“Kafir”le Cenk Etmek yahut Her Yol Roma’ya Çıkar: Politik Bir Kategori Olarak Rumiliğin İzini Sürmek

Paylaş:

Özel’in ‘Türk’ü kesinlikle ‘Rumi’dir, ‘Kafir’i ise Roma. Buna mukabil politik bir özne olarak işaret ettiği halkın ‘Türk’ olarak adlandırılması, kavramı yeterince açmadığınızda tarihsel acıların ürkütücülüğünü çağırıyor.”

İndik Rum’u kışladık,
Çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri
Göçtük elhamdulillah

Yunus Emre

Kapının Aralanışı

“Ve kapanmak bilmiyor bir kere açıldımı söz”. [1] Eskiler, yazının kalıcılığına karşı sözün uçuculuğunu övmüşlerdir. “Söz uçar yazı kalır” dendiğinde bugün anlaşılagelenin aksine sözün hududunun olmadığına işaret edilir. Sözün önü açıktır, söz ağızdan çıktığı anda zaman ve mekan artık sınırlayamaz onu. Döner -dolaşır, gider- gelir, form değiştirir, anlam kazanır ya da kaybeder ama zaman ve mekan sınırına bir daha hapsedilemez. Üstüne bir de sözü edenin karakteri eklenince Kaf dağında pencere açılır. İsmet Özel, ülkenin tartışmasız en tartışmalı düşünürü; şiirlerinden, nesirlerinden ziyade daha çok ettiği kelamlar ve durduğu (daha doğrusu durmadığı) politik-ideolojik tutumları/konumları üzerinden tartışılan düşünür. [2] Yaptığı Türklük tanımlarıyla Türkiye entelijansiyasının Özel’e karşı aldığı tedirgin, kuşkulu tavır yerini giderek sert ithamlara, pejoratif tanımlamalara bırakır. Liberal çevrelerin Özel’e karşı artan saldırganlığı, [3] liberalizmin düşünsel tahakkümü karşısındaki kompleksinden bir türlü kurtulamamış İslamcı camiada “aman üstümüze çamuru sıçramasın” biçimindeki kaçışa denk gelir. Özel’e yöneltilen saldırganlığın ve çekimserliğin ideolojik kısırlığına ve buna ek olarak Özel’in bundaki payına yukarıda işaret ettiğim yazımda değinmiştim. [4] Bu yazıda daha çok Özel’in yakın geçmişteki bir konuşması üzerinden Rûmi’lik meselesine değinmek istiyorum.

 “Kafir”in adını koyalım

İstiklal Marşı Derneği’ndeki yakın tarihli bir konuşmasında şöyle bir kelam etti Özel:

“Gaza Beylikleri’nin varlığı sebebiyle bizim bir vatanımız var. 600 sene sürdüğü varsayılan Osmanlı’nın değil Gaza Beylikleri’nin mirasçılarıyız. Bu Gaza Beylikleri’nin bazıları açık bir şekilde ihtida [5] etmiş Ermeni ve Rumlardı. Bazıları da gaziler topluluğuydu” [6]

Söz açıldı, kilit kalktı. [7] Daha önceki yazılarında ve konuşmalarında da buna benzer ifadelerini ancak satır aralarından çıkarabiliyorduk. Özel’in Türklük tanımının Türkçülüğün ve resmi ideolojinin söylemiyle örtüşmediği çok açıktı ama, ama, ama… neyle örtüştüğünü söylemek için araya bir “ama” sıkıştırılmadan edilemiyor. Özel, “Kalın Türk” tabirini Türkçülere ve Türkçülüğe hiç tenezzül etmeden sahiplenmişti.  “Üzerinde yaşanılan toprakların ethos değer”i Özel için siyasi kavrayışın temelini oluşturduğundan, zamandan ve mekandan kopuk bir Türkçülüğün Özel’e hitabeden bir tarafı olamazdı. O, Metehan’da kök aramanın köksüzlüğüne karşı İsokratis’i işaret eder, bayraktaki ay-yıldızı “Orta Asya’dan getirmedik” der. [8] “Türk diye bir ırk yoktur”, “Al türkü vur turpa yazık oldu al turpa” diye bağırdığında ya da Türkçenin Orta Asya’dan gelme bir dil olmadığını söyleyip Göktürk yazıtlarında etimoloji aramanın zavallılığına işaret ettiğinde devletlu Türkçülerin nefret nesnesi olur. Türkçü tarih tezlerine itibar etmek bir yana onlara karşı cephe alır. O nedenle Özel, Türkçülere karşı bir polemiğe girmeyi dahi gerekli görmez. İslamcılar ve bazen de solculardan esirgemediği ağır ithamları Türkçülere de yöneltmek için bir enerji sarf etmez. İslamcıların aksine Türkçülerin Özel’e karşı tavırlarındaki netlik buradan kaynaklanır.

“Konstantinopolis Müslüman bir hanedanlık tarafından fethedildi ama Roma asla lağvedilmedi. Osmanlı hanedanlığının üyeleri kendilerini her daim Doğu ve Batı Roma’nın mirasçıları olarak gördüler ve dünyaya öyle sundular.

Peki ama (araya yine bir “ama” sıkıştırmak zorunda kalıyoruz) Kalın Türk’ün açılımı neden “kafirle cenk etmeyi göze alan Müslümana Türk denir” biçiminde etno-dinsel bir saldırı havasına bürünüyor? Ortada bir savaş olduğu kesin ama kime karşı, ne için? Bu kavganın dost safında komünistlik, Müslümanlık ve şimdi bir de Türklük. Sosyalist sola desteğini esirgemediğini, Müslümanlığı etik-politik tavır olarak gördüğünü, Türklüğü Orta Asya’da aramadığını iddia eden şair, kavgasının “birlikte yaşanılan insanların ve üzerinde yaşanılan toprakların” kavgası olduğunu söylüyor.  Öyleyse “kafir” kim ola?

“Diyar-ı Rum’un, Darü’l-İslam haline gelmesiyle ortaya çıkan ve XXI. yüzyılda can yakacak derecede hayatımıza istikamet veren paradoks, zıt karakterli iki insan tipine faaliyet sahası açtı: 1. Bir vatanım olsun diyen isimsizler; 2. Vatan benim olsun diyen meşhurlar. Bir vatanım olsun diyenler kategorisi dâhilindeki insanlar zaman içinde Türkleşen ve Türkiye’yi inşa eden insanlardır. Devleti parlatanlar ise elinden iş gelen bu insanlarla imkânların kullanılması bakımından zıtlaşanlardır. Vatan benim olsun diyenler bir vatanım olsun diyenlere galebe çaldı. Bu ikinci kategoridekiler ‘ekende yoğ, biçende yoğ / yiyende ortak Osmanlı’lardı”  [9]

Bu satırlar, Özel’in “kötü” şöhretli kitabı Kalın Türk’ten. [10] “Kafir” kategorisi biraz daha anlam kazandı sanıyorum. Öyleyse adını koymak gerekiyor: “vatan benim olsun diyen meşhurlar”dan ne kastediliyor? Öncelikle şunu baştan söylemek gerekiyor: “Kafir” kategorisi Özel’de bir dine, etnisiteye ya da bir ideolojik-politik herhangi bir topluluğa denk gelmez. Tabi ki bunların yapıp etmeleri hangi tarafta saf tuttuklarını açığa çıkarır o ayrı. Bunlar, Özel’in tabiriyle “devleti parlatanlar” ya da “örtülü ödenekten pay alanlar”dır [11] ki her ne ya da kim olurlarsa olsunlar ayırt edici edimleri faaliyet sahasında “kafir”den yana saf tutuyor olmalarıdır. Dolayısıyla dinlerinin, mezheplerinin, ideolojilerinin, kimliklerinin ne olduğunun bir anlamı yoktur: Dindar ya da seküler, solcu ya da sağcı, İslamcı ya da Türkçü, Kürt veyahut Türk olabilirler. Öyleyse “kafirlik” bir isim ya da sıfat değildir, “kafirlik” bir politik sistemin, ilişkinin, yapının adıdır. Görünümü, formu, biçimi, aktörleri zaman içinde değişse de ruhu 21. yüzyılda dahi yaşamaya devam eden bu politik yapının adı ROMA’dır. İstanbul’un fethinin görgü tanığı bir tarihçiye (Yeorgios Francis) atıfla 1453’te “şehir düştü” [12] fakat Roma hâlâ yaşıyor. Konstantinepolis Müslüman bir hanedanlık tarafından fethedildi ama Roma asla lağvedilmedi. Osmanlı hanedanlığının üyeleri kendilerini her daim Doğu ve Batı Roma’nın mirasçıları olarak gördüler ve dünyaya öyle sundular. II. Mehmet Roma tahtına oturur oturmaz tüm dünyaya Kayser-i Rum olduğunu ilan etti. Sonraki padişahlar da bu unvanı kullanmaya devam ettiler. Kanuni, Bender kitabesinde şu ifadeleri kullanır: “Ben, Bağdat’ta şah, Bizans diyarlarında kayser, Mısır’da sultanım”. [13] Tüm bunlara ek olarak ve daha da önemlisi, İmparatorluğun müesseseleri hanedan-ı Osmanlı döneminde birtakım revizyonlarla birlikte işlemeye devam etti. Cumhuriyet dönemi ideologlarından Prof. M. Fuad Köprülü bu devamlılığın “bilimsel olarak” inkârı için görevlendirilmiş olsa da eserinin, bunu başarabildiğini söylemek imkânsız. [14] Osmanlı hanedanlığı dönemi, Roma “politeuma”u üzerine oturtulmaya çalışılan yeni bir “politeia” olarak ifade edilebilir. Burada yeni olan Müslümanlık aşısıyla birlikle beylikler döneminde Anadolu’da oluşan zenginliğin Roma’ya aktarılmasıdır. Bu aşı, kırılma dönemlerinde yenilenmeye çalışılsa da devlet-yurttaş ilişkisi bağlamında kurumsallaşmış bir yapıya hiçbir zaman dönüşemedi. Devletin Romalı karakteri her defasında kendi eliyle yaptığı aşının tutmasına engel olmak gibi bir paradoksa kapıldı. Cumhuriyet dönemi ise çürümüş Roma’nın modern tekniklerle makyajlanmasından öteye bir türlü geçmedi ya da geçmek istemedi. Yüz yıllık tarihinde modern bir politik yapının gerekliliğinin kendisini zorladığını fark etmiş olmasına rağmen, politik işleyişin Romalı iş tutuma biçiminden vazgeçmek istemedi. Belki de Özel’in tabiriyle “devleti parlatanlar” ve/veya “örtülü ödenekten pay alanlar”ın bu işleyişteki iktidar çıkarlarını bırakmamakta kararlı olmalarından ötürü böyledir. Adı Cumhuriyet olmasına karşın modern yurttaşlık kategorisini kurumsallaştırmaya yanaşmaması, egemenliği yurttaşa devretmemek için olmadık işlere bulaşması Romalılığın getirdiği payeden vazgeçemeyişindendir.

Özel, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın, Osmanlı’nın da Roma’nın devamı olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirir. Lakin resmi politik örgüt karşısında halk, “kafir” karşısında “Kalın Türk” metaforuna yerleştiğinden kavganın kaçamak yollarına sapmak zorunda kalır. Vatanım olsun diyenlerin karşında devletin Romalı karakterinin durduğu aşikar ancak “kafir”in adını bir türlü koymuyor ya da koymaya çekinir. Mütemadiyen anlaşılmamaktan yakınması ve hırçınlığı da buradan kaynaklanır. Bu nedenle iki araca başvurur Özel: Birisi komploculuktur: “Kafirlik” gönüllü bir tavır olmak yerine yeri geldiğinde İngilizlerin yeri geldiğinde Amerikalıların tertibine ayak uydurmaktır. İkincisi ise şiirdir: Yeri kavganın göbeği olan şairimiz, poetikasının gücüne sığınır. Poetik duruşunun azameti politik tutumunun gücünü kırar. Bu noktada bir şeye daha işaret etmek gerekir; Özel, kılıcını doğrudan “kafir”in kendisine yöneltmez. Onun yerine bir zamanlar “dost” bildikleri ama şimdi “kafir” safında olanlara yöneltir.

“Osmanlı’nın bir hanedanlık olarak 600 yüzyıl egemenlik sürebilmiş olmasının altında yatan sır tam da budur: Roma’nın politik düzeninin mirasına Diyar-ı Rum’un bu devlet mirasını aktarmayı başarmış olması. Dolayısıyla Osmanlı’nın mirasından bahsetmek mümkün değildir.”

Kültürel Coğrafyanın Oluşumu

Artık kilidin kalktığı noktaya geçebiliriz. Yukarıdaki alıntıyı hatırlayalım:

“Gaza Beylikleri’nin varlığı sebebiyle bizim bir vatanımız var. 600 sene sürdüğü varsayılan Osmanlı’nın değil Gaza Beylikleri’nin mirasçılarıyız. Bu Gaza Beylikleri’nin bazıları açık bir şekilde ihtida [15] etmiş Ermeni ve Rumlardı. Bazıları da gaziler topluluğuydu” [16]

“600 sene sürdüğü varsayılan Osmanlı’nın” mirasçısı olmayışımız tespiti yukarıda tartışılan mesele ile örtüşür. Hatta bu açıdan bir Osmanlı mirasından bahsedilip edilemeyeceği dahi tartışma konusudur. Gaza Beylikleri dönemi Diyar-ı Rum coğrafyasında Selçuklu ve Roma gibi iki güçlü askeri-siyasi otoritenin çekilmesiyle oluşan boşluğun kültürel, edebi, ilmi zenginlikle doldurulduğu bir dönemi ifade eder. [17] Müslümanlığın coğrafyada yayılmasının hız kazandığı bu dönemde, yeni dinin anlam dünyası olan Farsça ve Arapçanın, coğrafyanın anlam dünyası olan Ermenice ve Rumca ile Oğuz dilinin gramer yapısı üzerinden kaynaşmasından oluşan yepyeni bir dil, Türkçe oluşmaya başlar. İlk zamanlardaki Farsça ve Arapça çevirilerin yanı sıra 13. yüzyıldan itibaren telif eserler de üretilmeye başlanır. Eski sözlü kültürün ürünleri yeni anlam dünyasına uygun bir biçimde yeni dilin ilk edebi ürünleri olurlar. Coğrafya dervişlerin, alimlerin, ilim adamlarının, sanatçıların, zanaatçıların, ticaret erbaplarının yoğun göçü ile birlikle yepyeni bir kimliğe bürünür.  Bu kültürel oluşum beraberinde maddi zenginliği de getirir. Yeni çarşılar, dükkanlar, köy ve kasaba meydanları gibi ticaret alanlarının oluşumu bir taraftan bu kültürel oluşumun yayılmasını hızlandırırken diğer taraftan ekonomik getiriye paralel hanlar, tekkeler, zaviyeler gibi yeni bir bayındırlık oluşmaya başlar. Bunların her biri aynı zamanda yeni olmanın getirdiği heyecanla sözün uçtuğu ağara işlevi görür.

Bu dönemin şüphesiz en büyük avantajı merkezi bir siyasi otoritenin olmayışı dolayısıyla üretilen her türlü zenginliğin coğrafyanın kendi ihtiyaçları doğrultusunda başka alanlara genişletilebilir ve yaygınlaştırılabilir olmasıdır. Merkezi siyasi yapılar yalnızca ekonomik üretim üzerinde söz sahibi olmakla kalmazlar aynı zamanda kültürel üretimi de kendi varoluşlarının yeniden üretimi için yönlendirir, manipüle eder, sınırlarlar. Dolayısıyla toplumun kendi doğallığındaki bağımsız gelişimini engellerler. Bu açıdan beylikler dönemi Diyar-ı Rum’un gerçek anlamda devletli dönemidir. Devlet, Türkçede zenginlik, bereket, refah, saadet, mutluk demektir. Bugünkü anlamda kullanageldiğimiz modern egemenliğin politik örgütlenmesini ifade eden “state”in karşılığı değildir. Devlet kavramının içerdiği anlam itibari ile dinamik, değişken oluşuna karşın state kavramı durağanlığı, sabitliği öne çıkarır. Devlet hesaba kitaba sığmazken, state ölçü ve tartıyla muhasebesi tutulabilir bir durumu ifade eder. Bu açıdan İngilizce state kelimesinin karşılığı olarak mülk kavramı daha uygun düşer. Toplumsal zenginliğin belli bir sınıfın, zümrenin, hanedanlığın vb. egemenliğine geçtiği durumu mülk kavramıyla ifade etmek daha doğru bir kullanımdır. Mülk kavramı, state anlamını da karşılar çünkü hem ölçünün konusu olabilir hem de egemenliği bünyesinde taşır. Bu açıdan Anadolu’da beylikler dönemi “Mülk Allah’ındır” ayetine denk gelen bir dönemi yansıtır. Kelimenin gerçek anlamıyla devletli fakat mülk üzerinde mutlak hakimiyetin olmadığı bir dönem ta ki Roma tahtına oturmuş Müslüman bir hanedanlığın bu zenginliği kendi mülkü ihdas etmesine kadar. Osmanlı’nın bir hanedanlık olarak 600 yüzyıl egemenlik sürebilmiş olmasının altında yatan sır tam da budur: Roma’nın politik düzeninin mirasına Diyar-ı Rum’un bu devlet mirasını aktarmayı başarmış olması. Dolayısıyla Osmanlı’nın mirasından bahsetmek mümkün değildir. Tam tersine Hıristiyan Roma’nın çekilmesi ile oluşmuş Anadolu mirasına Müslüman Roma olarak el koymuş mirasyedi bir Osmanlıdan bahsedilebilir. Halk değişi ile “ekende yoğ biçende yoğ yiyende ortak Osmanlı” oluşu buradan ileri gelir. Buna paralel olarak mülkün egemenliğini Allah’tan devralan bir Osmanlı. Böylece hanedan-ı al-i Osman, devlet-i al-i Osman’a dönüşür.

“Diyar-ı Rum coğrafyasının son bin yıllık tarihi, yeni bir din ve yeni bir dil üzerinden şekillenen kültürel oluşumun aidiyet ve asabiye tarihidir. Bu kültürün mensuplarına ister Rumi ister Özel’in bahsettiği anlamda Türk demenin herhangi bir sakıncası yoktur.

Rûmi Kimliği

Gaziler topluluğu ve ithida etmiş Rumlar ve Ermenilerle birlikte oluşan bu devletli dönem Diyar-ı Rum coğrafyası dışında kalan halklar tarafından gıpta edilir bir durumdu. Onlar bu coğrafyada yaşayan, bu zenginliği üreten halka Rumi derlerdi. Bu adlandırma, bir vatanım olsun diyenlerin, bu toprakları vatan bellemiş olanların karşılığıydı.  XI. yüzyıldan (belki biraz öncesi) XV. yüzyıla kadar Diyar-ı Rum’un halkları Rumi kimliği ile anıldı. [18] Toplumlara/topluluklara verilen isimler kendi kendine bir tanımlama olmaktan ziyade çevresindeki diğer halklar tarafından yapılan bir yakıştırmadır. Diyar-ı Rum’dan olmayan, özellikle Acem ve Arap diyarlarının insanları buradaki halklara Rumi derlerdi ve onlar da bu tanımı benimsemişlerdi. [19] Diyar’ı Rum’da yetişen en ünlü ismin Dünya’da ve bizde hâlâ Rumi (Mevlana Celaleddin-i Rumi) olarak biliniyor olması tesadüf değildir. Arap ve Acem diyarının ünlü isimleri Rumi birikiminden feyz almak için can atarlardı. Fuzuli gibi bir isim Diyar-ı Rum coğrafyasının kültürel birikiminden yararlanamıyor olmaktan dolayı sızlanırdı. [20] XI. yüzyıldan itibaren her ülkeden insanların geldiği, gelemeyenlerin gelmeye can attığı Rum coğrafyasında yaşayan ve onun kültürel mirasının oluşturduğu aidiyet ve asabiyeyi taşıyan insanların ortak adıdır Rumi.

Bunun karşısında Türk/Türkiye kavramları ise sonraki yüzyıllarda Batılıların aşağılamak için kullandığı bir tabirdi ki Turc/Turchia biçiminde ifade edilirdi. Osmanlıda her daim ve hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında Turk/Turkiye ifadeleri bu pejoratif anlamını sürdürdü. Bir XVI. yüzyıl mütefekkiri olan Gelibolulu Mustafa Âli, Türk ve Kürtlerin kaba, görgüsüz, cahil, sanat zevkinden yoksun oluşundan bahisle onları devlet işlerinden uzak tutmayı öğütler. [21] İngilizce literatürde, başlığında Türk ifadesi geçen ilk çalışma Richard Knolles’ın 1603 tarihli History of the Turks adlı kitabıdır. Knolles, Türk ifadesini pejoratif bir anlamda ve esasında Osmanlıyı tanımlamak için kullanır. Müslüman halk için bu ifadeyi kullandığında “Bizim Türk dediklerimiz …. Müslüman olarak çağrılmak istiyorlar” şeklinde bir açıklama yapma gereği duyar ve “Türk olarak çağrılmayı sitemkar ve onur kırıcı” [22] bulduklarını ifade eder. Batı’nın bu konu üzerine yaptığı çalışmaların motivasyonu bilimsel bir merakın değil politik düşmanlığın gereğidir. Batı için, içerisinde barındırdığı anlamlar itibari ile (barbar, acımasız, ahlaksız, görgüsüz cahil vb.) “Hristiyanlığın düşmanı şeytan Müslüman” imgesinin adıdır Türk. Politik olarak içerdiği anlam ise “bu barbarların geldikleri orta Asya bozkırlarına geri gönderilmesi”dir. Bir topluluğun, tehdit algıladığı düşmanı karşısında amacına uygun bir biçimde bu şekilde bir imge üretmesi anlaşılabilir ve doğaldır. Asıl sorun bu imgenin düşmanlaştırılan toplumun bir kesimi tarafından gönüllü olarak kabullenilmesi ve bu doğrultuda resmi söylem ve politika inşa etmeye çalışmasının yarattığı paradokstur. Irk üzerinden Orta Asya’da kök aramaya çalışmak politik olarak “geldiğimiz gibi gideceğiz” demekten başka ne anlama gelir ki? Kaldı ki Türkçülüğün anlattığı biçimiyle ne bir Türk ırkından bahsedilebilir  [23]  ne de Anadolu’yu oluşturan halkların tamamının Orta Asya’dan gelen bu ırktan teşekkül olduğu söylenebilir. Paradoksal ideolojik kurgunun iddialarının bilimsel delilini aramaya çalışmak da beyhude bir çabadır. Nitekim Anadolu tarihinin bu şekilde oluştuğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Moğol baskısından kaçan Oğuz (Türk değil Oğuz) kabilesinin üyelerinin bir kısmı Batıya doğru kaçtılar fakat bunların birçoğu daha Anadolu’ya gelmeden önce Acem diyarını yurt edindiler. [24] Diyarı-ı Rum’a gelen halkların gelişleri ise daha çok yukarıda anlattığım şekilde oldu. Dolayısıyla bir Anadolu köylüsünün ifadesiyle “biz hep buradaydık evladım.” [25] Diyar-ı Rum coğrafyasının veyahut Anadolu’nun/Anatolya’nın yahut Türkiye’nin/Türkeli’nin ya da daha eskilerden Homer’in adlandırdığı biçimiyle Asya’nın (küçük Asya tabiri görece daha yenidir), nasıl adlandırırsak adlandıralım, son bin yıllık tarihi, yukarıda değindiğim biçimiyle yeni bir din ve yeni bir dil üzerinden şekillenen kültürel oluşumun aidiyet ve asabiye tarihidir. Bu kültürün mensuplarına ister Rumi ister Özel’in bahsettiği anlamda Türk demenin herhangi bir sakıncası yoktur. Asıl sakınca yaşadığı coğrafya ile kültürel ve zihinsel aidiyet kurmak yerine çok uzak mekân ve zamanlardan bir anlatı kurmaya çalışmanın bilinç altında yatan iflah olmaz düşmanlık, nefret ve kinin canlı tutulmaya çalışılmasıdır. Bir coğrafyaya ve o coğrafyanın halklarına karşı yürütülen düşmanlık ve nefretin gönüllü savunuculuğunda ısrar etmek tabiri caizse “hainlik”tir. Bu sakıncanın acı sonuçlarıyla çok yakın bir zamanda yüzleştik. Enver Paşa’nın bu uğurda ülkeyi yıkıma götürdüğü zamanlar çok geride kalmadı. Modern bir ulus-devlet kurmanın (bir taraftan da Romalı karakterini bırakmamaktaki ısrarla birlikte) ne anlama geldiğinin bilincinde olmadan [26] ulusal kimlik inşası uğruna yapılan anlamsız yanlışların acısı ise hâlâ canlılığını korumakta.

Özel’e geri dönersek onun “Türk”ü kesinlikle “Rumi”dir, “Kafir”i ise Roma. Buna mukabil politik bir özne olarak işaret ettiği halkın “Türk” olarak adlandırılması, kavramı yeterince açmadığınızda tarihsel acıların ürkütücülüğünü çağırıyor. Uluslaşma sürecinin oldukça sert ve yakıcı olduğu, hâlâ bir türlü başarılamamış millet yaratma sürecinin ırkçılık düzleminde çakılıp kaldığı bir coğrafyada bu tercihteki ısrar, amacın önüne geçiyor. Evet, etik-politik bir tavır olarak kurgulandığında Müslümanlık; Alevileri, Müslüman olmayanları, sekülerleri de yanına davet edebilir fakat halkın adlandırılmasında devletin ırk üzerinden inşa etmeye çalıştığı kavramda, kavramın anlamını açıkta bırakarak ısrarcı olmak davetin cazibesini kırar. Rumilik bu açıdan üzerinde düşünülmeye değer bir kavramdır. Etnik bir göndermeden ziyade coğrafyaya özgü kendiliğinden ve muhatapları tarafından benimsenmiş bir kavrama yapılacak itirazın da kavganın karşısındakilerden gelecek olmasından dolayı bir ehemmiyeti yoktur. Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, Rumlar ve niceleri kendilerini coğrafya temelli kapsayacak bir kavrama, kendi kimliklerinin inkarına yol açmayacağı için sıcak bakacaklardır. Bu açıdan insanların kendilerini Türk, Kürt, Rum, Ermeni ve farklı kimliklerde adlandırmasının anlamı tam olarak yerini bulacaktır. Bundan en çok nasiplenecek olan ise hiç şüphesiz Türk kimliği olacaktır. Mevcut resmi haliyle Türklük, toplumsal ihtivasından koparılmış, hamasi ideolojik söylemin boş göstereni haline sokulmuş bir kavramdır. Bu kimliği benimseyenler ise Althusserci tabirle özne konumundan kovulmuşlardır. Türklük, bu şekilde, asıl kimliksel manasını ideolojik söylemin dışında kalmaya başladığında kazanacaktır. 

“Türkiye’de birbirlerine en düşman politik hareketlerin dahi kriz süreçlerinde aynı cepheye geçmesi, varlıklarındaki ‘soru’nun ve ‘sorun’un ortaklığındandır. Ve dahi sorulması gereken sorunun es geçilmesindeki ortaklığı paylaşıyor olmalarındandır.

Bitirirken

Son 300 yılda enerjisini “devleti nasıl kurtaracağız” sorusuna cevap aramaya harcamış bir toplum için Özel’in kapıyı aralamasa bile kilidi kaldıran sözü dikkate değerdir zira kapı küllenmiş, kilit paslanmıştır.  Düşünce tarihimizin azımsanmayacak bir dilimi bu soruya cevap üretmekle heba olduğu gibi düşünsel mirasımız da sorunun sığlığıyla malul kaldı. “Devleti nasıl kurtulacağız” sorusu, birbirine düşman sandığımız düşünsel ve politik tavırlarda dahi öylesine kanıksanmış öylesine içselleştirilmiş ki hâlâ bu devirde bile sıralamada asıl önceliğe sahip olan ve bir an önce cevabının bulunması gereken soru kimsenin aklına gelmiyor: “Devlet nedir?” Türkiye’de birbirlerine en düşman politik hareketlerin dahi kriz süreçlerinde aynı cepheye geçmesi varlıklarındaki “soru”nun ve “sorun”un ortaklığındandır. Ve dahi sorulması gereken sorunun es geçilmesindeki ortaklığı paylaşıyor olmalarındandır.

Hepimiz Descartes çağının çocuklarıyız. Bu çağın en belirgin özelliği, daha özne olarak varlığa gelmeden, içerisinde doğduğumuz sorunların yakıcılığına acil çözüm üretme gerekliliği üzerimize görev olarak yüklendiğinden ve yükü kanıksamış bir biçimde toplumsal alana itilmişliğimizden dolayı ontolojik sorguları aklımıza bile getirmeden epistemolojik varsayımları hakikat düzleminde ele almanın indirgemeciliğidir. Politik bağlamda bu indirgemecilikten kurtulmak için Türkiye’nin koşulları özelinde Althusserci tabirle epistemolojik kopuş [27] yeterli olmayacaktır. İhtiyacımız olan şey politik-ontolojik kopuştur. Kopuşla birlikte etik-politik bir öznenin varlığa geleceği zemin kendi coğrafyamız, zaman ise kendi zamanımız olmak zorundadır.

Telâş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum

çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir

devlet sırrıyla birlikte insanın

sinematografik bir hayatı olabilir

o kibar çevrelerden gizli batakhanelere

yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri

ve sonunda estetik bir

idam belki… [28]


[1] İsmet Özel (2000), Bir Yusuf Masalı, Şule Yay. İstanbul

[2] Bu konuya ilişkin daha önce yaptığım tartışma için bkz. Hasan Pekdemir,“İsmet Özel: “Fark”ı İstemek”, Birikim /Güncel, 2020.

[3] Bkz. Polat S. Alpman, “İsmet Özel: Haşin Partizanlığın Sağ Portresi”, Birikim/haftalık, 2020.

[4] Bu konuda daha geniş bir tartışma yürüten Hüseyin Etil’in oldukça ufuk açıcı çalışmasını öneririm: Hüseyin Etil (2020), İsmet Özel ve Partizan: Aynı Adamın Öyküsü, Küre, İstanbul.

[5] Doğru yola girme, hidâyete erme. Başka bir dinden çıkıp İslâm dînine girme, müslümanlığı kabul etme. (http://lugatim.com/s/İHTİDÂ)

[6] İsmet Özel – İstanbul Şube Kurulu Konuşması (9 Şaban 1443 / 12 Mart 2022). https://youtu.be/ DAVpJ6uf99M

[7] “Desem ki kapı açıldı / Yalan olur / Ama kilidin kalktığı belli”, İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, şule yayınları 2000.

[8] İsmet Özel, “Bayrağımızdaki Kızıllık Şehit Kanı Değildir veya
Şerefi Türklükte Arayıp Bulamayan Sanır ki Türk’e İsokrates’ten Ziyade Mete Han Yakındır (II)” 2 Aralık 2016, http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=1282&KID=62

[9] İsmet Özel (2016), Kalın Türk, Tiyo Yayınları, s. 17.

[10] “Kalın Türk” tabirinden dolayı Özel’in ismi, yer yer N.Atsız, Y. Akçura, N. F. Kısakürek gibi isimlerle yan yana getirilmeye çalışılır. Oysa Özel’in kendini vatanım olsun diyen “adsız”lar tarafında, bu üç ismi ise illa bir yere konumlamak gerekiyorsa cengin karşı tarafına yani “vatan benim olsun diye galebe çalan” tarafta konumlandırdığını düşünüyorum. Öyleyse Türkçülüğün, doğrudan düşmanın kendisi olmasa bile düşman tarafındaki saflarda yer aldığı söylenebilir.

[11] “Solcu politikaların ihtiyacı olan desteği sosyalist olmayan sol gücünü toparlayıncaya kadar esirgemedim. Müslümanlık benim sayemde siyasi bir dolap olmaktan sıyrılıp hesap vermeğe hazır, hesap sorma olgunluğunda bir siyaset anlayışı haline geldi. Türk tarihi itibariyle bu bir başlangıçtı. Başlayan şey örtülü ödeneğin imkânlarını hiçe sayıp birlikte yaşanılan insanların ve üzerinde yaşanılan toprakların ethos değerlerini şairin bulunduğu yere çekme başarısıydı”. İsmet Özel, “Pergelden Neyi Bekledik de Ne Verdi?”, 22 Mayıs 2020. http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=1807&KID=79&PGID=0

[12] Yeorgios Francis (2002), Şehir Düştü, Scala Yay. İstanbul.

[13] İnalcık, Halil (1993), “State, Sovereignty and Law during the Reign of Süleyman”, Süleyman the Second and His Time, ed. H. İnalcık ve C. Kafadar (ISIS, İstanbul), s. 67-68.

[14] Zira Köprülü’nün bu eseri bilimsel mahiyetten oldukça uzaktır. Batılı meslektaşlarının; Osmanlı’nın Bizans’ın devamı olduğu yönündeki tezlerine ancak reddiye türünde karşılık vermiş, onları çürütememiştir. Osmanlı müesseselerinin kökeninin önceki Müslüman – Türk hanedanlıklarının uygulamalarından tevarüs edildiğine ilişkin kendi iddialarını ise destekleyecek hiçbir kaynak göster(e)meden iddia düzeyinde bırakmıştır.  Buna karşılık Köprülü’nün bu eseri ideolojik olarak derin bir etki doğurmuştur. Bkz. M. Fuad Köprülü (2018), “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri”, Alfa Yay. İstanbul.

[15] Doğru yola girme, hidâyete erme. Başka bir dinden çıkıp İslâm dînine girme, müslümanlığı kabul etme. (http://lugatim.com/s/İHTİDÂ)

[16] İsmet Özel – İstanbul Şube Kurulu Konuşması (9 Şaban 1443 / 12 Mart 2022). https://youtu.be/ DAVpJ6uf99M

[17] Bu döneme ilişkin derli toplu ve oldukça ayrıntılı bir çalışma için bkz. Ali Fuat Bilkan (2018), Osmanlı Zihniyetinin Oluşum: Kuruluş Döneminde Telif ve Tercüme, İletişim Yay. İstanbul.

[18] Bu konuda daha ayrıntılı bir okuma için şu iki kaynağa başvurulabilr: 1. Cemal Kafadar (2017), Kendine Ait Bir roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kültürel Kimlik Üzerine, Metis Yay. İstanbul. 2. Salih Özbaran (2017), Bir Osmanlı Kimliği: 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yay. İstanbul.

[19] Bu konuda özellikle Cemal Kafadar’ın yapmış olduğu çalışmalar oldukça zihin açıcıdır. Özellikle Bkz. Cemal Kafadar, a.g.e. ve Cemal Kafadar (2019), Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun, Metis Yay. İstanbul.

[20] Bkz. Halil İnalcık (2019), Şair ve Patron, Doğu Batı Yay. Ankara.

[21] Bkz. Gelibolulu Mustafa Âli (2015), Siyaset Sanatı Nushatü’s-Selatin, Büyüyenay Yay. İstanbul.

[22] Salih Özbaran (2004), “Bir Tarihçinin Oluşumu: Richard Knolles ve Türk Tarihi”, Osmanlı Araştırmaları (XXIV), s. 308-309 , ss. 307-319.

[23] Orta Asya’nın halkları da modern zamanlardan önce kendilerine Turk demezlerdi. İlk Çin kaynaklarındaki Tork ifadesinin, kendi anlam dünyası dışında yer alan “barbar, vahşi” halkları tanımlamak üzere aşağılayıcı bir manada kullandığı bilinmektedir. Sonrasında bu kullanımı Ruslar ve Batılılar devraldı. Döneminin Orta Asya halkları birbirlerini Uygur, Oğuz, Kıpçak, Peçenek vb. adlarla anarlardı ve bu halkların hiçbirisi yekpare bir Turk/Tork ırkının parçası değildir çünkü yoktur öyle bir ırk. Birbirlerine yakın coğrafyanın halkları olmasından dolayı dillerinin binyıllar içerisinde yakınlaşması gayet doğaldır. Türkiye ya da Özel’in değimiyle Türkeli Türkçesinin oluşumuna yukarıda değindim. Son bin yılda dahi Türkiye Türkçesi’nin yaşadığı dönüşümü dikkate aldığımızda binlerce yıl öncesinin kilometrelerce ötesi bir coğrafyasının kabile dillerinde bugünün anlam dünyasını bulmayı umut etmek de ayrıca bir tuhaflıktır.

[24] Bkz. Cemal Kafadar (2019), İki Cihan Âresinde: OsmanlıDevletinin Kuruluşu, Metis Yay. İstanbul.

[25] İhtiyar bir köylü kadının sahip olduğu idraka resmi söylemi üreten eğitimli elitlerin sahip olamaması da ayrı bir paradokstur.

[26] Ulus ve ulusçuluğun inşası üzerine bkz. E. J. Hobsbawm (2020), Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yay. İstanbul.

[27] Luis Althusser (2019), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygırları, İthaki Yay. İstanbul.

[28] “Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son resmin Arkasındaki Satırlar” şiirinden, İsmet Özel (2015), Erbain, Tiyo Yayınları, İstanbul, 233.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir