Dünya Tarihinin Bütünlüğü, Küresel Politika ve İslam’ın Serüveni (3)

Paylaş:

“Osmanlı Devleti, onun yönetimi, Avrupalılar için bu bilgi ve tecrübe birikiminin görünür yüzüydü; Rönesans’ın devlet yönetimi ideali Osmanlı yönetim anlayışını yansıtıyordu. Machiavelli’nin Prens’i büyük ölçüde Osmanlı hükümdarlarının (özellikle de Fatih Sultan Mehmet’in) sergiledikleri yönetim zanaatını özümsemektedir. Belirsizliklerin kol gezdiği, iktidar mücadelelerinin tırmandığı, aynı zamanda da ticari faaliyetin arttığı 14.-15. yüzyılların Avrupası’nda prenslerden veya hükümdarlardan beklenen bir yandan zenginleşmeyi, ticari faaliyeti teşvik ederken, diğer yandan da siyasi istikrarı sağlayabilmeleriydi. (…) Burada altı çizilmesi gereken Osmanlı’da, ondan önce Roma’da olduğu gibi devlet yönetimi, toplum düzeni, bu düzenle bütünleşen hukuk ve adalet fikri arasındaki ilişkilerdir.”

Huricihan İslamoğlu, Dünya Tarihi ve Siyaset (2021)

“[Marshall G. S. Hodgson için] ‘İslam’ı doğru anlamak’ adına öncelikle onun yerini daha geniş insanlık tarihi bağlamı içerisinde yeniden düşünmek zorunluydu. Özerk, müstakil bir tarihten ziyade, İslami uygarlık [tarihi] insan toplumunun geri kalanının tarihi ile derinden iç içe geçmişti. İkinci olarak, uygarlık kavramının köklü bir biçimde yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç olacaktı. Hodgson için uygarlıklar; özerk, kültürel olarak tanımlanmış, değişmez/durağan alanlar değillerdi. Bilakis, komşularıyla olduğu gibi kendi içlerinde de tarihsel açıdan karmaşık ve çoğu zaman çatışan ilişki formlarına sahip olmuşlardı.”

Edmund Burke III & Robert J. Mankin, Islam and World History (2018)

Evrensel bir tarih yazımında tarihin dönüm noktaları/yaratıcı anları ile öncesi ve sonrası arasında kopuşlar olamaz. Olaylar adeta birbirinin içine gömülü (embedded) bir biçimde olağan bir süreklilik gösterirler. İnsanlık tarihinin en devrimsel hadiselerinden olan Vahiy süreci de (Revelation, Logos, Kelam) öncesi, kabulü ve bireyler ve toplumlar üzerindeki çok yönlü etkileriyle birlikte ele alınıp değerlendirilmesi gereken bir longue durée kapsamında anlaşılabilir.

İslam tarihinde 632 (İ.S.) sonrası dönemi; Kutsal Sözü, Peygamber’in ağzından bizzat işitmiş bir inananlar topluluğunun Tarih karşısında ve İnsanlığın huzurunda vicdanları ve eylemleri arasında bir Yol bulma mücadelesi olarak okunabileceğini düşünüyorum. Nitekim Marshall Hodgson, İslam’ın Serüveni’nin (1974) daha ilk satırlarında Kur’an’dan “Siz, insanlar [insanlık] için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz; ve Allah’a inanırsınız,” (Al-i İmran Suresi, 3:110) ayetini alıntılayarak ilk Müslümanlardan itibaren çağlar boyunca Müslüman toplulukların bu ilahi hitaba samimiyetle inanarak eylediklerini ve bunun sonucunda ortaya bir dünya uygarlığı çıktığını ileri sürer.

Dünya-tarihsel bir perspektiften yaklaşıldığında ilk Raşid Halifeler’den itibaren Müslümanlar topluluğunun adeta kendilerinden beklenen evrensel/kozmik misyonun bilincinde oldukları düşünülebilir. 7. yüzyılın henüz ortalarına gelindiğinde, yani çok kısa bir süre içinde, Müslüman yönetiminin politik-toplumsal örgütlenmesinin ifade biçimi olarak Halifelik; herhangi bir büyük kriz veya kopuşa yol açmadan oldukça geniş bir coğrafyada Roma ve Sasani imparatorluklarının beşeri ve kültürel mirasını devralmıştı. Nil’den Toroslar’a, Hazar’a ve Maveraünnehir’e kadar uzanan kozmopolit bir alanda Halifelik şimdi yeni bir evrenselliği temsil etmekteydi. Özellikle 8. yüzyılın ortalarından başlayarak 9. yüzyılın başlarında hızlanan nüfusun büyük kesimlerinin Müslümanlaşması olgusu Halifeliğin taşıdığı evrensellik vizyonunun somut ve maddi temelleri de bulunduğunu göstermekteydi. Aralarında çeşitli Mevali toplulukların, âlimlerin ve Şii grupların da bulunduğu geniş bir koalisyon tarafından desteklenen Abbasi devrimleri (747-750) sonrası hilafet merkezinin, eski Sasani başkenti Tizpon’a çok yakın bir yerde Dicle kenarında kurulan Bağdat’a taşınmasıyla birlikte bu yeni evrensellik ve kozmopolit kardeşlik anlayışı daha da gözle görülür bir hale büründü. Bağdat dairevi bir şehirdi, bu yönüyle kozmik döngüselliği sembolize ediyordu; ve ‘dünyanın ekseni’ kabul edilerek Medinetü’s-Selam (Barış, Esenlik Şehri) olarak anılıyordu. Böylece Büyük İskender ile başlayan yaklaşık bin yıllık bir tarihsel süreç gerçekleşmiş oluyordu:

“Doğu’nun en büyük isimlerinden Makedonyalı İskender (İ.Ö. 356-323) Doğu ile Batı’yı kendi emperyal kişiliğinde birleştirmeye çalıştı; başaramadı, ancak başarısız olurken bile siyasi evrenselciliğin bir sembolü oldu. Kendisinden bin yıl sonra İskender’in hayali, cihanşümul İslam uygarlığı ile gerçekleşti. Pers, Romalı, Helen, Hint, İbrahimi; geç antik dönemin bütün düşünsel, kültürel ve siyasi akımları Abbasi Halifeliği’nin (749-1258) geniş hükümranlığı altında tekrar canlandı, birbirine karışarak bir terkip haline geldi. Bu süreç İ.S. 1000 yılı sonlarında İbn Sina (980-1037), İhvan-ı Safa (10. yy) ve Bağdat’ın yüksek edebi-teolojik kültürü ile doruk noktasına ulaştı.”[1]

Fotoğraf: Dziana Hasanbekava

Birinci Binyıl’ın [2] sonları aynı zamanda eşsiz bir entelektüel/bilimsel canlanma ve filizlenmenin yaşandığı bir döneme tekabül eder. Geç Antik Çağların belki en etkileyici ve kalıcı entelektüel-kültürel harmanlanması 10.-12. yüzyıllar arasında İslamileşmiş (Islamicate) Ökümen’in birbirinden farklı şehir ve havzalarında yaşandı. Bağdat, Kahire, Palermo ve Kurtuba bu merkezlerden sadece birkaçıydılar.

Entelektüel tarih, evrensel bir tarih-yazımının en önemli ve zengin boyutlarından birini teşkil eder. Buna karşılık çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Daha ziyade ayrıksı, müstakil düşünce tarihleri yazımı bu alana hâkim olmuştur. Oysa bir düşünce hareketi, entelektüel çaba veya bilimsel üretim ancak içinde geliştiği toplumsal-kültürel bağlam çerçevesinde anlaşılabilir. Bu durum, özellikle daha uzun süreli ve daha geniş coğrafyaları etkileyen, biçimlendiren zihinsel üretim süreçleri için vazgeçilmez bir önem taşır.

Uzun insanlık tarihi içerisinde İsa’dan sonraki Birinci Binyıl böyle bir dönemi işaret eder. Bu dönem dünyamızın bugün de sahip olduğu büyük entelektüel ve dinsel geleneklerin kayda geçirildiği ve yüzyıllar boyunca canlı bir biçimde yorumlandığı, sonra yeniden yorumlandığı, adeta ilmek ilmek işlendiği bir dönem olmuştur. Vahyin tamamlanmasından kısa bir süre sonra Müslümanlar da gerek kendi aralarında gerekse diğer topluluklarla canlı bir etkileşime geçerek bu faaliyete katıldılar. Bu süreçte en dikkat çekici nokta, bu yeni dinin inananlarının kendilerini geçmişin binlerce yıllık birikimini taşıyacak, ondan yararlanıp onu ‘doğru’ bir formda tekrar insanlığın hizmetine sunacak bir konumda görmüş olmalarıydı. İlk Müslümanların çoğu kendilerine gelen Söz ile bu muazzam insani miras arasında herhangi bir çelişki ya da çatışma algılamadı. Bunun için kendilerini sadece büyük insanlık ailesinin bir parçası olarak görmeleri yeterliydi. Nitekim Kur’an pek çok ayette açıkça bütün insanlara hitap ediyor, yine birçok yerde insanlığın geçmişteki iyi-kötü deneyimlerine atıfta bulunuyordu. Müslümanların kişisel veya topluluk düzeyinde tecrübe ettikleri bu kozmopolit alımlama (reception) Halifelik yönetiminin emperyal ideal ve ihtiyaçlarıyla bir araya geldiğinde, (İ.S.) yaklaşık 1000 yılı civarlarında, tarihin en geniş kapsamlı ve küresel harmanlanmalarından biri gerçekleşmekteydi. Sonuçta insanlığın çok çeşitli ihtiyaç ve özlemlerine yanıtlar içeren pek çok türden yeni terkipler, özgün sentezler (Aufhebung) üretildi. Elbette bu süreç sorunsuz değildi, her aşamasında yeni problemlere, yeni tartışma alanlarına kapı açmaktaydı. Ancak bununla birlikte her şeye rağmen dinamik ve adanmış bir topluluğun mevcudiyeti, kendileriyle beraber yanlarında yaşayan bir varlık olarak hem Kutsal Metin’le hem de başka kültürlerle diyalog ve etkileşimin devamını garanti etti.

“İslam’ın bir medeniyet haline gelmesinde bu tür [farklı] kültür alanlarına verilen destek merkezi önemde olmakla birlikte aynı zamanda ortada bu evrensel müfredatı –astronomiden tıbba, gramerden Peygamberin hadislerine kadar her şeyi– tek bir bilgi çerçevesinin içinde toplamak gibi bir meydan okuma vardı. Farklı bilgi türleri hiyerarşik olarak mı değerlendirilip bir düzene sokulmalıydı, öyleyse bu nasıl yapılmalıydı? İslam’ın serüveninde hangileri daha önemliydi? (…) Ayrıca İslam’ın hâkimiyeti altındaki topraklarda Müslümanlarla birlikte her birinin ayrı bir dini aidiyeti olan Yahudiler, Hristiyanlar ve Zerdüştlerin de yaşadığını akıldan çıkarmamak gerekiyordu. Bu dönemde Darülislam her türden ilim ve fikir adamına ev sahipliği yapıyordu: felsefeciler, fıkıhçılar, gramerciler, edebiyatçılar, yöneticiler ve hanedan maiyeti. Darülislam’ın kapsadığı coğrafi ve sosyokültürel alana bağlı olarak Müslümanların Tanrı düşüncesi ve varoluşun hakikati hakkındaki yaklaşımları daha egzoterikten tamamen ezoteriğe kadar sayısız bilgi yaklaşımıyla zenginleşmekteydi.”[3]

Bilginin insanla olan evrensel serüvenine dair resmin tamamlanması adına bir noktanın daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Yukarıda temel dinamiklerini paylaşmaya çalıştığım 9.-12. yüzyıllar arasında Ökümen düzeyinde gözlemlenen bilgi-merkezli entelektüel hareketler, bilginin Avrupalı beyaz adamın tekelinde küresel politikayı ve moderniteyi biçimlendiren bir güç silahına (‘Knowledge is Power!’) dönüşmeden evvel son defa yoğuruluşu, son büyük Aufhebung’uydu. Bu Almanca kelime ‘tez’ ile ‘anti-tez’ arasındaki çelişkileri ortadan kaldırarak onları çözümleyen ve nihayet ortaya yeni ve özgün bir terkip çıkararak bilginin işlenmesini bir derece daha yükselten sürece işaret etmektedir. Böylelikle birikimsel bir diyalektikten bahsedebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca bilgi ve tekniğin paylaşımı, ortak kullanımı, tekrar tekrar işlenerek yeni ve daha ‘yüksek’ (‘ileri’ değil!) seviyelere taşınması hep bu yolla olmuştur.

Geniş Ökümen’in çeşitli kültürel havzalarında bu dönemde gerçekleşen büyük Entelektüel Harmanlanma bulunulan coğrafyanın beşeri unsurlarına, kültürel formlarına ve yaşanan karşılaşmaların zenginliğine bağlı olarak bazen birbirinden oldukça farklılaşan terkiplerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Örneğin Bağdat ve civarında ortaya konulan zihni üretim, hem Mağrib’tekinden hem de Delhi veya Quanzhou’dakinden (Zeytun, Çin) farklı olabilmekteydi. Hepsinin ortak karakteristiği ise yeni Binyıl’ın, yani (İ.S.) İkinci Binyıl’ın düşünsel ve manevi-spritüal çerçevesini biçimlendirmeleriydi. Bugün dahi etkileri sürmekte olan kolonyalist Avrupa modernite projesinin yerküre üzerinde bıraktığı derin tahribatı göz önüne aldığımızda bin yıl önce yaşanmış olan bu muazzam Aufhebung’tan öğreneceğimiz çok şey olduğunu fark edebiliriz. Bu noktada yapılması gereken en önemli ve acil şey ise belki bu farkındalık ile birlikte yeni bir Evrensel Tarih bilinci eşliğinde farklı ve çoğulluğa açık bir Evrensellik deneyimi imkânını insanlığa sunabilmektir.


[1] Matthew Melvin-Koushki, “Erken Modern İslam İmparatorlukları: Dini-Siyasi Meşruiyetin Yeni Biçimleri”, Wiley Blackwell İslam Tarihi, ed. Armando Salvatore, Roberto Tottoli ve Babak Rahimi, çev. İsmail Hakkı Yılmaz, Vakıfbank Kültür Yayınları, 2022 [2018], ss. 383-411; alıntı s. 383’ten.

[2] Garth Fowden’in (Before and After Muhammad, 2014) yeni bir tarihsel dönemlendirme olarak önerdiği İsa Mesih ve Augustus’tan İbn Sina’ya kadar uzanan Birinci Binyıl’ı, ben, bu makalede tartışacağım nedenlerden dolayı yaklaşık bir yüzyıl daha, Gazali’yi (ö. 1111) de içerecek şekilde uzatıyorum.  

[3] Paul L. Heck, “İhtilaflı Alanlar, Bilginin Hareketi ve Bilimsel Anlayışın Gelişmesi”, Wiley Blackwell İslam Tarihi, ed. Armando Salvatore, Roberto Tottoli ve Babak Rahimi, 181-201, alıntı için bkz. s. 181.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir