Bir Yüzüncü Yıl Değerlendirmesi: Çin Komünist Partisi’nin Dönüşüm Hikâyesi
“Değişimi kendi istediği yöne doğru yöneltmek. Bir bakıma güç ve iktidarın da tanımıdır bu. Çin’in başarısının en önemli anahtarının bu olduğunu düşünüyorum.“
1921 yılının Temmuz ayı modern Çin’in geleceğini doğrudan etkileyecek olaylara sahne olurken Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP) kuran bir avuç insan dışında muhtemelen hiç kimse dünya tarihini derinden etkileyecek bir hareketin tohumlarının atıldığının farkında değildi. ÇKP sadece Çin tarihinin değil dünya tarihinin de hızla dönüştüğü bir dönemde kuruldu. Asıl itici unsurun ne olduğu tarihsel olarak tartışmalı bir konu olsa da partinin kuruluş, inşa ve iktidar dönemlerinin hiçbirinde içe kapalı, durağan ve edilgen bir yapıda olmadığı gerçeğini ısrarla vurgulamalıyız. Bu kısa yazının da amacı Çin’in ve ÇKP’nin bugün de anlaşılmasını zorlaştıran bir takım ideolojik veya ideolojik olmayan bakış açılarını sorgulamaktır. Bunu yaparken ÇKP tarihi ve dünya tarihinin aslında ne kadar iç içe ve birbirini etkileyen karşılıklı olaylar, kavramlar, kişiler ve kurumlar tarihi olduğunu görmemiz gerekiyor.
Bahsedilen bakış açısı sorunlarından belki de en önemlilerinden bir tanesi ÇKP tarihini kendi şahsına münhasır, yerel, otonom ve diğerlerinin edilgen olduğu bir anlatı ile inşa etme çabasıdır. Aslında ilginç bir şekilde bu bakış açısının tezahürlerini hem mevcut Çin hükümeti hem de Çin karşıtı bir takım hükümet ve hükümet dışı kurum ve kuruluşlarda görmek mümkün. Örneğin, ÇKP’nin yüzüncü yıl kutlamalarında benim dikkatimi çeken iki önemli olay oldu. Birincisi Xi Jinping ve parti liderlerinin de katıldığı yüzüncü yıl kutlamalarının sanat gösterisi ve diğeri de Xi Jinping’in bir saati aşan yüzüncü yıl konuşması. Ne Xi Jinping’in konuşmasında ne de sanat gösterisinde partinin dünya tarihindeki gelişmelerin bir parçası olduğuna dair mesaj söylem veya imgeler vardı. Aksine kendi şahsına münhasırlığı, yerelliği ve farklılığı daha fazla vurgulandı.
Hâlbuki ÇKP ne tarihte ne de bugün kendi şahsına münhasır, yerel, yalıtılmış, izole ve dünyadan kopuk bir siyasal harekettir. Sosyalizm gibi dünyanın bütün insanları ve halkları için adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesini şiar edinmiş bir ideolojiyi “Çin tarzı” diyerek yerelleştirme çabasının kime nasıl bir faydası olduğu tartışmaya açık bir konudur. Çin medeniyetinin tezahür ettiği coğrafyanın çok kültürlü, çok etnili, çok dilli ve çok dinli yapısını görmezden gelerek onu belirli bir etnik, dinsel, kültürel ve ideolojik bir topluluğun malı yapma çabasının ciddi bir maliyeti olabilir.
ÇKP tarihi birbirleri ile mücadele içinde olan çeşitli tarihi inşalar mücadelesidir de aynı zamanda. Kuruluş, inşa ve iktidar dönemlerinin her birinde ortaya çıkan bu tarihsel inşalar yine tarihsel şartlar dolayısıyla dağılmış ve sonra yeniden toparlanmıştır. Örneğin bugün zihinlerimizdeki parti imajı ile bunu değiştirmeye çalışan günümüz Çin hükümetinin parti imajı birbiri ile çelişen ve bazen de örtüşen inşaların sonucudur. Peki tarihin uzun nehri aktıkça bu inşalar nasıl kuruluyor ve dağılıyor? Parti’nin bugün inşa etmeye çalıştığı tarihsel anlatı nedir ve nasıl dağılabilir? Bu soruların birçok farklı cevabı olabilir tabi ki. Bu yazıda daha çok dış etkenler (dış politika) tartışması üzerinden partinin nasıl dünya tarihinin bir parçası olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.
Bir kuruluş miti olarak 4 Mayıs Hareketi ve Birinci Dünya Savaşı
ÇKP’nin kuruluşu tabi ki birden çok faktörün bir araya gelmesiyle gerçekleşti. İngiltere başta olmak üzere, Fransa ve Almanya gibi dönemin büyük güçlerinin Çin’i askeri yollarla baskı altına alarak imtiyazlı anlaşmalar imzalamaları, Japonların bu ortamdan da faydalanarak Çin’e karşı saldırgan bir tutum sergilemesi, Çin imparatorluk sisteminin bu baskılara karşı reformlar yoluyla direnme çabaları gibi süreçler 1911 yılında Xinhai Devrimi’ne yani Çin’de imparatorluğun sona ermesine ve Cumhuriyet rejiminin kurulmasına sebep oldu.
Birinci Dünya Savaşı ise bütün bu süreci oldukça sert bir ideolojik çerçeveye taşıyarak Çin’de istisnasız bütün grupların bir şekilde devletin bekası söylemi üzerinden bir tür milliyetçilik geliştirmesine sebep oldu. 4 Mayıs hareketi bu farklı grupların hemen hepsinin şaha kalktığı ve başta emperyalizm olmak üzere Çin’in mevcut durumuna sebep olan adaletsiz ve eşitsiz düzen fikirlerine karşı ortak bir bilinç oluşturdu.
“ÇKP’nin Çin halkı ile daha yakın ve sıkı ilişkiler içine girerek belki de ilk defa kitlesel bir hareket haline gelmesi Japon işgali sürecinde olmuştur.“
Bir inşa süreci olarak iç savaş, Sovyetler Birliği ve Japon işgali
ÇKP’nin 1921 yılında kuruluşunun ilan edilmesinden iktidarı ele geçirdiği 1949 yılına kadarki süreçte ÇKP’nin ana rakibi olan milliyetçiler, Guomintang (KMT), iktidarı bir şekilde ellerinde tutsalar da ülkenin tamamını kontrol altında tutamıyordu. Bu amaçla gerçekleştirilen Kuzey seferi kısmen başarılı olurken milliyetçi bir Kültür Devrimi gibi hamleler işe yaramadı. Bu arada ÇKP ve KMT arasında defalarca denenen ittifak arayışları kısa dönemler haricinde başarısız oldu. Bunun en önemli sebebi ise iki grup arasındaki ideolojik mesafeydi.
Parti’nin kuruluşunda ve KMT ile mücadelede ÇKP’nin en büyük destekçisi bir dış etken olarak Sovyetler Birliği oldu. Hatta ÇKP’nin asıl kimliğine kavuştuğu ve Mao Zedong’un liderliğinin tartışılmaz bir şekilde kabul edildiği Uzun Yürüyüş’ten önce ÇKP ancak bu desteklerle ayakta kalabildi. KMT’nin yoğun baskısı ve saldırıları karşısında çareyi bir tür hicret stratejisinde gören ÇKP liderleri aşağı yukarı 1927’den Japon işgalinin başladığı 1937’ye kadar gerilla hareketi olarak kaldı. Ancak bu süreç partinin iç kimliğini, liderlik hiyerarşisini ve ideolojik söylemini de inşa ettiği faydalı bir süreç oldu.
ÇKP’nin Çin halkı ile daha yakın ve sıkı ilişkiler içine girerek belki de ilk defa kitlesel bir hareket haline gelmesi Japon işgali sürecinde olmuştur. Bu süreçte KMT ile iç savaşa ara verilmiş ve halkın gözünde devletin bekası için savaşan kahramanlar imajı başarılı bir şekilde inşa edilmiştir. Nitekim bu dönemde ÇKP’nin üye sayısının yaklaşık olarak 40.000’lerden 1.200.000’e ulaştığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Japon işgalinin bir başka sonucu ise ÇKP’nin artık dar bir ideolojik grup olmaktan çıkarak özellikle milliyetçi söylemlerin de katkısı ile kitlesel bir harekete dönmesi olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin Japonya’yı hem Çin’den hem de bütün bir Pasifik’ten püskürtüp ağır bir yenilgiye uğratmaları bir bakıma hem Çin’in hem de partinin bekası için çok önemli bir sonuç ortaya çıkardı. Böylece ileride Mao Zedong’un üçüncü dünyacılık söyleminin bir parçası olarak iki emperyalist güç diye tanımlayacağı bu ülkeler Çin devletinin bekasını sağlayan dış aktörler olarak kayıtlara geçti.
Savaşın hemen ardından KMT ile yarım kalan kan davası tam dört yıl sürmüş ve savaştan yorgun düşen tarafların artık birbiri ile mücadele etme azim ve şevkinin ortadan kalktığı bir süreçte ÇKP’nin galibiyeti ile sonuçlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nı nasıl bitirmeliyiz ve yeni dünya düzeni nasıl kurulmalı soruları ile uğraşan büyük güçler için, ilginç ve hatalı bir şekilde, asıl öncelik Çin’in geleceği değil Kore yarımadasının ve Japonya’nın geleceği olmuştur. İşte ÇKP bu dış gelişmeler silsilesi içinde 1 Ekim 1949’da iktidarı ele geçirmiş ve bütün bir Çin’i 1840’tan bu yana ilk defa birleştiren ve mutlak otoritesi altına alan devrimci bir hareket olarak iktidar dönemine geçmiştir.
“İçeride Çin halkını emperyalizm ve işgalden kurtaran kahraman ulu önder ama dışarıda oldukça karmaşık jeopolitik dengeler içinde nerdeyse hiçbir tarafın önemsemediği zayıf, fakir ve kırılgan bir ülkenin lideri vardı.”
Bir iktidar deneyimi olarak Kore Savaşı, Kültür Devrimi ve Soğuk Savaş
ÇKP’nin iktidar dönemini de çeşitli safhalara ayırarak incelemek mümkündür. Çağdaş dönem Çin tarihçileri bu dönemi kabaca Mao yıllları, Mao sonrası yıllar ve Xi Jinping dönemi olarak üçe ayırsa da Xi Jinping’in döneminin böylesine önemli bir kırılma olup olmadığı hala tartışmalı bir konudur. Bu yazının son kısmında da değinileceği gibi Xi döneminin açık bir kırılma olduğuna dair ciddi emareler bulunsa da henüz bu dönemin içinde yaşadığımız için kesin bir kanaatte bulunmak mümkün görünmemektedir.
İktidar döneminde ÇKP artık bir kadro hareketinden daha çok bir lider, önder ve tek adam hareketidir. Dolayısıyla ÇKP’nin kurumsal yapısının zayıfladığı, ortak karar mekanizmalarının azaldığı ve lider kültünün inşa edildiği bir dönemden bahsediyoruz. Mao Zedong’un 1949 sonrasında belki de en zorlandığı konu ülke ve parti içinde kurduğu ulu önder/lider imajını uluslararası alanda da sürdürmek olmuştur. Bu dönemde Stalin gibi güçlü bir lider profilinin yanı sıra Kore’de bağımsızlık ve devletin bekası için ÇKP kadar emperyalizme ve işgale karşı direnmiş Kim İl-sung ve Syngman Rhee gibi liderler vardı. ABD’nin geçici işgali altında olsa da Japonya’da imparator başta olmak üzere siyasi ve ekonomik sistemin işleyişini devam ettirecek elitler vardı. Batılı büyük güçler ise iç savaşı kaybetse de Çin’in ÇKP tarafından işgal edildiği tezini savunan ve Tayvan adasına göç etmiş Chang Kai-shek liderliğindeki milliyetçileri destekliyordu. Hatta Birleşmiş Milletler Çin’i temsilen ÇKP iktidarındaki Çin Halk Cumhuriyeti’ni değil Tayvan’da kurulan Çin Cumhuriyeti’ni üye olarak kabul etmişti. Yani bu açık bir bölgesel ve küresel izolasyon süreciydi.
Kısaca içeride Çin halkını emperyalizm ve işgalden kurtaran kahraman ulu önder ama dışarıda oldukça karmaşık jeopolitik dengeler içinde nerdeyse hiçbir tarafın önemsemediği zayıf, fakir ve kırılgan bir ülkenin lideri vardı. Bu imajdan kurtulmanın yollarını defalarca aradı aslında Mao Zedong. Kore Savaşı da bunlardan bir tanesiydi. Bütüncül olarak savaşın hedefleri gerçekleşmese ve hatta Korelilerin bugün bile başını ağrıtan o kanlı miras ortaya çıkmış olsa bile Çin Halk Cumhuriyeti ve SSCB’nin kısa vadeli hedefleri için başarılıydı. Mao Zedong artık dışarıda da zafer kazanmış bir liderdi.
Stalin için Mao zayıf ve kırılgan bir ülkenin lideriydi. Sovyetlerin bu Çin imajı Stalin sonrasında da devam etti. Soğuk Savaş’ın başlangıcından 1971 yılındaki BM daimi üyeliğine kadar uluslararası tanınma telaşında olan Çin Halk Cumhuriyeti başlangıçtaki Sovyet yanlısı pozisyonunu aslında ideolojik saiklerden daha çok reel politik dengeler sebebi ile tercih ediyordu. Çin’in Sovyetler Birliği ile ideolojik kopuşunun birçok merhalesi olsa da bardağı taşıran son damla Çin ve SSCB arasındaki sınır savaşı oldu. Kısa ama kanlı sonuçlanan bu savaş sonucunda Çin uluslararası izolasyondan kurtulmanın yolunun ABD ile normalleşmeden geçtiğini çok geçmeden fark etti. İşin ilginç tarafı bütün bu gelişmeler içeride Kültür Devrimi adı verilen ve Mao’nun hem partiye hem de devlete olan sadakati perçinleme politikaları ile sürdürülüyordu.
ABD ile normalleşme sonucunda BM daimi üyeliği elde edilirken parti içindeki reformcu kanat ısrarla ve önceleri gizli bir şekilde ekonomik açılım politikalarını uygulamaya başladı. Zira dışarıda kazanılan prestij ve imaj artık içeride halkın refahı ve rejimin yeni bir resmi ideoloji söylemi ile süslenmeliydi. Bütün bu sürecin tam ortasında Mao’nun 1976 yılındaki beklenmedik ölümü parti içinde reformcu kanadın Kültür Devrimi’nin ideolojik ve baskıcı politikalarını sonlandırmasını sağladı. Böylece parti 1978 yılında Deng Xiaoping liderliğinde açılım reformlarını bütün dünyaya ilan etti.
İktidarın olgunlaşması olarak açılım reformları, Tiananmen ve dünya ile entegrasyon
ÇKP’nin dönüşüm hikâyesi açık bir şekilde dünya tarihinin dönüşüm hikâyesi ile paralel bir şekilde eviriliyordu. Açılım reformlarındaki kararlılık 1979 yılında ABD ile resmi diplomatik ilişkilerin başlamasını da beraberinde getirdi. Bu dönem aynı zamanda Neo-liberal ekonomik politikaların da başladığı yıllardı. ÇKP’nin refromcu eliti için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Ve böylece yeni bir dünya kurulurken Çin bu dünyada yerini aldı. Soğuk Savaş’ın son on yılına girerken adı konmasa da SSCB karşısında Avrupa ve Asya Pasifik’te oluşmuş ikili blok vardı. Yalnızlaşmış SSCB bu savaşa ancak bir on yıl daha dayanabildi ve tarihin tozlu raflarındaki yerini aldı.
Ancak ÇKP içinde yeni dönemin nasıl bir ideolojik meşruiyete dayandırılacağı ciddi bir tartışma konusuydu. Açılım reformlarından sonra Çin’in hemen hemen her şehrinde ortaya çıkan demokratikleşme çağrıları Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve dünya tarihinin yeni bir evreye geçişi ile beraber yeniden yükseldi. Tiananmen olayları işte böyle bir karmaşa içinde öğrencilerden işçilere ve aydınlara kadar birçok toplumsal kesimin daha çok özgürlük ve demokrasi talepleri ile başladı. Parti’nin üst düzey liderlerinden de destek aldığı bilinen Tiananmen gösterileri boyunca parti belki de tarihinin en önemli kararlarından birini almak zorundaydı. Bu kararı almak reformcu ve açılımcı elitler için çok kolay olmayacaktı. Çünkü bir yandan parti içindeki dengeler bir yandan da devlet içinde henüz tam olarak gerçekleştirilememiş reform politikaları Deng Xiaoping önderliğindeki liderleri Tiananmen gösterilerini sert bir şekilde bastırma kararına zorladı. Ve parti Tiananmen meydanında sayısı net olarak bilinmeyen ancak on binlerce insanın hayatını doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen ağır bir müdahalede bulundu. Hayatını kaybedenlerin yanı sıra olayların hemen ardından Çin’den kaçarak başka ülkelere sığınan muhalifler de vardı. Bugün de bu isimlerin birçoğu diaspora içinde ÇKP’ye karşı muhalefeti sürdürüyor.
Çin’in kaderi SSCB olmaktan kurtuluyordu ancak dünya ile entegrasyon yolunda başta Avrupa ülkelerinin silah ambargosu olmak üzere ABD’nin de baskısı ile yeni bir izolasyon süreci başlıyordu. Bu seferki çok uzun sürmeyecekti. Çünkü Çin’de reformcu elit bundan sonra parti içinden reformlara gelecek her türlü eleştirinin önünü almış oldu. Liberal reformlardan korkmaya gerek yoktu çünkü varoluşsal bir kriz yaşandığında partinin bekası için her şeyi göze alabileceğini ispatlamış bir elit vardı. Deng Xiaoping’in güney turu ile beraber iç siyasi ve ekonomik reforma olan inanç yeniden perçinlendi. Ve bildiğimiz Çin’in yükseliş hikâyesi aslında bu karmaşık süreçlerden sonra daha net ve anlaşılır bir şekilde ortaya çıkmış oldu.
1990’lardan 2010’lu yıllara kadar geçen yirmi yıl boyunca dünya ile entegrasyon, kalkınma, modernleşme, ekonomik büyüme gibi kalkınmacı devlet anlayışına uygun bir model benimsendi. Sosyalist piyasa ekonomisi olarak başlayan bu büyüme hikâyesi neredeyse kesintisiz bir şekilde bugüne kadar devam etti. Bu süreçte Çin’in yakın coğrafyasında Soğuk Savaş’a benzer ne bir savaş ne de bir çatışma yaşandı. Bu yirmi yıl içinde uluslararası ilişkilerin merkezi coğrafyası ise Ortadoğu oldu. Ancak bu yirmi yılın sonuna doğru 2008 yılındaki küresel ekonomik kriz ÇKP’nin yeni yol haritasını şekillendirmesinde etkili oldu.
İktidar olgunlaştı mı? Ekonomik kriz, Çin Rüyası ve Xi Jinping Dönemi
2008 yılındaki küresel ekonomik krizin hemen ardından Çin ekonomik anlamda varoluşsal bir tehdit hissetti. Dışa bağımlı ve ihracat merkezli ekonomi anlayışı önemli ölçüde krizin etkisi ile Çin’i kendi ayaklarının üzerinde duracağı daha bağımsız ve iç tüketime odaklanan bir ekonomik modele doğru evirildi. Krizin ilk aşamasından sonra bu modelin başarısını da tetikleyen Made in China 2025 ve Kuşak-Yol Girişimi gibi ekonomik ve siyasi içerikleri olan planlar uygulanmaya başladı. Bugün daha da yakından tanıdığımız Çin’in küresel markaları 2010’lu yıllardaki bu stratejik planların ardından ortaya çıktı.
Kriz bir yandan Çin’in ekonomik büyümesine karşı bir meydan okuma olurken diğer yandan da Çin’in dünya tarihine adını yazdıracak başarılarının da ortaya çıkmasını sağladı. Çin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olurken siyasi ve sosyal istikrarını korudu. Siyasal geçiş süreçlerini istikrarlı bir şekilde yönetti ve yoksullukla mücadele gibi partinin içerideki meşruiyetini etkileme potansiyeli olan sorunlarda ciddi başarılar elde etti.
Diğer yandan bu dönem Çin istisnacılığının yükseldiği bir dönem oldu. Her ne kadar ideolojik köklere sadakat ile uyumlu bir politika olarak sürdürülse de bu durum Çin’i ve partiyi içine kapatacak bir süreci tetikleyebilir. Bu anlamda parti gerek istisnacılık üzerinden yükselişe geçen milliyetçilik gerekse de ideolojik kökenlere sadakat olarak yeniden kurgulanan sosyalist idealler arasına sıkışmış durumda. Bir yandan dünya ile entegrasyon, barışçıl büyüme ve hatta üçüncü dünyacılığın yeni formları diğer yandan evrensel değerler ile kavga eden bir üslup Xi Jinping dönemi dış politika tercihlerini de belirlemeye başladı. Amerikan karşıtlığı şimdilik belirli bir düzeyde tutulsa da bunun kolaylıkla Batı karşıtlığı ve azınlıklar üzerinde sıklıkla gördüğümüz ötekileştirme politikalarına dönme olasılığı bulunuyor.
“Bu yüzyıllık serencamın bize gösterdiği en önemli nokta partinin modern dünyanın bir parçası olabildiği müddetçe hayatta kalmış olması ve ona meydan okuduğu dönemlerde zayıfladığı ve iddiasını neredeyse yitirdiğidir.“
Yüzüncü yıl bu çerçevede yeni bir kırılma olacak mı yoksa Xi döneminin süreklilik içeren unsurlarından biri olarak mı okunacak? Aslında yüzüncü yıl konuşmasında her iki yoruma da kapı aralayan açıklamalar oldu. Ancak dışarıya karşı mesaj çok netti. Bundan sonra geriye dönüş asla mümkün değildi. Xi’ye göre Çin halkı bu kazanımları korumak için ÇKP önderliğinde birleşerek düşmanlara karşı çok sert bir mücadeleye girişmek zorunda kalabilir.
ÇKP’nin kuruluşu kendinden önceki dünya tarihini de derinden etkileyen bu olaylar olmaksızın tam olarak anlaşılamaz. ÇKP en nihayetinde Çin halkının yarım asrı geçen baskı, zulüm ve emperyal politikalara karşı direnç araçlarından biri olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla ÇKP bu direniş hareketlerinden sadece biriydi ancak önemli bir tanesiydi.
Sonuç olarak parti bugün Şanghay’da ufak bir Fransız imtiyaz bölgesinde kurulduğu halinden bambaşka bir konumda. Ancak kurulduğu modern siyasal düşünce iklimi içinde kalmaya çabalayarak buraya geldi. Yani bir bakıma parti dünya ile beraber değişmeye çalıştı. Tabi ki siyasal ve ideolojik pozisyonunu da değiştirerek. Bu sebeple bugünkü partinin dünkü parti olmadığını vurgulamakta yarar var. Aynı yarınki partinin de bugünkü parti olmayacağı gibi. Bu yüzyıllık serencamın bize gösterdiği en önemli nokta partinin modern dünyanın bir parçası olabildiği müddetçe hayatta kalmış olması ve ona meydan okuduğu dönemlerde zayıfladığı ve iddiasını neredeyse yitirdiğidir. Burada ideolojinin aslında dış politikayı da etkileyebilecek şöyle bir gücünün de olduğu ortaya çıkıyor: Değişimi kendi istediği yöne doğru yöneltmek. Bir bakıma güç ve iktidarın da tanımıdır bu. Çin’in başarısının en önemli anahtarının bu olduğunu düşünüyorum. Bugün Çin’in ulaştığı ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri güç unsurlarının bunun bir ispatı olduğu söylenebilir. Kısacası ÇKP tarihi aslında bir yerde dünya tarihinin bir parçasıdır. Ve dünya tarihinin belirlediği koşullarla yeniden şekil almaya devam edecektir. Ancak bugünü dünden ayıran en önemli mesele artık ÇKP’nin de dünya tarihini şekillendirebilecek bir ideolojik motivasyon ve maddi güce sahip olmasıdır. Çin’i okumaya ve anlamaya çalışmak aslında bu yeni ilişki biçiminin muhtemel sonuçlarını da anlamak için önem arz etmektedir.
Not: Bu yazı ilk kez 26.07.2021 tarihinde dunyasiyaseti.com sitesinde yayınlanmıştır.