Gayrimüslim Tebaanın Kaleminden Osmanlı Tarihleri: İbranice Osmanlı Tarihleri ve Anonim Bir İbranice Kronik (1622-1624)

Paylaş:

Osmanlı tarihçiliğinin farklı değerlendirmelerini ve perspektiflerini barındıran ve fakat yeterince ve yerinde değerlendirilemeyen birincil tarihî kaynakları kısmen de olsa anlamak, anlamlandırmak ve tartışmak amacı ile başlatılan Tarih Okumaları serisinin 2014-2015 sezonu gayrimüslim Osmanlı tebaası tarafından kaleme alınan ve Osmanlı tarihini konu edinen eserlere ayrıldı. Bu serinin ilk oturumunda Türk Tarih Kurumu tarafından yayına hazırlanan Anonim Bir İbranice Kroniğine Göre 1622-1624 Yıllarında Osmanlı Devleti ve İstanbul başlıklı eser çerçevesinde İbranice kronikler ve Yahudi tarihyazıcılığı tartışıldı. İki sunumdan müteşekkil bu programda; eseri yayına hazırlayan Nuh Arslantaş, Osmanlı tarihine dair İbranice metinlerle ilgili giriş mahiyetinde genel bir sunum yaptıktan sonra Fikri Çiçek diğer Osmanlıca kroniklerle mukayese ederek eserin muhtevasını tarihi bağlam içerisinde değerlendirdi.

Arslantaş’a göre, Yahudiler iyi bir tarihi belleğe ve tarih şuuruna sahiptirler; ancak Avrupa Yahudilerinin “Haskala” adını verdikleri “Yahudi aydınlanma hareketi”ne kadar geçen dönemde çok fazla tarihi kayıt bırakmamışlardır. Yahudi tarihyazımının zayıf olmasının en önemli nedeni ise Tevrat’ın yapı itibariyle bir tarih kitabı vasfı taşıması ve halihazırda bir tarih perspektifi sunmasıdır. Bu tarih perspektifi kronolojik olarak Hz. Adem’den Hz. Nuh’a, oradan da Hz. İbrahim ve İsrail kanadına geçen bir peygamberler silsilesinin üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca Yahudilerde “Hagada” adı verilen, bayramlarda ve diğer özel günlerde okunan menkıbe veya kıssa türü risaleler halinde telif edilen anlatımlar da Yahudi tarihyazımının zayıflığının nedenlerinden biridir. Öte yandan, Yahudilerin tarih algısının temelinde, meydana gelen olayların ilahi bir plan çerçevesinde gerçekleştiği inancı vardır. Bu algıda Yahudiler, birinci plandadır. Dolayısıyla Yahudi tarihyazımının merkezinde Yahudiler olup, diğer millet ve topluluklardan çok bahsedilmez. Bilhassa sürgünden sonra Tanrı’nın kendilerini cezalandırdığını, teşuva denilen tekrar “Tanrı’ya dönme”, Tanrının tekrar yol göstermesi ve tekrar cezalandırması şeklindeki tarih algılarında hata-ceza şeklinde bir döngü mevcuttur. Yahudi tarihyazımı Tevrat’ın emirlerinden biri olan “hatırla ve gelecek nesillere aktar” anlamına  gelen “zahor” emri üzerine kuruludur ve bundan hareketle, tarihi olayların anlatımıyla gelecek nesillerin ayakta kalabilmesi ve varlıklarını sürdürebilmesi amaçlanmıştır. Fakat Yahudiler bu emri dini bir vecibe olarak algıladıkları için tarihi olayları nadiren yazıya dökmüştür. Bu hususta dikkati çeken bir başka ayrıntı da, yazıya geçirilen olayların Yahudi toplumu için son derece kritik olaylar olması ve Yahudi tarihyazımını etkilemesidir. M. Ö. 586 yılında Süleyman Mabedi’nin Babiller tarafından yıkılmasıyla başlayan süreçte, Yahudiler gittikleri bölgelerin idari yapısından ve tarih algısından etkilenmeye başlamışlardır. Bilhassa Pers tarihyazıcılığı, Pers sarayında bürokrat olarak görev yapan Yahudiler tarafından benimsenmiş, kendi tarihlerini ilgilendiren bürokratik evrak ve kaynakları kullanmışlardır.

Helenizm döneminde iki istisnai örnek vardır: Helen kültürü ile hemhal olan Josephus ve Tiberyalı Justus adında iki Yahudi tarihçi, özellikle Roma İmparatorluğu ile Yahudilerin savaşlarını anlatan hacimli kitaplar yazmışlardır. Tiberyalı Justus’un kitapları günümüze kadar ulaşamamış, fakat Josephus’un bilhassa Miladi 66-70 yıllarında meydana gelen bu savaşları anlattığı kitapları günümüze kadar ulaşmıştır. Josephus, başlangıçta Roma’ya karşı direnen bir isyancı durumundadır; ama daha sonra taraf değiştirerek Roma saflarına katılmış ve kendi dindaşlarının kaderini Romalıların gözüyle eserlerine yansıtmıştır. Arslantaş’a göre, bu iki istisnai örneğe rağmen Helen kültürünün putperest bir anlayıştan ilham alması, geniş Yahudi kitlelerinin bozulmamak için Helenizm’den hep uzak durmasına neden olmuştur. Bu kaide İslamiyet’in doğuşuna kadar devam etmektedir. Söz konusu iki yazar ancak modern dönemde Yahudilerin ilgisini çekecek ve Yahudi tarihyazımına dahil edileceklerdir. Bu farkına varma süreci, Batı kültürünün içinde evrilen ve aydınlanma dönemiyle birlikte kendi kültürünü de keşfeden Yahudi entelektüel ve tarihçiler tarafından gerçekleştirilmiştir.

 10. Yüzyılda Yahudi tarihyazımında iki çalışma mevcuttur. Bunlardan biri Abbasiler döneminde yaşayan Natan ha-Bavli adlı bir din adamına aittir; diğeri ise Yosef ben Gurion’un Sefer Yosifon ismiyle anılan eseridir. Yeşiva denilen yüksek din kurumlarında yetişen Natan ha-Bavli, eserini bu kurumların perspektifinden kaleme almıştır. Söz konusu kitap Arslantaş tarafından tercüme edilmiş ve Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmıştır. İkinci eser ise Yosef ben Gurion’un, İbn Haldun ve İbn Hazm’ın da eserlerinde kullandığı, özellikle Arapçaya çevrilmesi sebebiyle Yahudi tarihi kaynakları arasında sıkça zikredilen tarih kitabıdır. Yahudiler tarafından ilgiyle karşılanan bu eser, Sefer Yosifon ismiyle meşhur olmuştur. İtalya’da İbranice kaleme alınan eser, Zaharya isimli bir Arap Yahudisi tarafından Yemen’de Arapça’ya çevrilmiştir. Söz konusu eserin Sultan III. Ahmed koleksiyonundaki Arapça nüshasının yayımlanmasına yönelik bir başka akademisyenle ortak bir çalışma yürüten Arslantaş, eserin Osmanlı sultanlarının Yahudi tarihine dair bilgilerine katkıda bulunmuş ve sultanlar tarafından da Arapça tercümesinden okunmuş olabileceğini tahmin etmektedir.

 Ortaçağ’da Yahudi tarihyazıcılığı daha çok hukuk metinleri ve midraş denilen tarihi menkıbeler etrafında şekillenmiştir. Yahudi din adamları, tarih felsefesini ve yaşadıkları toplumsal durumlarla ilgili kaderlerini daha çok Tevrat’la ilgili yazılan tefsir kitapları ya da responsa adı verilen şeelot u-tşıvot diye bilinen, Osmanlı’daki kadı sicillerine benzetilebilecek fetvalar üzerinden ortaya koymaktadırlar. Bu esnada Ortaçağ Yahudi tarihyazıcılığında, İslam tarihyazıcılığındaki örneklerine benzer bir bibliyografya türünün pek yaygın olmasa da yükselişe geçtiği bilinmektedir. Özellikle de Sözlü Kanun adı verilen ve Talmud’ta ismi geçen din adamlarının ve kahramanların sözlü gelenek içindeki aktarımı diyebileceğimiz rivayet kültürü üzerine yapılmış çalışmalar bulunmaktadır. Arslantaş’a göre, bu türün revaç bulmasının nedenlerinden birisi, halihazırda Bağdat’ta etkili olan hadis rivayeti geleneğidir. Ayrıca söz konusu dönemde Rabbanilere alternatif olarak ortaya çıkan Irak Merkezli Karailik Hareketi’nin de bunda rolü vardır. Sadece Tevrat’ı okuyup, Sözlü Kanunu reddeden Karailerden dolayı Rabbaniler, Talmud’un önemini vurgulamak için Yahudi din adamlarının şeceresini çıkarmaya başlamışlardır. Fakat yine de, İslam tarih yazıcılığının zirve dönemlerinden biri olan Eyyübiler zamanında yaşamasına rağmen Yahudi din adamı Moşe bin Meymun, tarih araştırmalarının lüzumsuzluğuna inanmış ve tarih kitaplarına ayrılacak zamanı israf olarak nitelendirmiştir. Benzer şekilde, Osmanlı döneminde yaşayan önemli Yahudi din adamlarından Yosef Karo da, tarihi din dışı bir ilim kabul etmiş ve ilgilenilmesini günah telakki etmiştir. Bu minvalde Arslantaş, üzerinde çalıştığı kroniklerden; 15. yüzyılda Girit kökenli Yahudi din adamı ve tarihçi Eliyahu Kapsali ile 17. yüzyılda  Mısır’da yaşayan Yahudi tarihçi Yosef Sambari’nin eserlerinin mukaddimelerinde bu israf ve günah algısını eleştirerek kendi tarihi eserlerinin gerekliliğini ciddi bir biçimde savunduklarını ileri sürmektedir. Eserlerini Yahudi milletinin tarihinin ve yaşadığı acıların unutulmaması için yazıklarını belirten bu müellifler, din dışı bir ilim gibi görünen tarihle ilgili yazarken, kendi cemaatleri tarafından aforoz edilmekten ve cemaat dışı kalmaktan korktukları için oldukça dikkatli  bir dil kullanmışlardır. 

10. Yüzyıldan 16. yüzyıla kadar suskunluk dönemi yaşayan Yahudi tarihyazımı 16. yüzyıla gelindiğinde nispeten yükselişe geçmiştir. Bu yükselişin dönüm noktaları, hiç kuşkusuz, 1492 İspanya ve 1497 Portekiz sürgünleridir. Yaklaşık 250-300 bin Yahudi’nin zorla göç ettirildiği bu sürgünler, Yahudi toplumunda adeta bir travma yaratmıştır. Kuzey Afrika ve Osmanlı topraklarında himaye edilen Yahudiler, bu sürgünlerin felsefi ve dini arka planını anlamaya ve anlatmaya yönelik hacimli tarih kitapları yazmışlardır. Ayrıca Rönesans’la birlikte tarihyazımına ilginin artması Rönesans’ın hüküm sürdüğü coğrafyada yaşayan Yahudileri de etkilemiştir. Nitekim, dönemin öne çıkan Yahudi tarihçilerinden biri yukarıda bahsi geçen Eliyahu Kapsali’dir. Kapsali Seder Eliyahu Zuta: Hiburo Rabi Eliyahu Bar Elkana Kapsali, Toldot ha-‘Osmanim u-Venetsiya ve Korot ‘Am Yisrael be-Mamlahot Turkiya, Sıfarad u Venetsiya [Seder Eliyahu Zuta, Rabbi Eliyahu Elkana Kapsali’nin Rivayetleri, Osmanlı ve Venedik Tarihi, Türk ve Venedik İdaresinde Yahudiler] başlıklı bir tarih kitabı yazmıştır. Kronik, dünyanın yaratılışından Osmanlı dönemine kadar özet bir dünya tarihi anlatımının ardından Osman Gazi’den başlayarak Fatih Sultan Mehmed’e kadar olan dönemi kısa, Sultan Mehmed’den Yavuz Sultan Selim dönemine kadar gerçekleşen olayları ise detaylı bir şekilde anlatır. Arslantaş, bu eserin çok geniş bir özetini Avram Galanti’nin Türkler ve Yahudiler kitabına nazire olarak, Yahudiler ve Türkler başlığı ile yayınlamıştır.

Kapsali’nin çağdaşı bir diğer Yahudi tarihçi de İspanyol mülteci ailesine mensup hekim Yosef ha-Kohen’dir (1496–1578). Osmanlı tarihine dair Divrey ha-Yamim le-Malhey Tsarfat u le-Malhey Bet Otoman ha-Togar [Fransız Kralları ile Osmanlı Sultanları Tarihi, nşr. Şlomo Katz, Amsterdam 1733] adlı bir kitap yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini başlangıcından kendi za­manına kadar anlatan ha-Kohen, hakikî bir vak’anüvis olup hayale kapılmaksızın elde edebildiği tüm malûmatı titizlikle kaydetmiştir. Eserde, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Akdeniz muharebeleri, bilhassa Cenevizli Andrea Doria ve Türk gemilerinin İtalya sahillerine yaptığı akınlar hak­kında bol miktarda bilgi bulunmaktadır. Arslantaş, bu eserin de Osmanlı ile ilgili bölümlerini yayına hazırlamaktadır. Dünya milletleri bağlamında Osmanlı tarihine değinen bir başka Yahudi tarihçi de David ben Şlomo Gans’tır (1541-1613). Tsemah David [Davud’un Soyu] adlı iki bölümden oluşan kroniğin ilk bölümünde yaratılıştan başlayarak sürgünler öncesi ve sonrası İsrail tarihi ile bu süreçte İsrailoğulları’nı yöneten nebiler, krallar ve din adamlarının (Tanaim, Amoraim, Savoraim) kısa hayatlarını nesil nesil anlatan Gans, ikinci bölümde ise genel bir dünya tarihi kaleme almıştır. Yukarıda adı geçen Mısırlı Yosef Sambari (1640-1703) de Sefer Divrey Yosef isminde Osmanlı tarihine dair kapsamlı bir kronik kaleme almıştır. Yahudi tarihinin İslam-Türk tarihi merkeze alınarak yazıldığı kronikte tarihî malzeme, ortak merkezli devirler (çember/daire) halinde tasarlanmıştır.

Osmanlı dönemi için dikkat çeken bir diğer husus, Sabetay Sevi’nin ortaya çıkışı ve mehdilik iddialarının Yahudilerde ciddi bir hareketlenmeye sebep oluşudur ki bu, İstanbul, İzmir, Filistin ve Avrupa merkezli çok önemli yazışmaları da beraberinde getirmiştir. Sonraki dönemlerde derlenen, Sabetay Sevi’nin mehdiliği ile ilgili lehte veya aleyhte tartışmaları içeren bu yazışmaların önemli bir kısmı Sevi’nin Yahudileri ciddi bir hayal kırıklığına uğratan, Müslüman oluşuyla birlikte yok edilmiştir. Yine, Ya’kov Berav tarafından yazılan Zimrat ha-Erets adlı bir risalede de 18. yüzyılda Dimaşk valisi Süleyman Paşa (1741-1743) ile Taberiye şehri hakimi Şeyh Ömer ez-Zahir arasında patlak veren savaş anlatılmıştır. Risale isyan esnasında Yahudilerin durumunu, Şeyh Ömer perspektifinden sunmaktadır. Bir başka eser, tevârih-i Âli Osman denilebilecek, tercümesi Tülay Çulha tarafından yapılan; İbranice harflerle basımı da Arslantaş tarafından yapılacak olan anonim İbranice bir risaledir. Bu risalede, Osman Gazi’den II. Murad dönemine kadar olan Osmanlı tarihi anlatılmaktadır. Programda tartışılan İbranice kronik ise Osmanlı tebaasına mensup bir Yahudi tarafından ilk defa kaleme alınan bir eser olması hasebiyle Yahudi tarihyazımında bir istisna kabul edilebilir.

Arslantaş’ın sunumunun ardından Fikri Çiçek söz konusu anonim İbranice kroniği, üç aşamada değerlendirdi. İlkin İbranice kroniğin tarihsel bağlamına değinen Çiçek, daha sonra kroniğin ele aldığı yılları konu edinen diğer Osmanlıca kroniklerden bahsetti ve İbranice kroniği diğer Osmanlıca kroniklerle teknik, içerik ve perspektif açısından mukayese etti. Bu minvalde öncelikle, kroniğin yazıldığı 17. yüzyıl Osmanlı dünyasını çalışan hemen hemen her tarihçinin, bu dönemi bir duraklama veya çöküş dönemi değil kriz ve dönüşüm dönemi olarak görmeye başladığını dile getiren Çiçek, bu yüzyıla ait çalışmaların da kriz ve dönüşüm perspektifinde kaleme alındığını ileri sürüyor. Dönemi kriz ve dönüşüm çağının ayak sesleri şeklinde nitelendiren Çiçek’e göre dönem, Anadolu’yu kasıp kavuran Celali isyanlarının, Osmanlı’nın Habsburg (1593-1606) ve Safeviler (1578-1590) karşısında uzayan savaşlarının, değişen iklim şartlarının, sıklaşan ekonomik krizlerin ve Topkapı sarayına sıkışan siyasetin etrafında şekillenen bir dönemdir. Bilhassa bu dönemde sıkça karşılaşılan İstanbul merkezli etkili isyan hareketlerinin ilki 1589’da musâhib-vezir Rumeli Beylerbeyi Doğan Mehmed Paşa’nın katledilmesiyle sonuçlanan “Beylerbeyi Vak‘ası”dır. 1603’te Babüssaade ağası Gazanfer Ağa’nın idamıyla sonuçlanan isyan da, 17. yüzyılda sıkça karşılaşılan isyanlar döneminin ilk örneklerindendir. 17. Yüzyılın hemen başında Osmanlı Hanedanı’nın inkıraz tehlikesi atlatması ve tahta geçiş sistemindeki değişiklikler de bu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin siyasi reflekslerini değiştiren nedenlerden yalnızca birkaçıdır.

İbranice kroniğin ele aldığı 1622-24 yıllarını konu edinen mevcut diğer kaynaklara gelince, Hüseyin Tûgi, Hasan Beyzâde, Bostanzâde Yahya Efendi, İbrahim Peçevi, Kâtib Çelebi ve Naîmâ isimleri öne çıkmaktadır. Ayrıca Venedik ve İngiliz elçilik raporları, II. Osman’ın katlini anlatan yabancı dildeki risaleler ve bunların özellikleri hakkında kısaca bilgi veren Çiçek, anonim İbranice kroniğin verilerini söz konusu diğer kaynaklarla teknik, içerik ve perspektif açısından karşılaştırıyor. Buna göre, İbranice kroniğin sunduğu veriler Sultan II. Osman’dan Sultan IV. Murad’a doğru giderek daha isabetlidir ve veri sıklığı artmaktadır. İbranice kroniğin verilerinin en zayıf halkası ise Sultan II. Osman dönemidir. İbranice kroniğin kronolojik olarak veri sunum tarzı da Tûgi, Kâtib Çelebi ve de doğal olarak Naîmâ’ya benzemektedir. Tarih, ünvan ve en bilindik şahsiyetlerin bilgilerinde dahi yer yer teknik veri hataları vardır. İçerik açısından kronik, statik bir bilgi hattına sahip değildir. Kronikte ele alınan konuların yelpazesi ve hacmi tarihsel süreçle doğru orantılı bir biçimde genişlemektedir. Bilhassa anlatılar, konuların içeriği ve sıralaması Kâtib Çelebi’nin Fezlekesi’yle yer yer paralellikler arz etmektedir. Osmanlıca kroniklerle kıyaslandığında içerik olarak kroniğin en zayıf kısmını oluşturan Sultan II. Osman döneminde vuku bulan isyanın detayları İbranice kronikte pek fazla görülmemektedir. Buna rağmen Osmanlıca kroniklere nazaran daha alt düzey mevkilerdeki atamalardan bahsetmesi ve bu bilgilerin sıklığı İbranice kroniği emsallerinden ayıran bir özellik olarak göze çarpmaktadır.

Çiçek’e göre, anonim kroniğin anlatımı İstanbul’daki isyan sonrasında ortaya çıkan yağmaların ve asayiş krizinin etrafında inşa edilmiştir. Kronik, devlet mekanizmasının kilitlendiği, kurumsal süreçlerin işletilmediği ve adeta “de facto” bir fetret devri yaşayan Osmanlı toplumunu anlatan bir kurguya sahiptir. İbranice kronik, Tûgi gibi, isyanda mevzubahis olan şahsiyetlere dönük biyografik bilgiler vermese de, taşra halkının Sultan II. Osman’ın katline verdiği tepkilerin bilinmedik yönlerini sunması bakımından önemlidir. Her ne kadar diğer kroniklerde yer alan pek çok konuyu, tarih ve isimleri zaman zaman yanlış aktarsa da, İbranice kroniğin müellifi esas hikayeye sadık kalmaktadır. Kronik, Abaza Mehmet Paşa isyanından, Kırım’da han tayini sorununa; Bağdat’ın düşmesinden, Sultan II. Osman’ın hocası Hace Ömer Efendi’nin ve sürgün Haremağası el-Hac Mustafa Ağa’nın dönüşlerine kadar pek çok bilgi vermektedir. Öte yandan İbranice kronik Sultan Mustafa’nın annesi Halime Sultan’dan sıkça bahsedip, Sultan Murad’ın annesi Mahpeyker Kösem Sultan’dan hiç bahsetmemektedir. Ayrıca İbranice kronik, pek çok Osmanlıca kronik gibi sultanların bürokratik kadrosunu vermeyi de ihmal etmemektedir. Yahudilerin olaylar karşısındaki vaziyetlerine her fırsatta değinen kronik, Sultan IV. Murad’ın cülusu için Yahudilerden borç alındığını da yazmaktadır.

Kroniği diğer Osmanlıca kroniklerden farklılaştıran en önemli özellik ise perspektifidir. Müellifin Osmanlıca kroniklerden faydalandığı düşünülse de, sunduğu perspektif onlardan çok farklı bir yerde durmaktadır. Perspektif olarak statik bir seyir izlemeyen kronikte, müellifin üç halet-i ruhiyesini görmek mümkündür. Müellif,  Sultan II. Osman’a karşı olumlu ve nostaljik bakarken, Sultan I. Mustafa ve yönetimine karşı olumsuz ve endişeli, Sultan IV. Murad’a karşı ise olumlu ve umutlu bir bakış açısına sahiptir. Bununla birlikte, Osmanlıca kronikler savunma-aklanma kaygısı taşırken, İbranice kronik daha ziyade bir an evvel emniyet ve güven ortamına tekrar kavuşma isteği taşımaktadır. Osmanlıca kroniklerin, bilhassa da Tûgi’nin, saray baskınını bir fetih havası içinde anlatmasına karşın, İbranice kronik müellifi, bu baskını yağmacılık olarak sunmakta, Topkapı Sarayı’nda haremdeki kadınların haricinde her şeyin yağmalandığını iddia etmektedir. İsyancılara karşı Asâkir-i İslâm gözüyle bakan Tûgi’ye karşı müellif, isyancıları yağmacı-bozguncu ve hatta zinakâr olarak betimlemektedir. Sultan II. Osman’a karşı daha çok nesebi övgüler sunan, icraatlarını gafil, genç ve zalimlik çerçevesinde olumsuz bir biçimde değerlendiren Tûgi merkezli Osmanlıca kroniklerin aksine İbranice kronikte müellif, Sultan II. Osman’ın icraatlarını övmekte, adaletli ve asayişi temin edici yönetiminden bahsetmektedir. Öte yandan, Osmanlıca kroniklerde yusuf-cemal, Padişah-ı edhem-meşreb olarak velilik mertebesinde sunulan Sultan I. Mustafa imajı, İbranice kronikte aklını yitirmiş bir sultan şekline bürünmektedir. Son olarak denilebilir ki, Osmanlıca kroniklerin gayrimüslim cemaatleri göz ardı etmesi gibi, İbranice kronikte de Müslümanlar ve Hristiyanlar göz ardı edilmiş, Yahudilerin kendi menfaatleri merkeze alınmıştır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir