Alim Arlı: “Yükseköğretim tarihte görülmediği kadar ideolojik, teknolojik ve politik belirlenimlerin yoğun rekabet içine girdiği bir saha görünümünde.”
Bisav Blog’da, “4 soru 4 cevap” başlıklı söyleşilerimize devam ediyoruz. Yeni eğitim-öğretim sezonuna başladığımız şu günlerde, bu defa yükseköğretim konusuna odaklanmaya karar verdik.
Bu söyleşimizde, yükseköğretim alanında yıllardır çalışmalarını sürdüren ve bu konuda derin bir bilgi birikimine sahip olan Doç. Dr. Alim Arlı ile gerçekleştirdiğimiz sohbeti sizlere sunuyoruz. Arlı, Küre Yayınları’ndan çıkan yükseköğretim temalı kitap serisinin editörlüğünü yapmış, akademik çalışmalarıyla eğitim sosyolojisi alanına önemli katkılarda bulunmuş bir isim. Şu anda Marmara Üniversitesi’nde yürüttüğü TÜBİTAK projesi ile de bu alandaki çalışmalarına hız kesmeden devam ediyor.
Ahmet Okumuş, Arlı ile yükseköğretimin bugünkü durumu, karşılaşılan sorunlar ve gelecekte bu alanda bizi nelerin beklediği üzerine konuştu. Arlı, alanda edindiği tecrübeleri, eğitim sistemimizde gördüğü eksiklikleri ve çözüm önerilerini bizlerle paylaşıyor. Ayrıca, yükseköğretim ve toplumsal yapılar arasındaki ilişkiden ve eğitimde nitelik artışı için atılması gereken adımlardan bahsediyor.
Söyleşi, yükseköğretimle ilgili güncel tartışmalara ilgi duyan herkes için önemli bir müzakere imkanı sunuyor. Verimli bir okuma deneyimi dileriz!
Dünyada eğitimin amaçlarıyla ilgili değişen önceliklerden söz edebilir miyiz? Buna bağlı olarak özellikle yükseköğretimde ortaya çıkan yeni eğilimler nelerdir?
Bu kapsamlı soruyu tüketebilmenin imkânı yok. Ancak yine de bazı kaba fırça darbeleriyle çeşitli hususlara işaret edilebilir. Eğitimin amaçları tarihin farklı dönemlerinde kapsamlı değişimler geçirmiştir. Bununla birlikte temeldeki amacın büyük ölçüde aynı kaldığı da iddia edilebilir: İnsanların belirli alanlarda yetkin varlıklar olarak donatılacağı bir formasyondan geçmesi. Bu temel amaca ulaşmak için her dönemin felsefi kabulleri, insan anlayışları, teknolojileri, pedagojik öncelikleri çerçevesinde çeşitli araçlara başvurulur. İçinde yaşadığımız dönem de birçok bakımdan devrimsel gelişmelere gebe ve durum genel olarak eğitimin, özel olarak ise yükseköğretimin amaçlarını ve hedeflerini de derinden etkileyecek mahiyette.
Dijitalleşme süreçleri ve dijital bağlamdaki gelecek gereksinimleri eğitimi halen her seviyede etkiliyor. Bu etkinin neticeleri henüz tüm potansiyelleri itibariyle ortaya çıkmış değil. Yapay zekâdaki gelişmeler ve dijitalleşmenin geometrik bir şekilde katlanan hızını takip edebilmek de kolay değil. Yükseköğretim 18. ve 19. yüzyıllar boyunca sınırlı sayıda (%1-3) gencin erişebildiği oldukça lüks bir imkandı. Erken sanayileşme döneminde yükseköğretimin amacı da profesyonel mesleklere mütehassıs, toplumsal yaşama seçkinler ve bilimsel disiplinlere uzman olarak katılacak az sayıdaki insanı yetiştirmekti. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde sanayi toplumlarının refah ekonomisi inşa etme gayesiyle uyumlu şekilde yükseköğretim daha geniş kitlelerin erişimine açıldı. Üniversite sayılarında, özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde, büyük atılımlar oldu.
Yükseköğretimin az önce belirttiğim amaçlarının yanı sıra bilinçli yurttaşlık, toplumsal kesimlerin geniş ölçeklerde eğitilmesi ve geleneksel seçkin mesleklerin (tıp, ilahiyat ve hukuk) yanı sıra diğer mesleklerin de bilimsel standartlara uygun şekilde yeniden şekillendirilmesi gibi yeni amaçları ortaya çıktı. 1990’lardan günümüze ise az önce ifade ettiğim internet, yapay zekâ ve dijitalleşme odaklı bilgi toplumuna geçiş idealinin yaygınlaşması yükseköğretimi birçok açıdan yeniden tanımlıyor. Modernliğin ifade ettiğim fazlarının her birinde, yükseköğretimin amaçlarının sırasıyla ve bir sonrakini içerecek şekilde disiplin, denetim ve gözetim toplumları inşa etmek gibi makro yapısal eğilimler de dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekiyor. Burada farklı fazlar özelinde bire bir benzeşmeden bahsedilemez. Ancak farklı devirler arasında belirli bir etkileşim olması yapısal eşmantıklar gereği kaçınılmaz.
Şöylece özetlemek gerekirse günümüz yükseköğretimi, kuruma evrensel erişim çağında, tarihin en büyük deneylerinden birinin merkezi kurumu haline geldi. Bu deney, geniş toplumsal ve siyasal çelişkiler içindeki günümüz dünyasında mevcut kültürel çeşitliliği içermek ve bunların kendilerini yeniden üretecekleri imkanları çoğulcu epistemolojiler içinde sağlamak. Yükseköğretim dünyası, halen, kültürel modernliğin mevcut çok yönlü krizleri içinde akıl idealine bağlı kalarak kültürel görelilik durumunun nasıl kabul edileceğine dair tartışmaların bir platformu durumunda. Artık hakem, yasa koyucu veya kural koyucu bir role sahip değil. Ancak bahsettiğim antagonizmaların tartışılabileceği birkaç kurum içinde en önde geleni.
Bu duruma eşlik eden mevcut teknolojik yenilikler ise eğitimin amaçları konusunda bir zamanların yeni hümanistlerinin ve modernlerinin ütopik kötümserliklerini besler nitelikte. Çünkü bir dijital faşizm çağı ve dijitalleşmeden beslenen muhtemel bir baskıcı küresel synoptikon rejimi ihtimal olarak ortada duruyor. Herhalde mevcut durum en çok teknolojik deterministlerin ütopyalarına can verdi. Küreselleşmenin ve teknolojideki yeniliklerin verdiği ivme ile dünyanın farklı bölgelerinde teknolojik determinizm düşüncesinde belirli bir ölçüde güçlenme eğilimi gözlemliyorum. Ütopyaların olumlu ve olumsuz yönleri var elbette. Özellikle uluslar arasındaki güç yarışında yükseköğretime biçilen görevde bu çelişkiler iç içe geçiyor ve karmaşıklaşıyor. Küresel açıklık politikaları dünyayla benzeşmeye imkân sağlarken, ulusal çıkar tanımları farklılaşmayı gerektirebiliyor. Yükseköğretim bu bakımdan tarihte görülmediği kadar ideolojik, teknolojik ve politik belirlenimlerin yoğun rekabet içine girdiği bir saha görünümünde. Yükseköğretimin toplumlardan, devletlerden ve piyasalardan gelen bu kadar fazla ve birbiriyle çelişen talepleri nereye kadar “yönetebileceği” ve bu durumu nereye kadar taşıyabileceği de esas büyük soru.
“Yükseköğretime erişimde kitlesel ve evrensel kabul politikası dinamikleri küresel olarak farklı toplumları iç içe geçmeye zorluyor.”
