“Kusursuz İntihal Yoktur”: Nizâm-ı Cedîdle İlgili Bir Risale Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Risalesine Nasıl Dönüştü?

Paylaş:

Yüksek lisans tezi olarak hazırlanan metinlerdeki insanı hayrete düşüren okuma ve yorum hatalarına bakıldığında bu konuda fazla umuda kapılmamak, beklentileri asgariye indirmek gerekiyor. Dirsek temasına girecek ilmi muhitlerin teşekkülü de birçok disiplin için şimdilik tatlı bir hayal.”

Yazma eser incelemelerinin sürprizlerle dolu bir süreç olduğu, müellif hattı nüshaların da aralarında bulunduğu, nadir nüshaların, adı bilinen, kendisi kayıp metinlerin keşfine kapı araladığı, müstensihe nispetle yayınlanan metinlerin müelliflerinin farklı isimler çıkabildiği ilgililerin aşina olduğu hususlardandır. Nüshaların vikaye varaklarında, zahriyelerinde ve derkenarlarındaki muhtelif kayıtlar, sadece kitap kültürünün değil, İslam ilimlerinden tarihe, edebiyattan felsefeye kadar birçok alana dair başka kaynaklarda bulunamayacak bilgileri bizlere ulaşılır kılar. Son zamanlarda bu türden kayıtları ele alan bir dizi nitelikli çalışma bu sahanın uzanabileceği yerlere dair ufuk açıcı sonuçlar ortaya koydu. [1] Öncelikle şiirlerin ama genel manada tüm yazılı metinlerin birbirleriyle ilişkisinin zaman zaman “kaynak vermeden birebir kopyalama”, “muhtevayı/ana konuyu aşırma”, “bir metni ilave ve eksiltmeler yapmak suretiyle kendi telifi haline getirme”,  “başkasına ait metni kendisinin telifi/tercümesi olarak kullanma” gibi intihal süreçleriyle anılıyor olduğu hususu [2] da bu tür kayıtların ehemmiyetini arttırdı. Bu sebeple bir metni, bir şekilde tesadüf edilen/elde edilen tek bir nüshadan değil, mümkün mertebe tüm nüshalarına ulaşarak okumak/yayına hazırlamak metin tenkidi çalışmalarının artık müsellem bir kabulü oldu.

Bu yazı, bir Osmanlı siyaset düşüncesi metninin telif sürecinin kısa hikâyesini aktarmak ve bildiğimiz kadarıyla literatürde henüz söze konu edilmemiş bir intihal vakasının izini, bahsini ettiğimiz kayıt türlerinden istifadeyle, sürmek üzere kaleme alındı. Hikâye, Osmanlı klasik döneminde yapılan siyaset tercümeleri üzerine çalıştığım araştırma projesi çerçevesinde tespit ettiğim bir yazma nüshayla başladı. [3] Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi (yeni adıyla Bursa İnebey Yazma Eser Kütüphanesi) Genel koleksiyonunda bulunan [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd başlıklı bir nüsha üzerinde ilk bakışta anlamlandıramadığım notlara rastladım. Risale, Arapça bir cümle ile başlıyor, sonra bu cümlenin Türkçe çevrisi yapıldıktan sonra tekrar Arapçaya dönüyor ve böylece çift dilli olarak devam ediyordu. Hem katalog kaydında hem de risaledeki telif kaydında müellif Mehmed/Muhammed b. Ali el-Birgivi olarak tespit edilmişti. Ferağ kaydından anlaşıldığı kadarıyla bu nüsha müellifin oğlu Ali Şükri tarafından istinsah edilmişti. Buraya kadar her şey yolunda, olması gerektiği gibiydi. Nüshada anlaşılmaz olan, işleri karmaşıklaştıran ve neye delalet ettiği, hangi amaca matuf olduğu ilk bakışta anlaşılmayan bazı notlar bulunmaktaydı. Bu notlar beş noktada temerküz ediyordu:

İlk olarak orijinal nüshadaki Nizâm-ı Cedîd ile ilgili ifadelerin yanına Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ile ilgili ifadeler yazılmıştı:

Resim 1

[Metin:

“… kullar içün Allâh te‘âlâdan nizâm-ı cedîd ismiyle müsemmâ bir tarîk taleb eyledikde…

Derkenâr:

Dîn ü devlet-i ‘aliyye mansûr u âbâdân olmaklığı-çün ‘asâkir-i mansûre-i Muhammediyye ismiyle müsemmâ bir tarîk taleb eyledikde…”]

İkinci olarak eserin kendisine ithaf edildiği sultan ve babasının isimlerinin üzerine (Mustafa Han oğlu Selim Han) farklı bir mürekkeple/kalemle çizgi çizilmiş, isimler satır üstünde başka padişah isimleriyle (Abdülhamid Han oğlu Mahmud Han) değiştirilmiş ve ilave sıfatlar (el-Gâzî, Adlî) yazılmıştı (bk. Resim 2a-b-c). Risalenin iki farklı sayfasında ise sultana ve ordusuna yapılan dua ve iltifat cümlelerine derkenârda ilaveler yapılmış, Selim Han’ın metin içerisinde zikredilmediği bu kısımlara Mahmud Han’ın ismi eklenmişti (bk. Resim 3a-b).

Resim 2a.

Resim 2b.

Resim 2c.

Resim 3a.

Resim 3b.

Üçüncü husus eserin isminin kaydedildiği yerde kendisini gösteriyordu. Burada da derkenarda risalenin ana metnindeki isminden ([el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd) farklı bir başka ismin kitaba verildiği ([er-]Risâletü’l-adliyye fi[’l-]Asâkiri’l-Mansûreti’l-Muhammediyye), üstelik risalenin çift dilliliği de gözetilerek, yazılıydı.

Resim 4.

[Metin:

وسميتها [الـ]قول السديد في أصول [الـ]نظام الجديد، والله الموفق وهو على ما نقول شهيد

Biz bu risâlemize [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd deyû isim verdik. Allâh te‘âlâ tevfîk edicidir…

Derkenâr:

وسميتها [الـ]رسالة العدلية في [الـ]عساكر المنصورة المحمدية وصلى الله تعالى على  خير البرية

Bu kitabımıza [er-]Risâletü’l-adliyye fi[’l-]Asâkiri’l-Mansûreti’l-Muhammediyye deyu isim verdik. Allâh te‘âlânın rahmeti cümle mahlûkâtın efdali Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm üzerine olsun.]

Dördüncü husus, risale içerisinde doğrudan III. Selim dönemine işaret eden bazı ifadeler için kullanılan “bu zamanda” ifadesi yerine derkenarda “sâbıkada” ifadesinin kullanımında ortaya çıkıyordu. Yine Nizâm-ı cedîd kışlaların adlarının verildiği yerlerin bazıları da farklı yer adlarıyla (Levend Çiftliği yerine Davud Paşa ve Râmî yazılması gibi) değiştirilmişti. Değişen dönemde artık tarih olan, muhtemelen II. Mahmud dönemi için geçerliliği kalmadığı düşünülen değerlendirmeler böylece bu duruma uygun ifadeyle yer değiştirmiş gözüküyordu (bk. Resim 5a-b).

Resim 5a.

Resim 5b.

Son olarak hem metin içerisinde hem de telif kaydının bulunduğu yerdeki notlar durumu hepten karmaşık kılıyordu. Zira bu kısımlarda asıl nüshada, yukarıda da belirttiğimiz üzere müellif Muhammed b. Ali el-Birgivî olarak kayıtlı iken, derkenarda eserin müellifinin Birgivî’nin oğlu Ali Şükri olduğu yazılıydı (Bk. Resim 6a-b-c.)

Resim 6a.

Resim 6b.

Resim 6c.

[Metin:

صاحب هذه الرسالة محمّد بن علي البركوي عفى عنهما العفوّ الغني

كتبه ابن المصنف علي الشكري من تلاميذ عمر الوصفي

(Bu risâlenin sahibi Muhammed b. Ali el-Birgivî’dir. Afüv ve Ganî olan Allah her ikisini bağışlasın. Bunu yazan musannifin oğlu Ali Şükri’dir. O, Ömer Vasfî’nin öğrencilerindendir.)

Derkenâr:

نامق هذه الرسالة العدلية علي بن الحاج محمّد عفى عنهما المولى الصمد من شر حاسد إذا حسد

كتبه علي الشكري ابن الحاج محمّد البركوي من تلاميذ عمر الوصفي

(Bu er-Risâletü’l-Adliyye risalesini kaleme alan Ali b. el-Hâc Muhammed’dir. Samed olan Mevla o ikisini bağışlasın. Hased edenlerin hasedinden [korusun]. Bunu yazan Hacı Muhammed Birgîvî’nin oğlu Ali Şükrî’dir. O, Ömer Vasfî’nin öğrencilerindendir.)]

Bu kayıtların ne anlama geldiğini düşünürken ilk fark ettiğim husus bunların müstensihin yani müellifin oğlunun kaleminden çıktığı oldu. Zira hat hemen hemen aynıydı. Dolayısıyla müstensihin istinsah ettiği metne bazı müdahaleler yaptığı anlaşılıyordu. Bu durumu iyice açığa kavuşturmak için risalenin başka nüshalarını aradığımda imdada, risaleye ait iki nüshayı barındıran İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi yetişti. Bu nüshalarda Bursa nüshasındaki eser adı ve padişah isimlerine dair notlar yoktu. Mamafih nüshalardan birisindeki telif kaydında Muhammed b. Ali’nin ismi yer almakla birlikte bu kaydın hemen yanına düşülen bir diğer kayıtta risaleyi tahrîr edenin Ali b. Muhammed olduğu yazılmış, dahası bu notun hemen üstüne de farklı bir mürekkeple/kalemle “yani müellifin oğlu” ifadesi eklenmişti (bk. Resim 7). Anlaşılan 1210 [1795-96] yılında istinsah edilen bu ikinci nüshaya da sınırlı bir müdahale söz konusuydu. Geriye kalan son nüsha ise müellifin oğluna dair hiçbir iz taşımamaktaydı ve nüshanın ferağ kaydında Galata’da meskûn olup “Nâilî olarak bilinen Ahmed” isimli bir müstensihin adı yer almaktaydı. Nâilî risaleyi 1216 [1801-2] yılında, yani Sultan III. Selim’in saltanatta olduğu esnada istinsah etmişti (Bk. Resim 8).

Resim 7.

Resim 8.

كتبه أحوج العباد إلى كرم ربه العلي الحاج أحمد المعروف بين الكتاب بنائلي

[Bunu yazan Yüce Rabbinin keremine en çok muhtaç olan kul olan, kâtipler/müstenishler arasında Nâilî olarak bilinen Hacı Ahmed’dir…]

“Öyle anlaşılıyor ki, müellifin oğlu III. Selim döneminde nizâm-ı cedîdi desteklemek için babası tarafından kaleme alınan risaleyi önce kendi eliyle istinsah etmiş, sonra II. Mahmud dönemine gelindiğinde ilk olarak babasına ait risale üzerinde değiştireceği/uyarlayacağı kısımları Bursa nüshasına not etmiş ve nihayetinde bu risaleyi yaptığı değişikliklerle farklı bir adla yeniden “telif” etmişti.”

Bu noktada aslında mesele büyük oranda şekillenmiş, risalenin Muhammed b. Ali el-Birgivî’ye ait olup isminin [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd olduğu hususu açıklığa kavuşmuştu. Zira Nailî tarafından istinsah edilen bu nüsha hem müellifin hem de risalenin adını açıkça veriyor, oğluna dair hiçbir iz taşımıyordu. [4]   Hem bu nüshanın hem de Bursa nüshasının başında dönemin iki âliminin, “sabık İzmir kadısı” [ve 1807 yılında Anadolu kazaskeri olacak olan] Mehmed Münîb [Ayntâbî] (ö. 1823) ile “İstanbul’un önde gelen müderrislerinden” (ve II. Mahmud döneminde şeyhülislam olacak olan) Yasincizâde Abdülvehhâb Efendi’nin (ö. 1833) takrizlerinin bulunması Muhammed Birgivî tarafından kaleme alınan bu risalenin el-Kavlü’s-sedîd başlığıyla 1790ların son yıllarında kamuoyuna açıldığına, tabir caiz ise Birgivî’nin eseri kendi adına “tescil” ettirdiğine de delalet etmekteydi. [5]

Şu halde, bu notlar ne anlama gelmekteydi ve acaba kütüphane kataloglarında ([er-]Risâletü’l-adliyye fi[’l-]Asâkiri’l-Mansûreti’l-Muhammediyye başlıklı bir başka risale var mıydı? Bu sorunun cevabı için yeniden katalog kayıtlarına müracaat edildi. Hem Bursa nüshasının derkenarına yazılan bu ikinci eser ismi ile hem de müellif olarak kaydedilmesi ihtimaline binaen Ali Şükri adıyla yapılan taramalarda bir risaleye ulaşıldı. Bu risaleyi, el-Kavlü’s-sedîd risalesiyle karşılaştırdığımızda mesele büyük oranda çözülmüş oldu. Zira bu ikinci risale aslında ilk risalenin satır satır aynısıydı, birkaç “küçük” farkla. Risale Selim Han’a değil, Gazî II. Mahmud Han’a ithaf edilmişti. Eserin adı [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd değil, ([er-]Risâletü’l-adliyye fi[’l-]Asâkiri’l-Mansûreti’l-Muhammediyye idi. Ve son olarak müellif de Muhammed b. Ali el-Birgivî değil, Ali Şükri b. Muhammed idi. Risalenin telif tarihi ise 1243 [1827-28] olarak kaydedilmişti (Bk. Resim 9a-b-c-d). Bunların dışında yukarıda yer verdiğimiz müdahalelerin tamamı, daha açık bir ifadeyle satır üstünde ve derkenarda yapılan müdahalelerin tamamı bu “yeni” risaleye işlenmiş, metin bu müdahalelere göre yeniden düzenlenmişti.

Resim 9a.
Resim 9b.
Resim 9c.
Resim 9d.

Burada dikkate almamız gereken son birkaç husus daha var. Birgivî’nin risalesinin Nadir Eserler’deki nüshalarından birisinde olmasına rağmen diğer nüshada ve Bursa nüshasında eksik olan bidat konusuyla ilgili kısım, Risâle-i Adliyye’de de bulunmamaktadır. [6] Bu durumda müellifin oğlu ya babasının risalesini istinsah ederken bu kısmı bir sebepten ötürü atladı yahut babası risalesini sonraki bir dönemde geliştirdi. Bu konuda kesin olan husus Birgivî’ye ait olan bu ilave kısmın hem Ali Şükrî’nin istinsah ettiği Bursa nüshasında hem de “telif” ettiği risalesinde olmadığıdır.

İkinci ve daha belirleyici husus ise Birgivî’nin doğrudan kendisiyle ilgili olarak aktardığı ve Osmanlı savaş tarihi açısından da oldukça mühim bir anekdotun müellifin oğlu tarafından atlanmasıdır. Bu anekdotta Birgivî, 1202/1788 yılındaki Mehâdiye Muharebesi’ne Çerkes [Kethüdâ] Hasan Paşa’nın (ö. 1225/1810) musahibi olarak katıldığını, savaşın gidişatına yön verecek bazı tavsiyelerde bulunduğunu ve bunların Paşa tarafından dikkate alındığını aktarmaktadır. Müellifin oğlu bu kısmın başladığı yerde derkenara şu notu iliştirir: “Bundan aşağı ve mine’l-mühimden bed’ oluna” (bk. Resim 10). Böylece ilgili anekdotun bitiminden sonraki kısma geçileceğini, bu kısmın risâlesine alınamayacağını da istinsah ettiği nüshaya kaydeder. Dediği gibi de yapar ve babasına ait bu anekdot yeni risalede buharlaşır.

Resim 10.

Şu halde öyle anlaşılıyor ki, müellifin oğlu III. Selim döneminde nizâm-ı cedîdi desteklemek için babası tarafından kaleme alınan risaleyi önce (ve muhtemelen babası hayattayken) kendi eliyle istinsah etmiş, sonra II. Mahmud dönemine gelindiğinde ilk olarak babasına ait risale üzerinde değiştireceği/uyarlayacağı kısımları Bursa nüshasına not etmiş ve nihayetinde bu risaleyi yaptığı değişikliklerle farklı bir adla yeniden “telif” etmişti. [7]

Meselenin bize bakan tarafının hikayesi bu şekilde. [8] Bir de şöyle bir ihtimal tasavvur edilebilir kuşkusuz: Araştırmacı ilk olarak Ali Şükrî’nin metnine rastlasaydı acaba babasının metnine ulaşabilir miydi? Eğer bu araştırmacı Ali Şükrî’nin “müellif hattı” olduğu da anlaşılan tek nüshasını esas alırsa ve babasına ait metne dair de bir malumatı yoksa kuvvetle muhtemel risalenin II. Mahmud dönemi ıslahatlarını desteklemek için kaleme alınan özgün bir risale olduğunu düşünecek ve bu çerçevede yorumlayacaktı. Belki yayına da bu şekilde hazırlayacaktı. Bu durum, yazma eserler üzerine çalışan hemen her araştırmacının rahatlıkla içerisine düşeceği bir “tuzak” aslında. Yaygın bir “intihal” kültürünün (modern öncesi telif geleneğinin intihal olgusuyla ilgili kayıtlarını hafızada tutarak) egemen olduğu dönemler için araştırmacıları rahatlıkla yanılgıya düşüren bir husus bu. Nitekim yukarıdaki süreçleri tamamladıktan sonra yaptığımız taramalarda fark ettik ki, Ali Şükrî’nin bu “risalesini” kimi araştırmacılar tam da zikrettiğimiz bağlamda yorumlamaktadırlar. [9] Diğer bazı araştırmacılar ise III. Selim’e ithaf edilen ve nizâm-ı cedîdi konu edinen bu risaleyi 16. Yüzyıl müellifi Mehmed Birgivî’ye nispet etmektedirler. [10] Bu da bizi bir başka mühim neticeye ulaştırıyor: Neşredilecek/yorumlanacak metinlerin ait olduğu disipline dair tüm metinlere bir şekilde hâkim olmanın yahut bu konuda alan uzmanlarıyla dirsek teması kurmanın gerekliliğine. Tabi bir de yazma nüshasını görmeden metinler hakkında mümkün mertebe yorum yapmamaya, muhakkak bir değerlendirme yapılacaksa ihtiyat kaydı konularak ve istifade edilen kaynağa referansla bu yorumu aktarmanın zaruretine. [11]

Memlekette kısa hacimli metinlerin, özellikle de risalelerin neşri büyük oranda yüksek lisans seviyesinde icra edilecek bir akademik faaliyet kalemi olarak görüldüğünden kuşkusuz henüz ilim hayatının başındaki araştırmacı adaylarından bu şartı karşılamalarını beklemek beyhudedir. [12] Burada devreye danışman hocaların katkısı girecektir. Yüksek lisans tezi olarak hazırlanan metinlerdeki insanı hayrete düşüren okuma ve yorum hatalarına bakıldığında bu konuda fazla umuda kapılmamak, beklentileri asgariye indirmek gerekiyor. Dirsek temasına girecek ilmi muhitlerin teşekkülü de birçok disiplin için şimdilik tatlı bir hayal. [13] Belki de hangi disiplinden olursa olsun artık yazma eserlerin tenkitli metinlerini tez olarak çalıştırma meselesini esaslı bir şekilde sorgulamakla işe başlayabiliriz…

EKLER:

EK 1: [el-]Kavlü’s-sedîd’in başı ve sonu.

(Muhammed b. Ali el-Birgivî, [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd, Bursa İnebey Yazma Eser Ktp., Genel 4640).

EK 2: [er-]Risâletü’l-adliyye’nin başı ve sonu.

(Ali Şükri b. Muhammed, ([er-]Risâletü’l-adliyye fi[’l-]Asâkiri’l-Mansûreti’l-Muhammediyye, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Ef. 2105).

EK 3: Takrizler

(Muhammed b. Ali el-Birgivî, [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd, Bursa İnebey Yazma Eser Ktp., Genel 4640).

(Muhammed b. Ali el-Birgivî, [el-]Kavlü’s-sedîd fî usûli [’n-]nizâmi’l-cedîd, İÜ Nadir Eserler Ktp., 1995).


* Bu yazıyı okuyarak öneri ve eleştirileriyle son halini almasına katkı veren kıymetli arkadaşlarım Berat Açıl, Faruk Deniz, M. Cüneyt Kaya, Halit Özkan ve Yunus Uğur’a müteşekkirim. Onların bazı mühim tekliflerini ise bu yazının konusunu teşkil eden risaleyi neşrederken hazırlamayı umduğum detaylı inceleme yazısına ertelemek durumunda kaldım. 

[1] İlk akla gelen çalışma kuşkusuz Veliyyüddin Carullah Efendi’ye dair olan derleme kitaptır. Osmanlı Kitap Kültürü: Carullah Efendi Kütüphanesi ve Derkenar Notları,ed. Berat Açıl, (İstanbul: İLEM Yayınları, 2020).

[2] Osmanlı özelinde intihal meselesine dair bazı tespitler için bk. Y. Hakan Erdem, “Osmanlı Kültüründe Yazarlık ve İntihal Sorunları”, (İstanbul Üniversitesi, Bilim Etiği Günü, Düzenleyen: Hasan Yazıcı, Ekim 2011 içinde), 23-57.

[3] Bahsi edilen proje TÜBİTAK tarafından desteklenen “Tercüme Eserlerin Osmanlı Klasik Siyaset Düşüncesindeki Rolü: Mukayeseli Bir İçerik Analizi” başlıklı 220K320 numaralı projedir.

[4] Bu risalenin bu nüshasına dair ikincil literatürde yapılan tespit edebildiğimiz ilk atıf Agâh Sırrı Levend’e aittir: Mehmed b. Ali Birgivî, Kavlü’s-sedid fi usûli nizâmi’l-cedîd, III. Selim zamanı.” (“Siyasetnâmeler”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara, 1962, 192). Bu atfı esas alan ikinci bir değerlendirme aynı nüshayı esas alarak telif tarihine dair bir değerlendirmeye de yer verir: Orhan M. Çolak, “İstanbul Kütüphanelerinde Bulunan Siyasetnâmeler Bibliyografyası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 1:2, (İstanbul, 2003): 361. “Kavlü’s-sedid fi usûli nizâmi’l-cedîd, Birgivî Mehmed b. Ali, İ.Ü. Ktp. Ty. No. 1995 (Eser Türkçe olup, H. 1216’da Sultan III. Selim devrinde yazılmıştır, Levend, s. 192).”

[5] Metni “kendi adına tescil ettirme” fikrini Erdem’den aldım. Bk. “Osmanlı Kültüründe Yazarlık ve İntihal Sorunları”, 30.

[6] Bidat türleri ve buna dair bazı âlimlerinin aktarıldığı bu kısımlar için bk. Muhammed b. Ali el-Birgivî, [el-]Kavlü’s-sedid fi usûli[’n-]nizâmi’l-cedîd, İÜ Nadir Eserler Ktp., No. 3412, 16b-19b.

[7] Ali Şükrî’nin bir şekilde kamuoyuna çıkmış olan bu metni anlattığımız haliyle kendisine mal edecek cesareti nasıl bulduğu sorusu cevaplanmayı bekleyen bir sorudur. Bu noktada risalenin ilk yazarının Ali Şükrî olması ve bir gerekçeyle risaleyi babasına nispet etmiş olması, daha sonra değişen şartlar muvacehesinde eserini “geri alması” da muhtemel olmakla birlikte hâlihazırda bu ihtimali destekleyecek önemli bir veriye rastlanmamıştır.

[8] Dönemin biyografi metinlerinin bu hususta ne söylediği ise bir başka araştırma konusu. Şimdilik bu kaynak kümesi inceleme dışı tutuldu.

[9] Bu risalenin Mimar Sinan Üniversitesi, tarih bölümünde bitirme tezi olarak hazırlandığı bilgisine ulaştım. Bu bilgi tezi hazırladığını ifade eden Kemal Faruk Molla’nın Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi’ne verdiği biyografisinde yer alıyor. “Mezuniyet tezini Ali Şükrü b. Muhammed’in Risâle-i Adliyye fi Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adlı metni üzerine hazırladı.”(bk.https://www.divandergisi.com/tr/Author/Index/157). Molla bu çalışmasını Bilim ve Sanat Vakfı’nda da sunmuş. (bk. Bilim ve Sanat Vakfı, 1986-2010, https://www.bisav.org.tr/UserFiles/pdf/katalog.pdf, 17). Maalesef bu teze erişemedim. Bu sebeple yazarın risalenin ana kaynağına dair bir değerlendirme yapıp yapmadığını tespit edemedim.

Bu çalışmaya atıfta bulunan bir diğer çalışmada eser, II. Mahmud döneminde yazılmış “savunmacı” eser olarak nitelendirilmektedir: “Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından kurulan Avrupâî tarzdaki modern orduyu dinî metinler aracılığıyla savunan [er-]Risâletü’l-Adliyye fi’l-Asâkiri’l-Mansûreti’l-Muhammediyye”. Yazar ayrıca risalenin telif tarihini ve yukarıda bahsi geçen bitirme tezinin bilgisini de verir: “1827/28’de Ali Şükri b. Muhammed el-Birgivî tarafından telif edilen, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, 2105 numarada kayıtlı olan eser Kemal Faruk Molla tarafından Latin harflerine aktarılmıştır: bkz. Yayınlanmamış Bitirme Tezi, Mimar Sinan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, İstanbul 2002.” Mahmut Dilbaz, “II. Mahmud’un Askerî Islahatlarına Dair Tercüme Bir Müdafaanâme: el-Kevkebü’l-Mes’ûd fî Kevkebeti’l-Cünûd”, Dîvân: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, (2011/2, /XVI/31): 178.

[10] Ali Rıza Karabulut, Ahmet Turan Karabulut, Mu’cemü’t-tarihi’t-türasi’l-İslami fi mektebati’l-alem: el-mahtutat ve’l-matbuat = Dünya Kütüphanelerinde Mevcut İslam Kültür Tarihi ile İlgili Eserler Ansiklopedisi, Kayseri: Mektebe Yayınları, [t.y.], 4: 993.

[11] Henüz Türkiye kütüphanelerindeki yazma eserlere dair elimizde detaylı ve sıhhatli malumat içeren katalog kayıtları bulunmadığından bir müellife ait olduğunu bir şekilde tespit ettiğimiz metinlerin de başka müelliflere ait olma ihtimali her daim mevcuttur.

[12] Herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümünden tamamen rastgele seçilecek bir yüksek lisans (doktora da eklenebilir kuşkusuz) tezini açıp bir sayfa okumak yeterli olduğundan burada örneklendirme yoluna gitmedim. İyi örnekler de istisna kabilinden olmak üzere var kuşkusuz. Eskiler herkesçe müsellem hususları ifade ederken sözü uzatmamak için “hâzâ zahir” der geçerlerdi. Biz de öyle yapalım…

[13] Bu yazı biraz da neşre hazırladığım bu risaleye dair III. Selim ve II. Mahmud dönemi uzmanlarıyla bu çerçevede bir dirsek temasına girmek, ilk elden ulaşamadığım, gözden kaçırdığım hususlar için onları yardıma çağırmak için kaleme alındı. Zira özellikle müellif ve oğlunun kimlikleri, bu risale/lerin serencamı konusunda doldurulmayı bekleyen önemli boşluklar var.

Daha fazla göster

1 Comment

  • Mehmet Canatar
    Mehmet Canatar

    Okudym ve çok dikkate değer buldum. Teşekkür ve tebrik ederim.

    Yanıtla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir