Türk Sosyolojisinde Pierre Bourdieu
“Türkiye’de Çağdaş Sosyolojik Yönelimler Toplantı Dizisi”nin dokuzuncu programında, Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Nazlı Ökten Gülsoy, Bourdieu sosyolojisinin temel unsurları üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Ökten Gülsoy bir kronoloji takip ederek Bourdieu’nün kitap olarak yayınlanmış çalışmalarının içeriklerinden, içerdikleri kavramsal havuzdan ve bu eserlerin Bourdieu’nün yaşamındaki yerinden bahsetti.
“1950’li yıllarda, Bourdieu’nün yetiştiği çağda nasıl bir Fransa vardı?“sorusunu soran Ökten Gülsoy, II. Dünya Savaşı sonrası koşullar içindeki muhafazakar ve katolisist bir Fransa toplumunun gündeminde Cezayir Savaşı’nın mühim bir yer işgal ettiğini vurguladı. Felsefe sahasında Sartre’ın fenomenolojiye dayanan varoluşçuluğu gündemde iken, genel anlamda felsefe ve felsefecilik entelektüel sahada baskındı. Fransa’da sosyolojinin bir disiplin olarak felsefenin gölgesinde kalmış bir durum arzettiğini belirten Ökten Gülsoy, Bourdieu’nün, varoluşçu felsefenin de etkisiyle, yapısalcılığa karşı eleştirel bir pozisyon aldığını vurguladı.
Askerlik görevini yapmak üzere gittiği Cezayir’de, Bourdieu’nün cephe hizmetlerinden alınıp basın servisine verilmesi, onun Cezayir üzerine sosyolojik araştırmalar yapmasına da imkan tanımış oldu. Ökten Gülsoy’a göre, Cezayir yılları, onun sonraki süreçte sosyolojik düşüncesinin çerçevesini çizmesi açısından oldukça önemlidir.
İlk kitabı Sociologie de l’Algérie (1958) oldukça tasviri bir eserdir ve içerdiği yöntem, sonraki kitaplarındaki metodolojisine pek benzer değildir.
Bu kitaptan sonra Bourdieu, sahada asistanları yardımıyla araştırmalar yapmaya başladı. Ökten Gülsoy’a göre, bu vesileyle Bourdieu sosyolojisinin kolektif niteliğini göz önünde tutmak gerekir. Ortak emek ürünü olan birçok eseri, çok yazarlı olarak yayınlandı. Fransa’nın askeri kapitalizminin Cezayir’e getirdiği eşitsizlikleri gözlemleyen Bourdieu, teknolojik gelişmelerin Cezayir’deki yansımalarını gördü. Abdel Malik Sayad ile beraber yazdıkları Le déracinement adlı kitapta (1964) Cezayir toplumundaki köksüzleşme meselesini ele aldı. Köylerinden kopup gelen kişilerin şehirlerde neler yaptıklarına ilişkin olan bu eser vesilesiyle Bourdieu, “nasıl oluyor da insanların alışkanlıkları, bu alışkanlıkları doğuran maddi nedenlerin ortadan kalmasından sonra da devam edebiliyor” sorusunu sorar. Önceki nesillerden gelen alışkanlıkların artık işlevsiz hale gelmesi durumunda insanların ne yaptığını araştırarak, alışkanlık meselesini ele alır Bu husus, sosyolojinin en önemli meselelerinden biri olan, nesnel toplumsal yapılar ile öznel bireysel deneyimler arasındaki ilişkiyle de alakalıdır. Habituskelimesi, Aristoteles’ten beri bilinen, Mauss’un da kullandığı bir kelime iken, Bourdieu sosyolojisinde bu kelime zikredilen mesele etrafında kavramsallaşıyor.
Bourdieu, Jean-Claude Passeron ile beraber yazdığı Les héritiers (1964) adlı çalışmasıyla akademik dünyada üne kavuştu.
Bu çalışmada eğitim alanındaki eşitsizliği ele alan Bourdieu, kültürel sermayesi fazla olan bireyin öne geçtiğini gösterdi. Kültürel sermaye ile ekonomik sermaye ilişkisine yer verdi.
Kodak’ın sipariş ettiği Un Art Moyen (1965) adlı fotoğraf üzerine yazdığı kitap, Bourdieu’nün multi-disipliner bir ekiple beraber çalışmasının iyi bir örneğidir. Kültürel, ekonomik ve sosyal sermaye kavramlarının billurlaşmaya başladığı bu kitapta bugün bildiğimiz haliyle Bourdieu sosyolojisi belirdi. Burada Bourdieu toplumdan ziyade bir toplumsal uzaydan/uzamdan bahseder; bu uzay içinde faillerin birbirine göre konumlanması Bourdieu’nün ilgisi dahilindedir.
Fransa kültür bakanlığının sipariş ettiği, Alain Dardel ile beraber hazırladığı L’amour de l’Art (1966) adlı kitabında Bourdieu, müzeleri kimlerin ziyaret ettiğini inceleyerek bu kişilerin sınıfsal ve sermayesel arka planını ortaya koydu. La Reproduction adlı kitabını (Jean-Claude Passeron ile beraber, 1970) Les Héritiers ile birlikte düşünmek gerekir.
Esquisse d’une Théorie de la Pratique (1972) kitabında ise, Cezayir tecrübesini tekrar düşünen Bourdieu’nün, zaman içinde geliştirdiği kavramsal araçlar vasıtasıyla Cezayir gözlemlerini tekrar ele aldığı görülür. Ökten Gülsoy’a göre, Cezayir’de saha araştırmaları yapması, Bourdieu’yü Bourdieu yapan şeydir. Zira onun pozisyonu, daha sonra “denemecilik” diyerek eleştirdiği ve Fransa’da oldukça yaygın bir sosyolojik bilgi üretme tarzından çok farklıdır. Kitabın başlığına yansıyan “pratik duyu”, Bourdieu’ya göre, içinden geçtiğimiz ve bizim içimizden geçen toplumsal pratikler ile bizim pratiklerimizin etkileşiminden meydana gelen bir şeydir. Bu duyu, sosyolojik bilginin oluşmasında oldukça önemli bir yere sahiptir.
La Distinction (1979) adlı kitabında zamanının Fransız toplumunun bir kültürel haritasını çıkarmaya çaışan Bourdieu, toplumsal sınıflar ile toplumsal konumların eşleşmelerini tespit eder. Bu eser yine bir ekip çalışmasının ürünüdür. Bourdieu ekibiyle birlikte anket çalışmaları, gözlem, katılımcı gözlem yöntemlerini kullanmış; kitapta edebiyattan felsefeye birçok alandaki esere atıf yapmıştır. Habitus kavramını burada artık kendinden emin bir biçimde kullanan Bourdieu’nün bu çalışmada vardığı sonuçlar, önceki çalışmalarının sonuçlarıyla önemli ölçüde örtüşmektedir. Doğallık kelimesinden uzak duran Bourdieu, sosyolojik bilgi üretim inde hiçbir şeyi doğal yahut verili olarak kabul etmemektedir. Doğal olarak kabul edilen şeyin niçin doğal, makul kabul edildiğinin ve başkaları tarafından niçin saçma kabul edilebildiğinin araştırılmasının sosyolojik bir vazife olduğunu düşünür; “evrenin” olarak sunulan şeyi aslında hakimiyet ilişkilerin bir parçası olarak tanır. Fakat Ökten Gülsoy’a göre onu evrensellik karşıtı olarak niteleyemeyiz. Evrenselliği bir ortak eylemde bulunabilecek bir özellik olarak mümkün görür. Vardığı sonuçlar hakkında ise hep tereddüt halindedir. Bu yönüyle sosyolojinin deyim yerindeyse “sinir bozucu” bir bilim olduğunu düşünür.
Le Sens Pratique (1980) kitabını, onun Cezayir tecrübesini La Distinction ışığında tekrar değerlendirmesi olarak görebiliriz. Cezayir ile Fransa’yı karşılaştırmalı olarak ele alır. Questions de Sociologie (1980) çeşitli yerlerde yayımlanmış, daha vurucu nitelikte ve (olumlu anlamda) daha vülger bir üslupta yazılardan oluşmaktadır. Ce que parler veut dire (1982) ise, onun “oturup da yazdığım ilk kitap” dediği bir eserdir.
Homo Academicus’ta (1984), Fransa akademik alanının deyim yerindeyse bir röntgenini çeker. “İçinde bulunduğu bir toplumsal grubu, bu grubun bir mensubu anlayabilir mi” sorusu ile başlayan Bourdieu, refleksivite meselesini ele alır. Ona göre, kendi üzerine düşünmeyen bilim, bilimsellik iddiasında bulunmamalıdır. Bilim insanı bilimi ürettiği koşulları, kendi öncüllerini, önbilgilerini, bilimsel sonuca ulaşma aşamalarını sorgulamakla yükümlüdür.
Choses dites (1987), çeşitli yerlerde verdiği konferanslardan müteşekkildir. La Noblesse d’État (1989) adlıkitabı, devletin üst düzey bürokratlarını mezun eden eğitim kurumlarının mensupları, mezunları, müfredatı gibi meselelerle alakalı bir kitaptır.
1990’lı yıllarda, Sur La Télévision (1996) vb. gibi, daha siyasi sonuçlara ulaştığı bir dizi kitap yayınlayan Bourdieu, kamu oyunda daha ziyade 1995 yılında demiryolu işçilerinin grevlerine verdiği destekle tanındı. Bu süreçte Bourdieu, özelleştirme politikalarının toplum içindeki yıpratıcı etkilerine karşı durmaktadır.
Bilimsel sosyoloji ile kendiliğinden sosyoloji arasında çizgi çeken Bourdieu, herkesin toplum hakkında bazı kanaatler dile getirebileceğini fakat kanaatlere bilimsel niteliğini refleksivitenin verdiğini belirtiyor. Ökten Gülsoy’a göre bu ayrım, onun “denemecilik” eleştirisiyle birlikte düşünülebilir: Bourdieu, Fransız entelektüel hayatındaki “denemecileri”, onların zaten sahibi oldukları kültürel sermayeyi, herhangi bir konuda sözlerinin meşru, kıymetli, mühim olmasına yarayacak biçimde kullanmaları bakımından eleştiriyor. Bu husus, onun pozitivizmle itham edilmesine yol açmıştır.
Les Règles de l’Art (1992) adlı kitabında sanat alanının, özellikle şiir ve resim sanatının özerkleşmesini gözlemler. Sanatçı olabilmenin, sanatçılardan oluşan gruba dahil olmanın gerektirdiği davranışlar, stratejiler gibi meseleleri analiz eder. Réponses (Loïc Wacquant ile beraber, 1992) ise, Bourdieu’nün Anglo-Amerikan sosyoloji gelenekleri arasındaki yerini göstermesi açısından önemlidir.
La Misère du Monde (1993) onun iyi bir ekiple çalıştığı ve 1990’lardaki endişelerinin yansıdığı bir eserdir. Devletin koruyan ve besleyen bir elinin cimrileşirken, kontrol eden ve güç kullanan diğer elinin cömertleşmesi olgusunu analiz eder. Liberal politikaların yarattığı ağır toplumsal sonuçları ele alır.
Raisons pratiques(1994) bazı önemli konferansları içermektedir. La domination masculine(1998), feministler tarafından çokça eleştirildi. Ökten Gülsoy’a göre, onun edebiyata ne kadar düşkün olduğu, bu kitaptaki atıflarından gözlemlenebilir. Sosyolojideki denemecilik eleştirisi, onun edebi eserlerin sıkı bir takipçisi olduğunu gizlememelidir.
Les structures sociales de l’économie(2000) son büyük kitabı ve son araştırmasıdır. O ve ekibi, Fransa’nın belli bir bölgesindeki müstakil ev piyasasını incelemektedirler. Muhtelif teşvikler vasıtasıyla ev satın alanların zamansal bakımdan ödedikleri bedel (evin şehre uzaklığı, evin bakımı vb. hususlar için ayırdıkları vakit), Bourdieu’nün dikkat çektiği bir sonuçtur.
Bourdieu’nün Türkiye’de takip edilmesi konusundaki bir soru üzerine Ökten Gülsoy, onun Türkiye’de, ABD’de okunup kabul görmesinden sonra yaygınlıkla okunmaya başlandığını zikretti. Buna gerekçe olarak, lisansüstü çalışmalar yapmak üzere daha ziyade ABD’ye gidilmesini gösterirken, Bourdieu’nün dilinin zor olması ve çalışmalarının oldukça ampirik olmasını da birer etken olarak saydı.