21. Yüzyılda Sömürgeciliği Yeniden Düşünmek ya da Yeni Apartheid’lar
“Arap-İsrail savaşlarından Filistin-İsrail çatışmasına, oradan da yaklaşık son on beş yıldır neredeyse Filistin meselesinden ayrı bir sorunmuş gibi gösterilmek istenen Gazze trajedisine, ‘Gazze Savaşları’na veya Hamas-İsrail çatışmasına… Her adlandırma, mutlaka bir ölçüde tanımlama, belirleme, dâhil etme/dışarıda bırakma ve nihayet hükmetme girişimi içerir.”
Geçtiğimiz ay İsrail Devleti kuruluşunun 73. yıldönümünü kutlarken üzerinde kurulduğu Filistin toprakları bir kez daha –ne yazık ki son olmamak üzere– acıyı, kanı ve gözyaşını içine, ta derinliklerine çekti. 1917’de Balfour Deklarasyonu ile ‘bir ulusun (Filistinliler) topraklarının, bir başka ulus (İngilizler) tarafından üçüncü bir ulusa (Yahudi ulusu) vaat edilmesi’nden Mayıs 1948’de İsrail’in kuruluşuna kadar geçen otuz yıllık İngiliz sömürge yönetimi döneminde yaşanan çok önemli gelişmeler [1] bir yana; ‘48 sonrası kısa aralıklarla art arda savaş deklarasyonları bölgedeki sorunu uluslararası gündemin üst sıralarına taşıdı. Bu arada yıllar içinde yaşanan savaş ve çatışmaların, meselenin tarihine ve diğer pek çok şeye işaret eder bir biçimde ad(landırma)larının değişip dönüşmesi de oldukça dikkat çekiciydi: Arap-İsrail savaşlarından Filistin-İsrail çatışmasına, oradan da yaklaşık son on beş yıldır neredeyse Filistin meselesinden ayrı bir sorunmuş gibi gösterilmek istenen Gazze trajedisine, ‘Gazze Savaşları’na veya Hamas-İsrail çatışmasına… Her adlandırma, mutlaka bir ölçüde tanımlama, belirleme, dâhil etme/dışarıda bırakma ve nihayet hükmetme girişimi içerir.
Filistin halkı geride kalan yüz yıl içerisinde sömürgeciliğin farklı ve aynı zamanda en acımasız yüzlerine maruz kaldı. Evlerinin ve topraklarının gasp edilmesinden zeytin ağaçlarının yakılıp yıkılmasına, milyonlarcasının mülteci olarak çok ağır koşullarda yıllarca yaşamak zorunda bırakılmalarından kendi yurtlarında ‘ikinci’ hatta ‘üçüncü’ sınıf insan muamelesine tabi tutulmalarına kadar Filistinlilerin üzerinde yaşadıkları bu coğrafya bireysel, toplumsal ve politik açılardan acının adeta teatral-trajik bir biçimde sürekli olarak insanlığın gözlerinin önünde sergilendiği devasa bir sömürge-mekân’a dönüştü. Geçen yüzyılın bitimine doğru dünyanın bir bölgesinde –Güney Afrika– modern zamanların en kötücül ırkçı-sömürgeci yönetim biçimlerinden olan Apartheid rejimi, uzun bir mücadelenin sonunda ardında kalıcı izler ve yaralar bırakarak devrilirken; bir diğer bölgede, Filistin’de, arkasına görülmedik bir uluslararası destek ve kamuflaj alarak yarattığı sömürge-mekan üzerinde sessiz ve yavaş bir biçimde ama kararlı adımlarla etnik temizlik yürütmekteydi. Barış ve güvenlik söylemleri, demokrasi, özgürlük ve insan haklarına eklemlenerek yeni-sömürgeci retorik ve politikalarda bıktırıcı bir biçimde tekrarlanır. İsrail’in Apartheid rejimi de kendisini her zaman bu söylemlerin arkasına gizlemeye çalıştı. Ne var ki etkileri hiç de eskisi gibi kolayca öngörülemeyen ‘yeni’ aktörler, temsil iddiasında bulunan sesler, asimetrik gruplar vb. 21. yüzyılda ortaya çok farklı mücadele ve direniş alanlarının çıkmasına da yol açacaktı. Bugün 21. yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmaya yaklaşırken sömürgecilik veya bir başka ifadeyle küresel egemenliğe soyunan herhangi bir ‘İmparatorluk’ – bu kavram bugün en çok ABD’yi ifade etse de artık onun da rakipsiz olamayacağı görülmüş durumda; izlediği strateji ve kullandığı dil açısından Çin de (hatta bir ölçüde Fransa, Almanya ve Rusya da) rahatlıkla bu kategoriye girebilir – politikaları ve buna karşı geliştirilen muhalefet biçimleri geçen yüzyıla göre oldukça farklılaşmış ve çeşitlenmiş durumdadır.
“Bugün ‘İmparatorluk’ belki de en fazla içeride kendini hissettirmektedir. Büyük metropollerin – artık sadece varoşlarını oluşturmayan, çoğu zaman kent hayatının o alışıldık akışını ‘bozan’ – oldukça düzensiz ve kolayca kontrol edilemeyen, davranış biçimleri kestirilemeyen tekinsiz grup ve toplulukları, eski sakinlerini dehşete düşürecek tarzda her şeyi değiştirmişlerdir.”
Koşulların değişmesi, bu arada yeni araç ve teknolojilerin kullanılması günümüzde emperyal hırsları ve yeni sömürgeci yöntem ve politikaları görünmez kılmasa da oldukça inceltmiştir. Eğer gözleriniz ve kulaklarınız hakikat karşısında kapalı değilse İsrail’in Apartheid politikalarını görmemek imkânsız olsa da bu durum özellikle büyük Batı metropolleri için düşünüldüğünde ortaya çok daha karmaşık ve baskılanmış bir resim çıkmaktadır. Başta ABD olmak üzere büyük güçlerin denizaşırı tahakküm sağlamak ve uzak bölgelerdeki çıkarlarını korumak uğruna giriştikleri savaş, işgal ve askeri müdahaleler gibi sert güç kullanımı ile ticaret, yatırımlar, borç ve hibeler yoluyla nüfuz kurma gibi yumuşak güç unsurlarını takip etmek ve öngörmek nispeten daha kolaydır. Buna karşılık bugün ‘İmparatorluk’ belki de en fazla içeride kendini hissettirmektedir. Büyük metropollerin – artık sadece varoşlarını oluşturmayan, çoğu zaman kent hayatının o alışıldık akışını ‘bozan’ – oldukça düzensiz ve kolayca kontrol edilemeyen, davranış biçimleri kestirilemeyen tekinsiz grup ve toplulukları, eski sakinlerini dehşete düşürecek tarzda her şeyi değiştirmişlerdir. ‘Site’nin kuralları ve düzeni sadece sarsılmakla kalmamıştır, ansızın çıkıp geliveren bu yabancılar (veya barbarlar) yeni kuralları belirlemede de söz sahibi olmak istemektedirler. Bu ‘cüretkâr ve kendini bilmez’ yabancılara karşı genellikle verilen tepki sosyal bir dışlama ve ret şeklinde olmuştur. Altı çizilmelidir ki bu sosyal ret tavrı sıradan, gelip geçici ve basit bir tepki olmakla kalmamış, giderek yükselen yabancı karşıtı/zenofobik ve aynı zamanda sistematik olan politikaların zeminini oluşturmuştur. Bu yazının temel düşüncelerinden biri tam olarak budur: 2021 yılında sömürgeciliğin ve emperyal politikaların formu, emperyal başkentlerde ve diğer büyük ‘İmparatorluk’ merkezlerinde, içerideki ‘ötekiler’e dönük işleyen yeni toplumsal-politik apartheid’lardır. Bunlar yaşadığımız dünyanın kesinlikle ‘yeni-getto’ oluşumlarıdır; mekansızlıkları nedeniyle ilk anda kolayca fark edilmezler. Her şeyin sergilendiği ana mekân emperyal metropol olunca, bildiğimiz apartheid modelinden böyle bir uyarlama kaçınılmaz olmuştur. Yeni apartheid, bu metropol kente aittir ve yine metropolün temel yaşam tarzını belirleyen koşullar tarafından biçimlenir.
“Batı’nın büyük metropollerinde ortaya çıkan ve yaşamın her alanında ağır bir şekilde hissedilen bu yeni ve mekânız kolonyal-ırkçı form hem sistematik bir politika yapım tarzı hem de bir yönetim modeli olarak ‘İmparatorluk’un içeride, şimdi kendisiyle eşit bir statüde bir arada yaşama hakkı talep eden eskinin sömürge ‘nesne’sine karşı benimsediği yönelimi açığa vurmaktadır.”
21. yüzyılın (Batı) metropolü, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemi şekillendiren bazı dinamikler tarafından koşullanmıştır. Bunların en başında kamusallığın radikal bir biçimde geri çekilmesi [2] ve buna paralel olarak şahsiyet duygusu ile her tür etik ve estetik kaygıdan yoksun kör bir bireycilik –piyasa toplumu bireyciliği– gelmektedir. Modern kent yaşamının toplumsal dokusunu bütünüyle tahrip ederek insanı yalnızlaştıran ve büyük bir eşitsizlik yaratan bu koşullar, metropol apartheid‘larında mekândan –fiziki bir gettonun sağlayabileceği getto-içi dayanışma ağlarından bile– yoksun bırakılmış ikinci, üçüncü sınıf insan kalabalıklarının yaşamsal konumlarını birkaç kat daha fazla zora sokmaktadır. Metropoldeki ‘gerçek insan’ların yaşadığı yaşamın dışına görünmez duvarlarla itilmiş ve reddedilmiş bu insan toplulukları –göçmenler, mülteciler, yabancılar, ötekiler, azınlıklar, marjinal(ize edilmiş) gruplar –için mekanın sahiplerince dayatılan ‘tek başına ve çaresiz olma’ hissinin ağırlığı, bu topluluklarca gösterilebilecek olası bir direnişin imkânını kırmaya dönüktür.
Böylece yeni apartheid’ın mekânız oluşu dayanışma yönündeki her türlü arayışın ve basıncın önünü keser. Klasik sömürgeci ve emperyal tahakkümün ilk elden amacı, dışarıdaki ve uzaktaki fiziksel ve görünür kaynakların kontrolü ile aktarımı iken; yaşanan bir dizi küresel süreçler sonucunda eskiden sömürgeleştirdiği şimdi yanı başında ‘İmparatorluk’ üzerinde söz söyleme hakkı talep etmektedir. Sömürgeci-sömürgeleştirilen ilişkisi artık çok daha karmaşık bir hal almıştır. ‘İmparatorluk’ bugün emperyal hırslarının önemli bir kısmını bu yeni bağlamda tekrar planlamak ve yönlendirmek zorunda kalmıştır. Batı’nın büyük metropollerinde ortaya çıkan ve yaşamın her alanında ağır bir şekilde hissedilen bu yeni ve mekânız kolonyal-ırkçı form –bunu burada yeni apartheid’lar olarak kavramsallaştırıyorum– hem sistematik bir politika yapım tarzı hem de bir yönetim modeli olarak ‘İmparatorluk’un içeride, şimdi kendisiyle eşit bir statüde bir arada yaşama hakkı talep eden eskinin sömürge ‘nesne’sine karşı benimsediği yönelimi açığa vurmaktadır.
Sömürgeci formların ve emperyal politikaların 21. yüzyıldaki durumu üzerine düşünürken resmi burada bitirirsek yine de eksik kalacaktır. Çünkü bütün bir sömürgecilik tarihinin öğrettiği belki en açık gerçeklik şudur: Bu resmin iki tarafı vardır; resim tuvali üzerinde iki taraf bir arada çalışmaktadır: İmparatorluk ve direniş. Ortaya çıkan tablo tarih içerisinde bu ikisinin vuruşlarıyla şekillenmiştir. Bundan sonra da kesinlikle böyle olmaya devam edecektir.
Not: Bu denemedeki birçok şey üzerine düşünmemde esin kaynağı olan, başta Şarkiyatçılık ile Kültür ve Emperyalizm olmak üzere pek çok önemli eserin sahibi, yaşamı süresince çok değerli bir öğretmen ve aynı zamanda aktivist olan müteveffa Edward W Said’i burada şükran ve özlemle yâd etmeyi bir borç olarak görmekteyim.
Bu yazı daha önce www.insamer.com’da yayınlanmıştır.
[1] Bu dönem ve sonrası için Profesör Rashid Khalidi’nin yakın zaman önce yayınlanan ve kelimenin gerçek manasıyla tam bir usta işi olan mükemmel eserine bakınız: The Hundred Years’ War on Palestine: A History of Settler Colonialism and Resistance, 1917–2017 (New York: Metropolitan Books, 2020).
[2] Bkz. Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü [The Fall of Public Man], çev. Serpil Durak & Abdullah Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı, 1996 [1992]).