Genel geçer eğilimlere rağmen bölgesel ya da ulusal ölçekte farklılaşmalar var mı? Mesela dünyada pek çok alanda rekabet halinde olduğunu gözlediğimiz ülkeler, özellikle büyük ve yükselen güçler, eğitim söz konusu olunca aynı öncelik ve hedeflere mi yöneliyorlar? Eğitim alanında bir büyük küresel yakınsamadan bahsedebilir miyiz? Yoksa esaslı ayrılıklar var mı?
Bu da yine önemli ve cevabı çok zor bir soru. Öncelikle öne süreceğiniz iddiayı ampirik olarak kanıtlayabileceğiniz karinelere sahip olmanız gerekli. Yakın dönemli bazı araştırmalar yükseköğretimde küresel ölçekte yakınsama dinamiklerinin çalıştığını gösteriyor. Modern bilimlerin ve disiplinlerin üniversiteler yoluyla küresel yayılımı neredeyse tamamlandı. Yakınsamanın birincil kaynağı küresel seviyede zihinsel eşzamanlılık yaratan bu durum. Diğer yönü ise yükseköğretim uzmanlarının kurumsal eşbiçimlilik dediği süreç. Yükseköğretim kurumlarını organizasyonlar olarak incelediğimizde büyük bir küresel benzeşme dinamiğinin çalıştığı görülüyor. Bunlar yükseköğretimin makro yapısal süreçleri ve önemli ölçüde küresel karakteristiklere sahip.
Sorunuzun diğer yönünü, yani divergence’ı, farklılığı cevaplamak ise daha zor. Yukarıda da ifade ettiğim gibi uluslar arasında büyük bir güç yarışı var. Bilim ve teknolojik kapasite üretimi bu yarışın merkezinde. Yükseköğretim kurumları ise bilimin ve teknolojinin geliştirilmesi için katalizör kurumlar. Ulusal çıkar konusu yükseköğretimin değerlendirilmesi en zor başlıklarından biridir. Çünkü ideolojik olarak bu kadar parçalanmış bir dünyada ulusal çıkar üzerinde uzlaşımın nasıl gerçekleşeceğinin/gerçekleştiğinin tek bir cevabı yok. Yükseköğretimin ana finansörü olan devletler bu nedenle modern üniversitenin merkezi ideali olan araştırma alanında üniversitenin tekelini ortadan kaldırdılar. Doğrudan devlet gündemine bağlı, konseyler ile idare edilen araştırma finanse eden kurumları geliştirdiler. Bu kurumlar II. Dünya Savaşı sonrası dünyada giderek büyüyen ve günümüzde de muazzam boyutlara erişen büyük araştırma ekosistemleri haline geldi. Her ne kadar üniversiteler ile sözleşmelere dayalı olarak çalışan bu sistemin bir ayağı üniversite içinde olsa da araştırma gündemini belirleme tekeli bürokrasilerde. Bu durum ilginç bir şekilde üniversite üzerindeki baskıyı bir ölçüde azaltırken, diğer yandan aydınlanmacı ve hümanist etiğin sayısız kabulünü de askıya alabiliyor. Sorunuzun cevabı bu anlamda her ikisi de. Hem yakınsama hem de farklılaşma dinamikleri aynı anda çalışabilir ve gözlemlerime göre çalışıyor da.
Son olarak şuna değinilebilir: Yükseköğretime erişimde kitlesel ve evrensel kabul politikası dinamikleri küresel olarak farklı toplumları iç içe geçmeye zorluyor. Kapitalist ekonomiler mezunlardan farklı coğrafyalarda benzer yetkinlikleri talep ediyor. Yükseköğretim dünyasındaki küresel yakınsamanın bir dinamiği de meslekler ile piyasalar arasındaki bu karşılıklı bağımlılığa denk düşüyor. Buna sosyolog Andrew Abbott şık bir kavramla bağlı ekolojiler diyor. Sosyolog Burton Clark’ın yükseköğretim sosyolojisi alanında devlet otoritesi, akademik oligarşi ve piyasa arasında kurduğu ilişki üçgenindeki roller bilgi toplumunda yeniden müzakere ediliyor. Üniversiteye tarihsel olarak büyük bir otonomi atfetme eğiliminde olan yazarlar son yarım asrı üniversitenin önce devlet sonra piyasa karşında bir mağlubiyeti gibi ifade etme eğiliminde. Ancak aslında tarihte olanın Clark’ın üçgeni içinde bir göreli otonomi olduğu ve en nihayet devlet otoritesinin her dönemde oyunu değiştirme gücü olan anlamlı bir yere sahip olduğunu gösteriyor. Üniversitenin sahip olduğu akademik özgürlükler ve idari otonomi hassas dengeler üzerinde inşa edilmiştir. Bazı ülkelerde politik sınıfın seçkinleri bu hassasiyete dikkat eder, bazılarında ise ideolojik seçicilikle dengeler bozulmuştur. Tarihten her iki durum için de sayısız misal verilebilir. Hülasa, bu dengeyi bozan en küçük hareketlerin bile büyük tarihsel sonuçları olabildiğini tarihteki çok sayıda vakadan biliyoruz. O nedenle üniversitede 1990’ların ortalarında itibaren neoliberal dönüşümle birlikte gittikçe artan şekilde akademik özgürlükler konusunda yükselen seslerin ve hassasiyetlerin sayısız tarihi referansı var.
“Eğitim alanı bitimsiz bir reform alanıdır. Daimi reform perspektifi içermeyen bir eğitim anlayışı olamaz.”
Peki ulusal ölçekte bir eğitim-öğretim planlaması hangi kıstas ve süreçleri dikkate alarak yapılandırılmalı? Türkiye’de bu işin, yani eğitimde planlama işinin bir yaz-boz tahtasını andırdığından çok şikâyet edilir. Nerede hata yapıyoruz?
Türkiye gibi geç sanayileşmiş ülkelerde beni rahatsız eden bir durum var. Eğitim söz konusu olduğunda tüm cümleler bir olumsuzlama, kınama retoriği içinde geliştiriliyor. “Her şey kötü” başlangıç varsayımı neredeyse bir amentü gibi. Eğitim alanında negativite yüklü normatif düşüncenin konuları ele alırken yarattığı sayısız menfi sonuç var. Bir sosyolog olarak bunu benim söylemem garip. Çünkü neredeyse bütün formasyonum eşitsizlikler ve toplumsal tabakalaşma dinamiklerinin analizi üzerine kurulu. Burada kast etmek istediğim husus şudur: Hiçbir sistem toplumsal ihtiyaçlardan ve taleplerden bağımsız şekillenmediği gibi, aynı zamanda eşitsizliklerden soyutlanarak da incelenemez. Türkiye’deki tartışmaların kör noktalarından biri bu tartışmaları delillendirilmiş hale getirebilecek, yükseköğretim üzerine nitelikli araştırma kapasitesinin düşüklüğü. İkincisi ise eğitim gibi büyük kamu politikasını ilgilendiren alanlarda konuşurken gerekçelerin belirli bir fikri disiplinden gelmesi gerekir. Burada da kat edilmesi gereken yollar var. Böyle olunca da farklı seviyelerde karar alıcılar için bilimsel bir gündem oluşmuyor ve uygulamalar genellikle acil pratiklerin gerektirdiği kararlar etrafında şekilleniyor. Netice itibariyle de kısa süreli rahatlamaları orta vadede sancılı tartışmalar takip ediyor. İncelikleri bol olan stratejik yönetim paradigması da düşünce ve pratik olarak maalesef çok güçlü değil. Eğitim alanı aynı zamanda toplumsal kesimlerin kendilerini belirli ölçeklerde yeniden ürettiği bir mekanizma. Burada fark yaratacak husus, farklı sınıfsal ve kültürel arkaplanlardan gelen bireylere nitelikli bir eğitimin bir kamu politikası olarak hangi ölçüde verilebildiği. Eğer eğitim sistemini katı şekilde mevcut sınıfsal sistemin kendini yeniden üreteceği imtiyazları sorgusuz sualsiz tekraren ödüllendiren bir yapı içinde tasarlarsanız mobilite azalır ve sisteme yönelik eleştiri ve memnuniyetsizlik artar. Bu açıdan belki de dünyadaki en eşitsiz yükseköğretim sistemlerinin başında ABD gelir.
Yükseköğretim az önce de ifade ettiğim gibi büyük bir kamu hizmetidir. Bu kamu hizmetinin ulusal ölçekte planlanması, düzenlenmesi, eşgüdümü ve gözetimi konuları demokratik ve bilimsel ölçülere göre olabildiğince yapıldığında sistem sürekli geri bildirimle çalışacağı için daimi bir reform perspektifi kurumsallaşabilir. Stratejik yönetim de bu bağlam içinde işlemselleşebilir. Bunu hangi ülkenin ne kadar yapabildiğini görmek için çeşitli verimlilik ölçeklerine bakmak yararlı olacaktır. Burada kast ettiğim neoliberal verimlilik söylemi değil. Egaliteryen bir perspektifle de kurumları geliştirip iyileştirecek ve farklı bireysel eğilimlerin sistem içinde belirli bir hakkaniyet formasyonu içinde gelişmesini sağlayacak neticelerin alınıp alınmadığı izlenmeli.
Günümüz kalite söylemi önemli ölçüde formalist bir çerçevede şekillenmiştir ve kanımca olumlu neticeleri çok sınırlıdır. Bunun ötesine geçmek için yükseköğretimin sistem ölçeğinde nasıl değerlendirilebileceğinin bir metodolojisinin geliştirilmesi gerekir. Sözgelimi kendi sınıfsal imtiyaz bilinci içinde yetişen çoğu seçkinci kesim Türkiye’de yükseköğretim kurumlarının sayısını çok bulmakta hatta bir kısmı çok rahat cümleler kurarak bu kurumların önemli bir kısmının kapatılmasını istemekte. Bazı kesimler ise bir şeyin “taşrada” olmasını otomatik bir “yetersizlik”, “kalitesizlik” ölçütü olarak yaftalamakta. Bir kamu hizmeti alanı bu şekilde değerlendirilmez, incelenemez, anlaşılamaz. Bütün kurumları tek bir standart içine oturtarak incelemek ve değerlendirmek teknik olarak da imkansızdır. Türkiye dünyadan kopuk bir ülke değil. Kendisini namzetleri ile birlikte değerlendirmek ve özdeğerlendirmesini de buna göre yapmak zorunda. Nüfusu 90 milyonu bulmuş, yıllık 1.5 milyon lise mezunu veren, iş piyasaları belirli ölçülerde farklılaşıp gelişmiş, meslek sistemi küresel ekonomiyle yarış içindeki bir ülkenin kaç tane yükseköğretim kurumuna sahip olması gerektiğinin hesabının nasıl yapılacağı çok zor olmasa gerektir.
Eğer Türkiye’nin küresel bilgi toplumu sisteminin parçası olmasını istiyorsanız yükseköğretime erişimi evrensel erişim kıstaslarına göre planlamak zorundasınız. Üstelik Türkiye’de çağ nüfusunun neredeyse iki katı kadar geniş tanımlı nüfus da yükseköğretim hizmeti talep ediyor. Yıllık 3.5-4 milyon kişi sıkı yarışmacı ve seçici bir sınava giriyor. Üniversite okumak isteyen 100 kişiden en az 70’ine yüz yüze nitelikli bir eğitim vermek istiyorsanız mevcut üniversiteler bile tam kapasite halinde bunun ancak %40’ını sağlayacak bir kapasiteye sahiptir. Bu alana ilişkin bütün ifadeler kaçınılmaz olarak politik imalar ve tercihler içerir. Ancak bir kamu hizmeti konusunda politika önerisi yapanların bunun gerekçelerini ayrıntılı şekilde ve bilimsel olarak tüm kamuya ifade etmesi beklenir. Bu durumda ya yükseköğretim hizmetine erişimi kısarak daha da sıkılaştırılmış, seçici ve yarışmacı sınavlar yoluyla geniş bir öğrenci kitlesini büyük bir stres altına sokarsınız, ki mevcut durum halen kısmen böyledir, ya da kapasiteyi belirli ve planlı bir takvimde artırmaya devam ederek bu hizmetten yararlanmayı demokratik bir hakka dönüştürürsünüz. Yükseköğretim kurumlarını üniversiteler ve kolejler yahut araştırma üniversiteleri ve uygulamalı/teknik üniversiteler olarak sınıflamak gibi konularda da aynı makro bakış açılarını kullanmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de bu süreçler belirli bir ölçüde planlı ilerlemekle birlikte yukarıdaki bahsettiğim olumsuzlamacı söylemin nüfus ölçeğiyle uyumlu bir yapının gelişmesi önünde bir engel teşkil ettiğini ifade etmek gerek. Türkiye’nin ürettiği mevcut kapasite benzer nüfusa sahip sanayileşmiş ülkelerin 40 yıl önce vardıkları aşamayı ifade ediyor. Özetlemem gerekirse, Türkiye’yi bilgi toplumu dinamiklerinde geri bıraktıracak her söylemin dikkatlice değerlendirilmesi gerekir. Bunun yolu tüm sistemi bilimsel olarak sürekli izleyecek araştırma programları geliştirmek ve tüm toplumsal kesimlerin doğru şekilde bilgilenerek süreçlerin parçası olacağı demokratik gözetime dayalı bir kamusal ahlakı birlikte inşa etmek. Spinoza’nın çok sevdiğim ifadesi bu tür sorularda hep aklımda yankılanır: İnsanların eylemlerine gülmemek, onlara ağlamamak ve onlardan nefret etmemek ama onları anlamaya çalışmak. Türkiye’nin yükseköğretim sistemini tarihi ve güncel boyutlarıyla anlayacak daha çok çabaya ihtiyaç var. Eğitim alanı bitimsiz bir reform alanıdır. Daimi reform perspektifi içermeyen bir eğitim anlayışı olamaz. Hal böyle iken olumsuzlamacı perspektiflerden önce anlamacı perspektiflere dayanmak ve tartışmalar için bilimsel analiz basamakları inşa etmek kamu hizmetlerinin verimliliğini sağlamak için de zaruridir gibime geliyor.
Türkiye’nin dikkate alması gereken iyi, verimli, başarılı modeller var mı?
Bu tür sorularda net cevaplar vermek ciddi riskler içerir. Herkesten öğrenmeye açık olmak ve kendi ihtiyaçlarıyla uyumlu şekilde sürekli bir gelişim perspektifine sahip olmak daha anlamlı görünüyor. O nedenle tekil bir örneği model olarak işaret etmek bana hep büyük hatalara kapı açar gibi gelir. Sözgelimi 1990’lardan itibaren Asya’da yükseköğretimde büyük bir gelişme dinamiği ortaya çıktı. Avrupa ve ABD gibi gelişmiş ülkelerde bu durum zaten yüzyıllara dayanıyor. Buna gözünüzü kapatamazsınız. Her yerden öğrenilecek şeyler olduğuna inanıyorum. Sözgelimi Japonya ve Güney Kore’den teknoloji transferinde, Avustralya’dan uluslararasılaşmada, Çin’den kurumsal kapasite geliştirmede öğrenilecek dersler olabilir. Hiçbir “model” içinde geliştiği tarihsel sosyolojik bağlamdan soyutlanarak anlaşılamaz ve birebir kopyalanamaz. Aslında model terimini kullanmak da oldukça risklidir. Tekil model arayışlarından ziyade kendilik sorularını terk etmeden, soylu akrabalıklar üretecek verimli etkilenmelere açık kalmayı daha sağlıklı görüyorum.