İmkânsız Proje: Alman-Rus Bütünleşmesi Üzerine

Paylaş:

“Maalesef son kırk yıldır yaşadığımız devletsizleşme sürecinde, “ideoloji” ile “politika” arasında kurulan sahte özdeşlik kafaları karıştırmaya devam ediyor. Ukrayna krizi bu kafa karışıklığının en somut biçimde görüldüğü momentum oldu.”

Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik kapsamlı işgal girişimiyle birlikte liberal ülkelerin kamuoyu nezdinde canlanan birlik fikri güncel durumun içerdiği tereddüdü gözler önüne seriyor. Bu tereddüt aslında Soğuk Savaş analojisinde görebildiğimiz gibi geçmişe yönelik eleştirel bakışın eksikliğinden kaynaklı ve zorunlu bir sonuçtur. İşaret edilen tarihsel aralık hakkında Soğuk Savaş ifadesinin mi yoksa Amerikan barışı ibaresinin mi daha açıklayıcı olduğu hususunda halen bir mutabakata varabilmiş değiliz.

İdeolojilerin dönüşü mitiyle jeopolitiğin dönüşü olgusu arasındaki derin çelişkiyi fark etmiyor oluşumuz ilginç. Maalesef son kırk yıldır yaşadığımız devletsizleşme sürecinde “ideoloji” ile “politika” arasında kurulan sahte özdeşlik kafaları karıştırmaya devam ediyor. Ukrayna krizi bu kafa karışıklığının en somut biçimde görüldüğü momentum oldu. Bir tarafta nefretini açıkça Lenin’e ve Bolşeviklere yöneltmekten kaçınmadan dünya savaşları öncesinin emperyalist hırslarını projelendiren milliyetçi Rusya, diğer tarafta ise sanki karşısında Proletarya Diktatörlüğü varmışçasına bilindik Özgür Dünya retoriğini tekrarlayan liberal Batı ittifakı: Politika İdeolojiye karşı. Yahut Wallerstein’dan ödünç alarak Jeopolitika versus Jeokültür. İçinde bulunduğumuz atmosfer 20. yüzyılın ilk yarısını mı andırıyor yoksa ikinci yarısını mı? Herkesin aklında aynı soru.

Batı ittifakının iki önemli üyesinden İngiltere’nin işgale karşı fazla ateşli tepkisini Almanya’nın mütereddit tavrıyla mukayese edersek liberal idealizmin aksayan taraflarını kolayca fark ederiz. (Üstelik hâlâ açıklamakta zorlandığımız bir “Brexit” vakası var.) Ayrıca Çin’in Rusya’yı desteklemekteki gönülsüzlüğünü de unutmamak gerekiyor. Açıkçası bu krizin rejim tipleri arasında yeni nesil bir Soğuk Savaş’ın habercisi olduğunu düşünmüyorum. Dünyamızın batılı demokrasiler ve doğulu despotlar olarak ikiye ayrıldığını da. Belki aşırıya kaçtığımı düşünebilirsiniz ama bence bu krizin en önemli sonucu -Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dışında- üçüncü bir jeopolitik/ kıtasal merkezin ortaya çıkmasının şimdilik ertelenmiş olmasıdır. 

Bu yazıda Almanya ve Rusya arasındaki stratejik ilişkilerin tarihinden kısaca bahsedeceğim. Sanıldığının aksine bu iki ülkeyi birbirine bağlayan sadece boru hatları değil. Almanlar siyasi birliklerini kurduklarından beri, Rusları her zaman doğal müttefikleri olarak gördüler. Hatta denilebilir ki Alman devlet aklının tarihsel oyun planı Fransa’yı yutmak, Rusya’yla uzlaşmak üzerine kuruludur. Fakat bu strateji yakın tarihte tam iki defa fiyaskoyla sonuçlandı.

Üç İmparator Birliğinin Yükselişi ve Düşüşü

Alman Birliği’nin kurucusu olarak tanınan “Demir Şansölye” Bismarck’ın meşhur ittifaklar sisteminin merkezinde Rusya ve Avusturya ile yapılan  “Üç İmparator Birliği” anlaşmaları yer alır. Aslında bu üçlü ittifakın kökeni Bismarck ve Alman İmparatorluğundan çok öncesine dayanıyordu. Osmanlıların Orta Avrupa’dan çıkarıldığı “Büyük Türk Savaşı”ndan başlayarak Alman prenslikleri ve Rusya arasındaki kutsal ittifak uzun süre bu ülkelerin geleneksel dış politika önceliği olmuştur. Hatta Almanya’nın siyasi birliğini sağlama noktasında Bismarck’ın kan ve demir politikasına alternatif olarak liberal çevrelerin önerdiği “orta Avrupa” gümrük birliğinin (bugünkü Avrupa Birliği’nin öncüsü olarak düşünülebilir) doğal üyelerinin başında -elbette Fransa değil- Rusya gelmekteydi. Bismarck her ne kadar Prusya’nın birlik içindeki en büyük rakibi olan Avusturya’nın birlikten dışlanması sürecinde kısmen bağlantısız ve esnek bir politika izlemiş olsa da, Metternich sistemi güç kullanılarak çökertildikten sonra tekrar geleneksel “kutsal ittifak” politikasına dönmüştür. [1]


Almanya, Avusturya ve Rusya arasındaki “Üç İmparator Birlik”lerinin ilki 1872 yılında kuruldu. 1875 yılında Balkan krizinin çıkmasıyla son buldu. Üç yıl sonra, Ayastefanos antlaşmasının sonuçlarına bağlı olarak anlaşma yenilendi ve kurulan “II. Üç İmparator Birliği” Bosna krizine, diğer bir deyişle I. Dünya Savaşı’na kadar devam etti.

Aslında Bismarck’ın vizyonu Napolyon’dan çok da farklı değildi. Asıl amacı kısa vadede Avusturya, Rusya ve İtalya’nın, orta vadede ise Fransa ve İspanya’nın Alman İmparatorluğunun nüfuz bölgesine entegrasyonunu tamamlayarak Kıta Avrupası’nı jeostratejik bir güç merkezine dönüştürmekti. Elbette bu misyonun başlıca hedefinin dünya denizlerini kontrol eden Büyük Britanya’nın küresel egemenliğine meydan okumak olduğunu düşünebiliriz. Bu yüzden Bismarck kıta Avrupası’nda düşmanca politika izlediği Fransa’nın Afrika kıtasındaki yayılmacı politikasını ise desteklemiştir. [2]


Kısacası Napolyon’un Kıta Ablukası, Metternich sistemi ve Bismarck’ın ittifaklar sistemi sırasıyla üç farklı devletin (Fransa, Avusturya, Prusya) önderliğinde yürütülen “İmperium Romanum”u  canlandırma projeleridir diyebiliriz. Ayrıca üç girişim de en temelde denizleri kontrol eden Büyük Britanya egemenliğine karşı karasal bir “karşı egemenlik” kurmaya yöneliktir. (Nitekim bu kara-deniz diyalektiği meselesi uzun 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan determinist jeopolitik okullarının ilgilendiği başlıca sorun alanı olacaktır.)      

“Commonwealth” ekonomi temellidir. Uluslararası değil, ulus aşırıdır. Esnektir, ama kırılgan değildir. Çünkü katı değil, sıvıdır. Sıvı kırılmaz, akar.  

Ancak bütün “Avrupa Birliği” (AB) projelerinin açmazı, mekânsal bütünlük ilkesi üzerinde yükselmelerinden ötürü, derin bir coğrafyada çok kültürlü ve kalabalık bir popülasyonu yönetmenin zorluğudur. İdare edilmesi gereken çok fazla sayıda emperyal merkez ve demografik grup vardır. Hepsinin çıkarlarının bir şekilde uzlaştırılması hiç kolay değildir. Bu yüzden “ittifaklar sistemi” her zaman için esnek olmak zorundadır. Ama esnek ittifaklar kriz zamanlarında çok kolay dağılır. Bu tarz birliktelikler stratejik olmaktan daha çok taktikseldir. “Üç İmparator Birliği” örneğinde gördüğümüz gibi, uzun süre devam etse bile, en ufak krizde çökecek kadar kırılgandır.

Kıta Avrupası’nın sorunu kıtasal olmasıdır. Avrupa Birliği fikri daima ülkelerin/ ulusların kaynaştırılması /yönetilmesi ilkesine dayanır. Zorluğu da buradadır. Carl Schmitt’in işaret ettiği gibi; mekansal birliğe, yani polise dayanır. Bu yüzden politik olmak zorundadır. Ama çok geniş bir coğrafyada, çok fazla sayıda halkı siyasi birlik haline getirmek oldukça meşakkatli bir iştir. Bu gerçekleşse bile, kurulan birliğin kriz anlarında ayakta kalacak kadar organize ve disiplinli olmayı başarması imkânsıza yakındır.

İngiliz hâkimiyeti ise ulusaşırı deniz ticaretinin kontrolüne dayanır. Commonwealth kavramından da anlaşıldığı gibi, geleneksel bir devletten çok bir network gibi çalışır. Carl Schmitt’i tekrar hatırlarsak, denizde düzen/ devlet kurulamaz. Ama ticaret ağları oluşturulabilir. Bu nedenle “commonwealth” ekonomi temellidir. Uluslararası değil, ulus aşırıdır. Esnektir, ama kırılgan değildir. Çünkü katı değil, sıvıdır. Sıvı kırılmaz, akar. Hem Napolyon hem de Bismarck Avrupa’yı birleştirme hayalinde hüsrana uğrarken, onların başarısızlığı “Pax Britannica”nın başarısı olmuştur.

İdeoloji ve Reelpolitik Kıskacında Nazi-Sovyet İlişkileri

Bismarck’ın kâbusu, I. Dünya Savaşıyla gerçek oldu. Almanya, İngiltere’yi kıtadan izole etmek şöyle dursun, hem batıdan hem de doğudan eş zamanlı olarak Fransız ve Rus markajı altında kaldı. Savaşın sonucunu hepimiz biliyoruz. Ama bu trajedi bile Almanların iradesini kırmaya yetmedi. Aksine, hem diplomasinin hem de kaba kuvvetin tek başına yetersiz kaldığını gördükleri için, bu iki faktörün sentezlendiği bir alan teorisi geliştirdiler. Aslında bu kabaca Alman idealizmiyle Bismarkçı realpolitiğin iç içe geçtiği sosyal darwinist bir emperyalizm teorisiydi. Her ne kadar bu yeni bakış açısı savaştan önce zaten Friedrich Ratzel tarafından formüle edilmiş olsa da, daha kompakt ve gerçekçi bir zemine Karl Haushofer sayesinde kavuştu. Haushofer, Ratzel’in yaşam alanı (lebensraum) düşüncesini stratejik bir programa dönüştürdü. Haushofer’a göre dünyanın merkezi doğu Avrupa’ydı. Doğu Avrupa’yı yöneten Dünyayı yönetecekti. Doğu Avrupa, Avrasya kıtasının kalbiydi. Avrasya ülkeleri birleşerek iki büyük deniz gücüne- ABD’ye ve İngiltere’ye karşı cephe almalıydılar. Haushofer bu doğrultuda, Adolf Hitler’e “Büyük Avrasya Birliği”ni kurması için telkinlerde bulundu. Büyük Avrasya İttifakı, en başta üç emperyal gücün- Almanya, Rusya ve Japonya’nın bir araya gelmesiyle oluşacaktı. 1939 yılında Stalin’le imzalanan saldırmazlık paktının ve Uzak Doğu’da Japonya’yla kurulan ittifakın arkasında Haushofer’in danışmanlığı vardır.

Haushofer, Sovyetlere saldırma kararı aldığında Adolf Hitler’i protesto etmekten çekinmez. Ona göre bu karar düpedüz çılgınlıktır. Aynı anda hem Rusya’yla hem de İngiltere’yle savaşıp kazanmanın imkânı yoktur. İngiltere ise iki etaplı bir strateji izler. İlk olarak, Nasyonal Sosyalistlerin Avrupa’da yükselen komünist tehdidi bastırmasını bekler. Bu aşamada Sovyetler Birliği’nin işbirliği tekliflerini geri çevirir. Sovyetler için de durum karmaşıktır. İdeolojik açıdan karmaşıktır, Nazilerin Sovyetlerle antikapitalist bir blok oluşturma ihtimali vardır. Diğer taraftan iki parti (Naziler ve Bolşevikler) arasında “kan davası” vardır. Jeopolitik açıdan karmaşıktır, Doğu Avrupa’nın paylaşılması sorununda Almanya ve Rusya iki doğal rakiptir. Ama öte yandan, bu iki ülke birbirlerini çok iyi tamamlamaktadır. Rusya’nın geniş toprakları, zengin doğal kaynakları ve kalabalık bir nüfusu vardır. Almanya ise nitelikli insan kaynağına, yüksek teknolojiye ve dinamik bir ekonomiye sahiptir. Kara Ordu (Schwarze Reichswehr) vakasında bu ilginç asimetrinin nasıl verimli bir işbirliğine dönüştürüleceğinin örneğini görürüz.

Birinci savaştan sonra, Versailles Antlaşmasıyla, Alman Ordusu 100.000 askerle sınırlandırılmıştı. Ayrıca ağır silahlardan arındırılarak bir anlamda kolluk kuvveti seviyesine indirilmişti. Güvenlik bürokrasisi içindeki bazı üst düzey askerler bu kararların Alman halkının güvenliğini tehlikeye attığını düşünüyorlardı. Yaklaşan ikinci savaş için, parlamenterlerin etkisinden uzak- ağır silahlanmış, rövanşist bir “gizli ordu” yapılanmasına gidilmesi taraftarıydılar. Ancak böyle bir orduyu Alman topraklarında eğitemezlerdi. Dikkat çekerdi. (En azından hepsini, özellikle hava kuvvetleri söz konusu olduğunda.)

Üst düzey bir isim olan General Hans Von Seeckt, Sovyetlerle gizli görüşmelere başlanmasına ön ayak oldu. Seeckt’e göre Sovyetlerle yapılacak ittifakın dayandığı iki faktör vardı. İlki, geniş Rus steplerinin kara orduyu kamufle etmek için çok uygun olmasıydı. Ayrıca hala ilkel bir köy ekonomisi içinde yaşayan Rusların yüksek teknolojiye ihtiyaçları vardı. Alman savaş sanayisini Sovyetlerin erişimine açmak, silahsızlanma yasasından “de facto” kaçınmaları anlamına gelecekti. Son teknoloji Alman silahlarını Ruslara -değerinden daha ucuza- satacaklardı. Karşılığında bu silahların bir kısmı Rus topraklarındaki askeri kamplarda eğitilen “Kara Ordu”ya verilecekti. Bu antlaşma iki taraf için de oldukça kârlıydı. İkinci faktör ise, jeopolitik bir okumaya dayanıyordu. Seeckt, tıpkı Haushofer gibi, gözünü Polonya’ya dikmişti. Polonya Cumhuriyetini büyük devletlerin, özellikle de Fransa’nın Doğu Avrupa’daki işbirlikçisi olarak görüyor ve ortadan kaldırılmasını istiyordu. Almanya ve Sovyetler, Polonya’yı aralarında paylaşmalıydılar.

Sovyetlerdeki Alman askeri üsleri Hitler’in iktidara gelmesinden kısa bir süre önce deşifre oldu. Anavatandaki paramiliter kuvvetlerin önemli bir kısmı ise daha önce, 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi neticesinde tasfiye edilmişti. Ama sonuçta, Seeckt’in planı sayesinde Alman Ordusunun ve savaş sanayisinin ana omurgası -Versailles rejimi altında- ayakta kalmayı başardı.

Hitler’in savaşın başında kıta Avrupası’nda gösterdiği etkileyici askeri başarı büyük oranda Kara Ordu projesine dayanıyor. [3]


İmzalanan saldırmazlık paktıyla birlikte Polonya’nın Sovyetlerle paylaşılması ise, büyük Nazi patetizminin ortasında bile, işleyen bir devlet aklı olduğunu bize gösterir. Seçilen taktik araçlar değişse de, tarihsel tecrübenin ışığında ortak bir stratejik yönelim söz konusu. Ancak, nasıl ki II. Üç İmparator Birliği I. Dünya Savaşının başlamasından hemen önce çöktü ve Almanya’yla Rusya ayrı kamplarda savaşa girmek zorunda kaldıysa, Nazi-Sovyet Paktı da -hala nedenleri tarihçiler tarafından tartışılır, tarihi bir trajediyle son buldu. 

Nazileri Sovyetlere yakınlaştıran nedenlerın başında, savaştan sonra İngiltere’yle Fransa’nın arasında başlayan -ve voltajı yer yer yükselen- paylaşım kavgası gelir. Hem Almanlar, hem de Ruslar kuşkusuz bu durumdan faydalanmak istediler. Polonya’nın paylaşılması elbette önemli bir ilk adımdı. İngiltere’nin buna cevabı ise Polonyayla güvenlik anlaşması imzalamak olacaktı. Nasıl ki von Seeckt -ve başka birçok Alman jeopolitikçi- İngiltere’yle Fransa’nın birbirine kırdırılmasına yönelik bir dış politika izlenmesi taraftarıysa, İngiliz hariciyesinin en başta Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya arasındaki ilişkilere bakışı da aynı minvaldedir. Nazilerin kıtadaki sosyalist işçi hareketlerini bastırmalarına göz yumdular. Sovyetlerden gelen işbirliği sinyallerini büyük oranda cevapsız bıraktılar. Nazi-Sovyet Paktı bu gelişmeler sonunda imzalandı. Bu anlaşma, sadece Polonya’nın değil, neredeyse -Balkanlar, İskandinavya ve Baltık kıyıları dâhil- bütün doğu Avrupa’nın paylaşılmasını öngörüyordu. Nitekim tam olarak böyle oldu. Kısa süre içinde Alman ve Rus orduları vaat edilen bölgelere girmişti.

Nazi-Sovyet paktının sağlam bir zemin üzerinde yükseldiği söylenemez. MeinKampf’ta Adolf Hitler, Almanya’nın enerjisini batıda tüketmek yerine Rus topraklarına doğru yayılması gerektiğini söylüyordu. Stalin, Partisinin 1939 yılındaki ünlü 18. Kongresi’nde (Hitler’le uzlaşmadan aylar önce) Alman yayılmacılığına karşı İngiltere ve Fransa’yı pasif kalmakla suçlamıştı. Yine de iki taraf arasındaki “büyük oranda ideolojik” engeller jeopolitik gerekçeler tarafından aşındırıldı. İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan ettiğinde Kızıl Ordu, Nazilerin fiili müttefiki durumundaydı. Öyle ki, Alman Orduları Paris’e girdikten kısa süre sonra, yani savaşın en ateşli günlerinde, Dışişleri Komiseri Molotov Sovyetlerin Mihver ülkelere katılmasını görüşmek üzere Berlin’e gelmişti.

Paktı totaliter rejimlerin organik işbirliği olarak düşünmek elbette mümkün. Çöküşünü ise Nazilerle Bolşevikler arasındaki ideolojik kavgaya referansla açıklayabiliriz. Benim görüşüm paktın büyük oranda Prusya ve Rusya arasındaki geleneksel ittifakın devamı olduğu yönünde. Paktın başarısızlığı ise, aynı şekilde, jeopolitik gerekçelere dayanıyor (Pek tabii devrimci duygular da bir parça etkili olmuş olabilir).

Peki, Alman-Rus işbirliği niçin savaşla sonuçlandı? Bu sonuçta İngiliz stratejisinin önemli bir rol oynadığını göz ardı edemeyiz. İngiliz stratejisinin iki ayağı vardı; Alman hava taarruzunu savuşturmak ve denizlerdeki askeri üstünlüğü korumak. Bu strateji neticesinde, Nazilerin İngiliz ablukasını kırmaya yönelik girişimleri başarısız oldu. Bu da, Almanların Rusya’nın doğal kaynaklarına olan ihtiyacının artması demekti. Sovyetlere saldırı emrini verirken Adolf Hitler’in aklında iki temel düşünce olduğunu varsayabiliriz. Bir ihtimal, Hitler de Napolyon’un düştüğü yanlışa düştü. Doğrudan bir işgal olmaksızın, sadece Avrupa’yı kontrol ederek İngiltere’yi pasifize edebileceğini düşündü (Kıta Ablukası). Sonuç olarak da, dikkatini diğer karasal güce çevirdi. İkinci etken ise, yukarıda söz ettiğim gibi, Rus kaynaklarının artan değeri olabilir. 

Sovyetler Birliği küresel çapta etkili bir askeri-politik aktörken ekonomik imkânları son derece sınırlıydı. Avrupa Birliği ise tam tersine herkesin bildiği gibi “ekonomik dev, siyasi cüce”dir.

Çözülmemiş bir Gizem olarak Ostpolitik ve Günümüzdeki Etkileri

Nazilerin düşüşüyle birlikte bölünmüş bir Almanya çıktı ortaya. Doğu Almanya büyük oranda bir Sovyet vassalıydı. Soğuk Savaş boyunca Batı Almanya’nın yürüttüğü dış politikayı ise iki evrede inceleyebiliriz. İlk evre, Konrad Adenauer dönemidir. Adenauer’in başkanlık ettiği Hristiyan Birlik Partisi (CDU) hükümetlerinin görünürde tek bir gayesi vardı: Liberal Batı İttifakına tam entegrasyon. Bu politikanın altında yatan “ideolojik olmayan” bir neden varsa, o da Alman ekonomisini tekrar ayağa kaldırmaktı. Almanya Batıcılığında samimi miydi? Yoksa sadece zaman kazanmaya mı çalışıyordu? Tavizsiz batıcılık dönemi 68’ olaylarının yarattığı sol dalga sonucunda Sosyal Demokratların iktidara gelmesiyle son buldu. Bugün Ostpolitik olarak adlandırılan, Doğu Bloku ülkeleriyle ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik bazı somut adımlar atılmaya başlandı. İlk bakışta bu politika değişiminin mazereti Alman ulusunun tekrar birleştirilmesidir. Yani ortada Rusya’ya bir yönelim söz konusu değildir. Hatta normalleşmenin Doğu Blokunun altını oyacağı söylenmektedir. Doğu Almanya’ya yönelik izolasyon stratejisinin yapamadığını normalizasyon stratejisi yapacaktır. Ancak Ostpolitik’in zamanlaması düşünüldüğünde, bunun altında ulusal onura dayalı bir bağımsızlık talebi olduğu görülür. ABD’nin Vietnam’da batağa saplandığı ve ekonomisinin durgunluk içinde olduğu bir dönemde Alman siyasi elitleri ülkelerinin yeniden küresel çapta politika yapıcı bir konuma gelmesini sağlayacak bir fırsat aralığı görmüş olmalılar. Vietnam Savaşı, 75’ Petrol Krizi gibi dönemsel olaylar ve bunlara bağlı olarak gerçekleşen bloklar arası yumuşama bu politikanın uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Sonuçta Almanya, 1970’lerde Sovyetlerin ABD’ye karşı güç kazanmasından faydalanırken 1990’larda Sovyetlerin çöküşünü jeopolitik bir kaldıraç olarak kullandı. 

Sovyetlerin tasfiyesinin, ilk başta, Amerikan yüzyılına giden süreci başlattığı düşünülmüştü. Zaman ilerledikçe, asıl kazananların Almanya ve (Japonya’nın stagflasyona girmesinden sonra) Çin olduğu fikri öne çıkmaya başladı. Aslında bu ülkeler sadece yeni durumdan optimum ölçüde faydalanan fırsatçılar değildi. Sovyetlerin tasfiyesi sürecinde en az ABD kadar önemli bir rol oynadılar. Ostpolitik ve Çin-Sovyet rekabeti, Soğuk Savaş’ı bitiren etkenlerin başında gelir. Bu yüzden Almanya ve Çin, ilk başlarda oldukça çekingen biçimde olsa bile, yeni oluşan dünya düzeninde eskiye nazaran daha fazla pay talep etmeye başladılar.      

Başta söylediğim gibi Almanya, Çin ve ABD’den farklı olarak lokal bir devlettir. Küresel bir etkinliğe kavuşması her zaman için kıtasallaşmasına bağlıdır. 1990’ların parlayan yıldızı Japon ekonomisinin aniden duraksamasının en önemli nedeni yayılma alanının iki taraftan, Çin ve ABD tarafından kesilmesi olmuştur. Almanya bu sorunu büyük oranda Avrupa Birliği’nin kurulmasıyla aştı. AB’nin muhalifleri tarafından bir Alman İmparatorluğu (Reich) olarak tanımlanmasının arkasında, Alman şirketlerinin çevre ülkelerin pazarlarını domine etmesi vardır. Ayrıca ortak para birimi olarak Euro bölgesinin oluşturulması, Amerikan Dolarının egemenliğine karşı son yüzyıldaki en büyük meydan okuma olarak görülmüştür. “Gümrük Birliği” Alman sanayisinin pazar ihtiyacını giderirken, “Euro bölgesi” ise finansal güvenliğin tesis edilmesinde önemli bir rol oynar. Bu anlamda AB, ABD ve Çin gibi iki kıtasal gücün dışında Almanya liderliğinde yeni bir jeopolitik bloğun örgütlenmesi anlamına gelir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Rusların Almanya’nın bir kısmı da dahil olmak üzere Doğu Avrupa’yı nüfuz alanına dahil etmesi sınırlı ekonomik imkanlarına rağmen küresel çapta bir politika yapıcı olmasını sağlamıştı. Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte Alman nüfuzunun Rusya’nın boşalttığı alanlara doğru kademeli ilerleyişi de yeni bir jeopolitik odağın oluşum koşullarını yaratmıştır. Ama bütün yazı boyunca tekrarladığım açmaz, bu defa daha belirgin bir şekilde ortadadır. Sovyetler Birliği küresel çapta etkili bir askeri-politik aktörken ekonomik imkânları son derece sınırlıydı. Avrupa Birliği ise tam tersine herkesin bildiği gibi “ekonomik dev, siyasi cüce”dir.

Bugünlerde unutulmuş olsa bile, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından Rusya’nın Avrupa’ya tekrar entegre edilmesi gündeme gelmişti. Sadece Yeltsin döneminde değil, Putin’in iktidarının ilk yarısında Rusya Federasyonu büyük oranda yüzünü Batıya dönmüş bir ülkedir. Ama burada batıdan kasıt elbette kıta Avrupası’dır. ABD’nin Irak ve Afganistan işgali, Rusya’nın Avrupa’ya yönelimi açısından hem büyük bir fırsat anlamına geliyordu hem de bu yönelimi sekteye uğratan elementler içeriyordu. Fırsattı, çünkü bu işgaller Batı ittifakı içinde bir yarılma meydana getirdi. ABD ve İngiltere’nin baskısına rağmen, Avrupa ülkeleri bu işgalleri desteklemedi. Bu da Rusya ile Avrupa’yı yakınlaştıran bir durum yaratıyordu. (Aynı dönemde Türkiye’nin AB üyeliği süreci de hız kazanmıştır. Bunun nedenlerinden biri, Türkiye’nin ABD ve İngiltere karşısında direnç göstermesidir. Mart tezkeresinin reddedilmesi, o güne kadar ABD’nin sözünden çıkmayan edilgen bir ülke olarak görülen Türkiye’nin Avrupa kamuoyundaki imajını değiştirmişti.) Ama diğer taraftan bu işgallerin bir sonucu olarak dünyada petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte Rusya’nın özgüveni yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Belki yüzü hala Avrupa’ya dönüktü, ama artık olası bir ortaklıkta daha fazla pay isteme hakkına sahipti. Bu durumu, II. Dünya Savaşı’ndaki duruma benzetebiliriz. Nasıl ki İngiltere’nin Avrupa’ya uyguladığı petrol ambargosu ile beraber Sovyet petrolünün değerinin artması Sovyetler Birliği ile Nazi Almanya’sı arasındaki stratejik dengeyi bozduysa, ABD işgalleri sonucunda petrol fiyatlarının artış göstermesi Rusya ile Avrupa arasında oluşmaya başlayan stratejik dengenin bozulmasına neden oldu.

Putin’in 2007 yılında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı meşhur konuşmanın sembolik bir değeri vardır. Bu konuşma için Almanya’nın seçilmesi son derece manidar. Rus liderin ABD’ye yönelttiği sert eleştirilerin satır aralarında kayırılan bir Avrupa saklıdır. Konuşma boyunca ABD ile Avrupa’yı birbirine indirgeyen özcü yaklaşımlardan kaçınmayı tercih etmiştir. Tek kutupluluk eleştirisini, Rusya’nın gücünün sınırlarının farkında olduğuna dair kendisinden asla beklenmeyecek biçimde mütevazi ifadelerle birlikte düşündüğümüzde Putin’in ABD egemenliğine karşı yeni bir jeopolitik hattın oluşturulmasını teklif ettiğini görebiliriz. Aynı konferanstaki Angela Merkel’in konuşması da kritiktir. AB dönem başkanı olan Merkel, Rusya’yla olan ilişkilerin öneminden bahsederken, Avrupa Birliği olarak ortak savunma ve güvenlik konusuna daha fazla ağırlık vereceklerini vurgulamıştı. Ayrıca bugünün en önemli gündem maddesi olan NATO’nun genişlemesi bizzat Alman Savunma Bakanı tarafından eleştirilmiş, bir yıl sonra Rusya tarafından işgal edilecek olan Gürcistan’ın NATO’ya üye olmasının mümkün olmadığına yönelik sözlü taahhütte bulunulmuştu. Münih Güvenlik Konferansını, Putin merkezli yorumların aksine, Almanya ve Rusya’nın tarihsel birlikteliklerinin yeni bir veçhesi olarak okumayı deneyebiliriz. Amerikan hegemonyasına karşı yeni nesil bir “üç imparator birliği” ya da “saldırmazlık paktı”.

Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çıkarırken de Gaulle, geride önemli bir diplomatik miras bıraktı. Anglofobik ve Avrupacı bir miras.”

Tedirgin Ülkeler: Fransa, Polonya, İngiltere

Alman-Rus bütünleşmesi şeklinde tanımladığım iki devlet arasında stratejik bir ortaklık kurma fikri, en başta üç ülke için hayati bir içerikle maluldür. Anglosakson network (ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda) içinde kıtaya en yakın güç konumunda bulunan İngiltere’nin durumuna birazdan geleceğim. Ama bu konu özellikle iki kıta ülkesi açısından daha farklı bir önem arz eder. Bu ülkeler Fransa ve Polonya’dır.

Tarihsel spektruma göz atarsak, Almanya ve Rusya ne zaman stratejik bir ortaklık geliştirseler bunun doğrudan sonucunun Fransa’nın ulusal egemenliğini kaybetmesi olduğunu görürüz. İlk bakışta burada bir tutarsızlık varmış gibi gelebilir. Çünkü Fransa Rusya’ya nazaran daha modern bir ekonomiye sahiptir ve tarih boyunca da böyle olmuştur. Ama yukarıda bahsettiğim “asimetri” problemi nedeniyle, Fransa’nın elinde, Rusya’nın aksine, Almanya’yı dengeleyecek karşıt-kuvvetler yoktur. Bu yüzden bugün Fransa, İngiltere gibi Avrupa Birliğinden çıkmaya çalışmıyor. AB’den çıkması durumunda, “global” vizyonunu taşıyacağı daha büyük bir jeopolitik-kıtasal birliğe dahil olma şansına sahip değil. Bu, Fransa’nın de Gaulle problemidir. Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çıkarırken De Gaulle, geride önemli bir diplomatik miras bıraktı. Anglofobik ve Avrupacı bir miras. Ama Alexandre Kojève’in bu konudaki kısmı muhalefetini de hatırlamak gerekiyor. Ona göre, Fransız egemenliğine tek tehdit batıdan gelmiyordu. Almanya bir gün kaçınılmaz olarak birleşecekti. O gün geldiğinde Fransa’nın kaderine, Almanya’nın gölgesinde ikincil bir güç olmak düşecektir. Kojève bunun olmaması için Avrupa içinde Almanya’yı dengeleyecek bir blok örgütlemeyi teklif eder. “Latin İmparatorluğu” ismini verdiği, Katolik-Güney Avrupa ülkelerinden oluşan bir güç birliği projesidir bu. Latin İmparatorluğu fikri büyük oranda, Kıta Avrupası içinde ekonomik ve kültürel boyutlarıyla mevcut olan, bugün bile hala birçok analizde kendine yer bulmayı sürdüren, kuzey-güney ikiliğine dayanır.

Denizaltı krizinde ya da Manş Denizi’nde artık rutin hale gelmiş olan sınır gerilimlerinde gördüğümüz gibi, Fransız-Anglosakson rekabeti gitgide stratejik bir boyut kazanmış durumda. Bunun sonucu olarak Fransa’nın AB’ye olan ihtiyacı artarken, aynı zamanda Birlik içinde Almanya’yı dengelemeye yönelik hamleleri de göze çarpıyor. Özellikle iki çabadan kısaca bahsetmek gerek. Bunlardan ilki, Kojève’in “Güney Birliği” projesini canlandırmaya yönelik olandır. Lübnan, Suriye gibi eski sömürgelerde tekrar nüfuz kazanma isteği, Libya İç savaşına artan angajman gibi güncel olguların ışığında gelişen “Akdeniz açılımı” bu yönelimin parçasıdır. Ayrıca daha dikkat çekici olan, ABD’yle yaşanılan denizaltı krizinden hemen sonra İtalya’yla imzalanan kapsamlı savunma ve güvenlik anlaşmasıdır. Bu antlaşmanın “Latin İmparatorluğu”na giden yolda bir ilk adım olup olmadığını ilerleyen süreçte göreceğiz. Akdeniz açılımına oranla daha yapısal ve stratejik önemdeki ikinci girişim ise, NATO’dan ayrı bir Avrupa Ordusu kurulması konusunda Fransa’nın gösterdiği aşırı istekli tutumda açığa çıkıyor. Avrupa Ordusu fikri ne zaman gündeme gelse, Fransa’nın bu konuda Almanya’dan çok daha istekli olduğunu görürüz. Bunun muhtemel nedeni, II. Dünya Savaşından sonra demilitarize olan Almanya’nın aksine, Fransa’nın askeri kurumlarının büyük ölçüde ayakta kalmış olmasıdır. De Gaulle’ün Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çıkarması, Soğuk Savaş boyunca Fransız Ordusunun stratejik bağımsızlığını korumasını sağladı. Fransız siyasi elitleri, Avrupa Birliği’nin, ekonomik birlik olmanın yanı sıra, askeri birliğe dönüşmesi durumunda ülkelerinin Birliğin karar alma mekanizmasındaki ağırlığının artacağını düşünüyor olabilirler. Bu nedenle Ukrayna krizinin Fransa için de bazı fırsatlar yarattığını söyleyebiliriz. Devasa bir askeri güç olan Rusya’nın Avrupa’dan dışlanması, fakat oluşan güvenlikçi atmosfer nedeniyle Avrupa Ordusu projesinin hiç olmadığı kadar kuvvetli biçimde gündeme gelmesi, Fransa’nın büyük stratejisine hizmet edecektir. 

Polonya’nın ise bu hikâyede sıradışı bir rolü var. Yazı boyunca ismi geçen ülkelere nazaran siyasi ve ekonomik gücü itibariyle sönük bir ülke gibi dursa da, özellikle “ideolojiye karşı jeopolitika” tezini desteklemesi açısından ayrıca önemli. Tarihte Almanya ve Rusya arasındaki her stratejik yakınlaşma Polonya’nın bu iki güç tarafından preslenmesi sonucunu doğurmuştur. Bunun ne kadar güçlü bir “genel prensip” olduğunu Ukrayna krizinde tekrar gördük. Uzun bir süredir tekrarlanan, hatta işgal girişimi boyunca tekrarlanmaya devam eden, liberal ideolojizmin demokrasi-otokrasi antoganizması bu prensip tarafından parçalanmıştır. Rusya, Çin, Türkiye gibi “doğulu despot”ların birlik içindeki işbirlikçisi olarak sürekli azarlanan Polonya, Avrupa Birliği içinde işgale karşı en sert direnişi gösteren ülke olmuştur. Demokrat Almanya’dan çok daha sert bir tepki, popülist Polonya’dan geldi. Eğer otoriterler ve demokratlar arasında yeni bir Soğuk Savaş başlamış olsaydı, Rus işgaline karşı en büyük tepkinin, Boris Johnson’un İngiltere’si ve Duda’nın Polonya’sı yerine, demokrasi şampiyonu Almanya’dan gelmesi beklenirdi.

17. yüzyıl Avrupası’nın en önemli güçlerinin başında gelen Lehistan-Litvanya Birliği, popüler kültürde Polonya-Ukrayna İmparatorluğu olarak tanınır. Eğer o tarihlerde yaşamış olsaydık, muhtemelen geleceğin süper gücünün bu devlet olacağını düşünürdük. Ama 18.yüzyılın hemen başında emperyal Polonya’nın batıdaki ve doğudaki komşularında tahta çıkan iki prens tarihi başka bir yöne akıtmayı başardılar. Prusya’yı etkili bir krallığa dönüştüren I. Frederick ve Rus modernleşmesinin organizatörü olan I. Petro’nun iktidarları hemen hemen aynı döneme denk düşüyor. Bu tarihlerden itibaren hızlı bir şekilde Polonya’nın egemenlik sahası, Prusya, Avusturya ve Rusya tarafından istimlak edildi. Bundan sonraki iki yüzyıl boyunca Polonya, Alman ve Rus ordularının av sahasına dönüştü. Bir daha eski şanlı günlerine dönemediği gibi, onuru ve özgürlüğü süper güçlerin insafına kalmıştı. Polonya halkı, özellikle 19.yüzyılda, Alman İmparatorluğu’nun ve Rus Çarlığı’nın küresel güç olma iddiasıyla dış siyasetlerini konsolide ettiği bir dönemde bu durumu en acı şekilde tecrübe etmiştir. Üç İmparator Birlikleri, dışarda anti-İngiliz karakterde olsa da, içerde büyük oranda Polonya’yı baskı altında tutmaya yöneliktir. Bu nedenle Alman-Rus ittifakının çöküşü ve I. Dünya Savaşı Polonya için hem büyük bir trajedi, hem de tarihi bir fırsattı.

Savaşın sonunda Almanya’nın yenilgisi ve Bolşevik Devrimi’yle birlikte uzun süre sonra Polonya yeniden bağımsız bir devlet olarak yükselmiş oldu. Kurulan Polonya Cumhuriyeti’nin ilk devlet başkanı olan, asker ve siyasetçi Józef Piłsudski, bu durumun geçici olduğunun farkındaydı. Almanya ve Rusya’nın güçlerini topladıktan sonra mutlak surette eski geleneksel yayılmacı politikalara dönecekleri açıktı ve böylece Polonya’nın bağımsızlığı tehlikeye girecektir. General Piłsudski, bunun önüne geçmek ve dünya savaşının açtığı fırsatı daim kılmak adına, “İntermarium” adını verdiği, “Baltıklardan Balkanlara” uzanan bir siyasi-ekonomik birlik kurmayı önerdi. Üç deniz (Baltık, Karadeniz, Adriyatik) arasında kalan ve tarihsel olarak Prusya, Avusturya ve Rusya’nın saldırılarına açık olan “Büyük Doğu Avrupa” halklarını tek bir konfederasyon altında toplayarak bölgenin makûs talihini değiştirmeyi vaat eden bu proje hiçbir zaman hayata geçemedi. İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya kalıcı olarak çökertilse de, bölge bu kez de Sovyet Rusya tarafından işgal edildi. Oldukça uzun süren ve son derece trajik bir Varşova Paktı deneyiminden sonra Soğuk Savaş’ın Sovyetlerin dağılmasıyla sonuçlanması bu nedenle Doğu Avrupa’nın kurtuluşu anlamına geliyordu. Ancak sadece siyasi açıdan. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yerini kısa süre için de Avrupa Birliği aldı. Elbette AB, SSCB’den farklı olarak askeri bir dominasyondan çok iktisadi çıkar ortaklığına (yani güçten çok rızaya) dayanıyor. Dolayısıyla Doğu Avrupa halklarının AB’ye üye olmaktan memnun olmadıkları söylenemez. Hatta üyelik hakkını elde etmek için birçoğunun deyim yerindeyse adeta çırpındıkları ortadadır. Ancak yine de her şey o kadar tozpembe değil. Özellikle 2008 yılında yaşanan büyük finans krizinden sonra oluşan ekonomik ve siyasi atmosfer, “AB” rüyasının yüksek sesle sorgulanmasına neden oldu. AB’nin gerçekten bir medeniyet projesi mi, yoksa Almanya’nın ekonomik çıkarlarını önceleyen ve birlik içindeki zayıf ülkelerin ekonomilerini daha kırılgan hale getiren bir tuzak mı olduğu sorusu, aşırı sağdan aşırı sola geniş bir siyasi yelpaze içinde sorulur oldu. Diğer taraftan, aynı dönemde petrol fiyatlarında yaşanan artış Rusya’nın ekonomik durgunluk içinden çıkarak yeniden önemli bir güç olarak öne çıkmasına neden olmuştur. Böylece, doğu Avrupa ülkeleri, aynı anda hem Almanya’nın ekonomik ve siyasi/kültürel baskısına maruz kalmakta, hem de Rusya’nın yayılmacı/rövanşist siyasetinin içerdiği askeri tehditlerin hedefi olmaktadır. Bu durum, bölge ülkelerinin, ama en başta Polonya’nın tarihsel travmalarını canlandıran bir etki yaratıyor. En önemlisi de, Kuzey Akım projesiyle, Baltık Denizi’nden geçen bir enerji hattı vasıtasıyla, Alman sanayisinin Rus kaynaklarına eklemlenmesi, Polonya’nın hem ekonomik çıkarlarını tehdit etmekte hem de siyaseten aşağılanması anlamına gelmektedir. Kuzey Akım projesi, bu nedenle, tarihin güncel bir izdüşümü olarak Doğu Avrupa’ya yönelik “çift taraflı” jeopolitik tehdidi spekülasyon olmaktan çıkaran ve liberal ideolojizmin eleştirilmesini kolaylaştıran önemli bir fonksiyondur diyebiliriz.

Yukarıdaki paragraflarda Alman-Rus bütünleşmesinin esasında Kıta Avrupa yapısı içinde jeopolitik bir tutarlılık arz ettiğinden sık sık bahsettim. “Batı” ifadesinde yer alan, düşünce ve politika boyutlarıyla, Kıta Avrupası ve Anglo Sakson dünya ikiliğini bu bağlamda göz ardı edemeyiz. Son on yılda özellikle ete kemiğe bürünen, Almanya ve Rusya arasındaki ilişkilerin stratejik bir niteliğe bürünme ihtimali karşısında Anglo Sakson networkün blokaj çabaları son dönemde yoğunlaşmış durumdaydı. Bu noktada öncelikle ABD’nin öncülük ettiği Üç Deniz İnsiyatifi’nden söz etmek gerekiyor. Piłsudski’nin “Intermarium” projesinin yeni koşullara uyarlanması olarak düşünebiliriz bu inisiyatifi. Bir bakıma Çin’in “Kuşak-Yol” projesinin Doğu Avrupa versiyonu. Buradaki asıl amaç, bölgede mega altyapı projeleriyle yeni ticaret ağları oluşturarak, Rus gazına karşılık tercih edilen ABD üretimi sıvılaştırılmış gazın bölge ülkelerine maliyetini azaltmaktır. ABD’nin bu sıvılaştırılmış gaz hamlesini abartılı bir şekilde yeni nesil bir Marshall Planı olarak görenler bile oldu. [4] İlgi çekici ve fakat çoğunlukla gözden kaçan bir diğer gelişme ise, şimdilerde oldukça popüler olmasına rağmen, Polonya ve Ukrayna’ya yönelik Türkiye’nin önemli miktarda (S)İHA satışında bulunmasıdır. Türkiye’de eksen kayması (ya da Avrasyacılık) tartışmaları içinde – savaşa kadar- önemsenmese de, Rus basınında uzun zamandır kendine sıklıkla yer bulan bir konuydu. Ruslar Türkiye’nin (S)İHA projelerinin ana destekleyicisi olarak İngiltereyi işaret etmeyi seviyorlar.

Özellikle Karabağ savaşı sırasında, İngiltere ve Türkiye arasındaki askeri-stratejik ilişkilerden bahseden birçok yazı çıktı. [5]


Rus hükümetine yakın yazarlara göre İngiltere, Türkiye eliyle Polonya ve Ukrayna’yı silahlandırmaktadır. Ancak spekülasyonları ve sözde espiyonaj söylentilerini bir tarafa bırakırsak bile, İngiltere’nin dolaylı ve doğrudan olmak üzere Rusya’nın çevrelenmesine yönelik bütün girişimlerin ana yüklenicisi konumunda olduğu görülecektir. Brexit ve “Global Britanya” doktriniyle birlikte düşünüldüğünde ise, yukarıda söz ettiğim Kıta Avrupası’nın jeopolitik bütünlüğüyle ilgili bir manzara çıkıyor ortaya. Denilebilir ki “Global Britanya”nın öncelikli hedefi, yakın coğrafyasındaki rakip imparatorluk projelerinin çökertilmesidir. Bunlar Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu’dur.

“Mâkul Almanya” ile “Asabi Rusya”nın birleşmesi, imkânsız gibi görünmekle birlikte, Avrupa’nın zihin-beden bütünlüğünü sağlaması açısından zorunlu görülmüştür.

Sonuç yerine: Emperyal Mantık ve İdeoloji

Sovyetler Birliği nasıl ki adı konmamış bir Rus İmparatorluğu’ysa, Avrupa Birliği de adı konmamış bir Alman İmparatorluğu’dur. İmparatorluk daima merkez-çevre diyalektiği içinde çalışır. Merkez, çevre üzerindeki egemenliğini iki şekilde sürdürür: Güç uygulayarak ve rıza üreterek. Güç her zaman askeri güç olmak zorunda değildir. AB örneğinde olduğu gibi ekonomik güç de olabilir. Ama mutlaka zorlayıcı olmalıdır. Rıza üretimi ise hem merkezin ekonomik-siyasi gücünü paylaşmasıyla (power-sharing), hem de ideolojik meşruiyetin (Gramschi’nin ifadesiyle “hegemonya”) tesis edilmesi yoluyla gerçekleşir. Klasik dönemde hegemonya tesisinin çeşitli yolları vardı (kut inancı en popüler olanıdır). Modern dönemde bunun tek yolu ideolojidir. Sovyetler Birliği’nde Komünizm, Avrupa Birliği’nde ise Liberalizm bu işlevi görür.

Sovyetlerin dağılmasıyla Rusya’nın elinde sadece kaba güç unsurları kaldı. Vladimir Putin, her ne kadar Çarlık Rusyasını övüp Komünist enternasyonalizmi yerse de unuttuğu önemli bir şey var. Bir monark gibi sürekli tarihten gelen haklardan bahsetmesi oldukça anakronik ve etkisiz kalmaya mahkûmdur. Çünkü o kutsal kandan gelmiyor, asla Çar olamaz. Bunun anlamı şu, geleneksel monarşileri ayakta tutan mitoloji çöktü ve yerini bir başka mitolojiye, milliyetçiliğe bıraktı. Uluslar çağında Çarlık halkları Moskova’dan yönetilmeye devam ettiyse, bu bir bakıma Komünist enternasyonalizm sayesinde olmuştur. Komünist enternasyonalizmin çöküşü, Rus İmparatorluğunun çöküşü demektir. Rusya’nın bugün dezenformasyon alanındaki tüm yetkinliğine rağmen propaganda savaşını Ukrayna’ya karşı kaybetmesinin nedeni ideolojik krizidir. İnandırıcılığı son derece kısıtlı bir anti-nazizim ve anti-emperyalizm söylemi dışında elinde hiç bir şey yok çünkü.

Rusya belki tarihte hiçbir zaman dünya ekonomisinin merkezlerinden biri değildi. Rus egemenliği temelde hep üç unsura dayanmıştır: Savunulması kolay bir coğrafya, kalabalık bir nüfus ve zengin doğal kaynaklar. Hâlbuki Rusya’nın nüfusu uzun bir süredir azalmakta. İklim krizi nedeniyle petrol ve doğalgaz gibi ekonomisinin omurgasını oluşturan fosil yakıtlardan dünyanın yavaş ama istikrarlı biçimde uzaklaştığı gerçeği de diğer tarafta duruyor. Coğrafi avantaja gelirsek, demografik ve ekonomik avantajları kaybettiğiniz takdirde coğrafya sizin için büyük bir külfete dönüşecektir.

Avrupa’nın durumu ise, aklı hala zehir gibi çalışsa da çoktan yaşama sevincini kaybetmiş yaşlı adamın durumuna benziyor. Bunu bir çeşit tükenmişlik sendromu içinde olmakla eş tutabiliriz. Rusya’dan farklı olarak, Avrupa’nın demografik krizini bu kimlik kriziyle birlikte düşünmemiz lazım. Yaratılan refah toplumu, ya da başka bir açıdan sosyal devlet, devleti ortaya çıkaran toplumsal kaynağın kurumasına yol açtı. Bu kaynak, İbn Haldun’un verdiği isimle asabiyyedir. Modern bir sözcük seçersek buna “güç istenci” de diyebiliriz. Avrupa’nın devasa ekonomik gücüne eşlik eden siyasi iktidarsızlığın nedeni, iktidarın kaynağında yatan “kurucu şiddet”e yabancılaşan konformist nesiller olmuştur. İdeoloji savaşını kaybeden Rusya’nın karşısında, bugün yaşadığı bu derin kimlik krizi sebebiyle küresel çapta bir politika yapıcı olarak kendini kurmakta zorlanan Avrupa Birliği var. Bu nedenle “Mâkul Almanya” ile “Asabi Rusya”nın birleşmesi, imkânsız gibi görünmekle birlikte, Avrupa’nın zihin-beden bütünlüğünü sağlaması açısından zorunlu görülmüştür. Rusya’nın Avrupa’ya entegrasyonu, ABD ve Çin dışında üçüncü bir küresel odağın ortaya çıkmasını sağlayacağı düşünülmüştür. Ancak Ukrayna krizi, bu projeyi belirsiz bir tarihe ertelenmiştir.


[1] John Breuilly (2019), Avusturya, Prusya ve Almanya’nın Oluşumu, çev. Ali Selman, İletişim Yayınları, s. 44-49.

[2] Jonathan Steinberg (2018), Bismarck, çev. Hakan Abacı, Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 313-330.

[3] Liddel Hart (2019), Hitler’in Generalleri Konuşuyor, çev. Selçuk Uygur, Kronik Yayınları, s. 35-46.

[4] https://www.bloomberg.com/news/articles/2022-03-31/lng-exports-may-rise-as-russia-invasion-creates-demand

[5] https://www.kommersant.ru/doc/4519783

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir