacağını belirler ve nasıl yaşayacağıyla ilgili meseleyi bilmeyen biri nerede yaşayacağını da bilemez. Bu açıdan evlerin sefil hallerinin varlıkla da yoklukla da alakası yoktur. “Burada kim yaşıyor acaba” diye çirkinliğiyle göreni hayrete düşüren evlerin ortak noktası sahibinin varlık ya da yokluk içinde olması ya da olmamasıyla açıklanamayacak bir şeydir.  Dolayısıyla nasıl bir dünyaya sahip olmak istediğimiz sorusu bizi nasıl bir evde yaşamak istediğimiz meselesine götürmektedir.

Sayın’a göre mimarlık eğitiminin/öğrencilerinin çok önemli iki açmazı var: Öncelikle geçmişe dair bilgiyle donatılmıyor öğrenciler. İyi bir mimarlık tarihi okumadan mezun oluyorlar. Bu topraklarda yapıp edilenlerle, burada yaşayan insanlar arasındaki bağın çok kopuk olması, derin bir ilişkinin kurulamaması ciddi bir problem.  Bugün İstanbul’da yaşayan mimarlık öğrencilerinin en az yarısı Süleymaniye’yi hiç görmemiş, Ayasofya’ya hiç gitmemiş, Yerebatan Sarnıcı’na hiç inmemiştir. Milet, Efes, Bergama Antik Tiyatrosu gibi örnekleriyse saymaya bile gerek yok. Fakat Zaha Hadid’in projelerini internetten indirip bakarlar. Bu da bizi eksilten bir şeydir Sayın’a göre, zira geçmişe dair bir fikrimiz olmayınca bulunduğumuz yere dair de bir fikrimiz olmuyor. Vakfın da içinde bulunduğu tarihi yarımadanın ara sokakları arasında dolaşırken çok sayıda kıymetli yapılar gördüğünü not düşerek halimizi o eprimiş, kendi içine çöken evlere benzetiyor Sayın. Onlar kaybolup gidince düşüncemizde de bir şey kalmayacağını hatırlatıyor.

Öte yandan, Sayın’a göre geçmiş bilgisi gibi gelecek fikri de yok bu eğitimde. Bunu şöyle açıklıyor:

Mesela yirmili yaşlarında bir insanın politikayla, özellikle muhalif politikayla ilgisinin olmaması bekleniyor. Bir insanın politikayla ilgisinin olmaması demek gelecek fikrinin olmaması demek. Politika ne demek? Yaşadığı andan şikayetinin olması, bunun daha iyi olacağına dair bir fikrinin olması ve bu fikrini dillendireceği bir mecranın olması demek. Peki tasarım ne demek? Sizden o güne kadar yapılmışlardan daha iyisini isteyen birinin ya da bir probleme karşılık vermek üzere o güne kadar yapılmamış ya da yapılmışlardan daha iyi olacağı beklenen bir şeyi düşünmek. İkisi ne kadar çok örtüşüyor gelecekçi tavır açısından. Apolitik bir gençlik, gelecek tasavvuru olmayan bir gençlik demektir. (…) Gelecek fikri kaybolunca gelecekçi gibi görünen bir takım nesnelerin taklidine dayanan denemeler ortaya çıkıyor. “Extravagant”, “spectacular”, “orijinal”! Ne kadar böyle görünürse o kadar beğeni topluyor tasarımlar.

Dolayısıyla, Sayın’a göre dünyayı değiştirme isteği, dünyayı değiştiremeyecek olsak da dünyayı algılama biçimimizi değiştirme kapasitesi açısından önemlidir. Bu resmi ideolojinin söylediği dünyanın dışında bir dünyanın mümkün olduğunu anlamamıza yardımcı olacak şeydir. Fakat bunu angaje olmak şeklinde anlamamak gerekir. Çok angaje, çok saplantılı olmak bu işin abartılı ucudur ama gaye entelektüel bilgi ve kullanışlı bilgiyi yalnız bırakmamak olmalıdır.

Sayın, Yahşibey evlerinin hikâyesinin bu bağlam içinden bakarak anlaşılabileceğini belirterek konuşmanın kalan kısmına bu minvalde devam etti. Hikâye şöyle: Yahşibey, İzmir’de Dikili’ye bağlı bir köy. 110 hanesi var ve içinde yaklaşık 250 kişi yaşıyor. Sayın’a göre Yahşibey’in en önemli özelliği olağanüstü hiçbir şeyinin olmaması. “Bir köy düşünün her şey birbirine benzer, sıradan ve sessiz” diyor. Aynı zamanda volkanik bir bölgede yer alıyor köy, yani deprem bölgesinde. Malzemesi de inşaata çok uygun değil. Köyde ortalıkta herkesin kullanımına açık fırınlar bulunuyor. Sayın’a göre bu ortak yaşam için bulunmaz bir şey. Kimin evine yapışık olursa olsun bu fırınları herkes kullanabiliyor. Ortak hayır yemekleri de düzenliyorlar. “Hâlâ çadırlar az önce indirilmiş, kervan kenarda duruyor, az sonra da gideceklermiş gibi bir halleri var” diye tarif ediyor Sayın köyün genel havasını ve “kırsal kesim yerleşmelerinin bana en sihirli gelen yeri bütün bu derme çatmalıkların bir araya gelmesiyle oluşan aura” diyor.

Yerleşememe meselesini kırsal kesimin derin bir meselesi olarak gören Sayın bu “eğretilik”, “derme çatmalık” olarak andığı şeyin özensizlik olmadığını, burada yaşayan insanların özenseler de yapabileceklerinin bu olduğunu, bildiklerinin bu olduğunu vurguluyor. Bunu da Safranbolu ve Ödemiş evleriyle kıyaslayarak anlamanın mümkün olduğunu hatırlatıyor ve kendisinin yapmaya çalıştığı şeyin bu eğretiliğe üstten bakıp “ben daha iyisini biliyorum/yapıyorum” demek yerine bulduğu şeye eklemlenme çabası olduğunu söylüyor. Sayın, arkadaşı Emre Senan’ın Yahşibey’de satın aldığı bir ev ve bir ahırdan oluşan köy evini köylülerin mimarlık pratiklerinin beslendiği ilkelere sadık kalarak yeniden inşa ederek Yahşibey evlerini yapmış. Evin yapımında dışarıdan malzeme getirmek yerine hafriyat malzemelerini kullanmış. Yettiği kadarıyla taş kullanıp malzeme bitince betona geçmiş. Dolayısıyla, ortaya “söylenmedikçe farkı belli olmayan”, “hem aynı hem farklı” bu ev(ler) çıkmış.

Yahşibey evleri, aslında çoğunlukla “bizim olmayan evler”de yaşadığımız ön kabulünden yola çıkan Sayın’ın “etrafından dolanarak”  bunu değiştirmeye çalışmasının ürünü. Konuşmanın duyurusunda not düştüğü “Tatil ferahlığıyla günlük yaşama alışkanlıklarının ters-yüz edildiği, olağan zamanlardan farklı bir biçimde yaşanan ikinci evlerden “asıl ev”lerimize aktarılacak bir bilgi ve bu bilgiye dayalı olarak geliştirilebilecek mekânlar ve mekânsal ilişkiler üretebilir miyiz?” sorusunun yanıtını Yahşibey evleriyle yanıtlamaya çalışmış. Bu anlamda, Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi ve İstanbul Şehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi iş birliğiyle Celâleddin Çelik ve Halil İbrahim Düzenli moderatörlüğünde sürdürülen program serisi dinleyicileri Sayın’ın bu arayışına ortak etmiş oldu.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir