“Başlangıçta Eylem Vardı”: İslamcılar ve Doğru Tutum Sorunu
“Siyasi toplumsal şuuru kaybetmek, bir fazilet olarak değerlendirilemez. Bugün Türkiye’de İslami camiada siyasi şuur kaybının özel bir biçimine şahit olduğumuzu düşünüyorum. Kısaca, anın resmine, hâlihazırın manzarasına kilitlenip onu ebedileştirme çabası… Şimdiyi ebedileştirme fantezisi… Bugünün fotoğrafını dondurmaya yeltenmek… Kazanımlar ya da kazanılacaklar diyerek çoktan harap olmuş mevzileri sürdürme inadı…”
Eskiden beri olan biteni ve yaşadıklarımızı anlamaya çalışırken, meselelere kuşaklar ekseninde bakmanın kolaylaştırıcı olduğunu hissetmişimdir. Hayata kuşaklar içerisinden, kuşak dinamiklerine odaklanarak bakmak… Böyle bir bakışın da kör noktaları olduğu söylenebilir belki fakat toplumların gidişini, istikametini anlamak için hakikaten de kuşak-merkezli bakışın, anlamayı kolaylaştırıcı bir tarafı vardır. Esasen Mannheim’ın “kuşaklar sosyolojisi” üzerine meşhur çalışmasından beri bu yaklaşım tarzı belirli bir ilmi disiplin içinde de geliştirilmiştir. Fakat kuşak eksenli bakmanın daha kendiliğinden, daha doğal bir yanı da var sanki; zira dünyayı, çevremizi, insani ilişkiler evrenimizi idrak etmeye başlar başlamaz, bir yanda bizden önce gelmiş olanları (büyüklerimizi), diğer yanda bizden sonra gelenleri (küçüklerimizi) görüp tanıyarak yetişiriz. Yani öyle stilize edilmiş, disiplinli bir yaklaşım olmadan çok önce bile etrafımızı böyle görmenin gayet tabiî, insani bir tarafı var zannediyorum. Önce gelenler ile sonra gelenler arasında kavrarız kendi kuşağımızı.
İşte böyle yaklaşınca, bizim kuşağımızın – ki ona birkaç yıl önce “erbain” adını verdik: kırklarında olanlar, kırklara karışanlar – geçen asrın, yani 20. asrın son çeyreğiyle, yeni asrın, yani 21. asrın ilk çeyreğini kat etmiş bir kuşak olarak temayüz ettiğini görürüz. Yetmişlerin sonlarında doğan bizler, seksenlerde henüz çocuktuk; dünyayı tam olarak idrak edemiyorduk. Doksanlarda gerçek manada okullu olduk ve okul-bazlı sosyalleşme sürecinde kendi küçük ama genişleyen dünyamızı biraz daha tanımaya başladık. İlk gençlik kavrayışlarımız ve heyecanlarımız teşekkül etti. İki binlere, yeni asra geldiğimizde artık yetişkinliğe adım atmıştık, hayata dair temel tutumlarımız belirginleşmeye başlamış, aidiyetlerimiz, birlikteliklerimiz bir doku kazanmaya, evetlerimiz hayırlarımız bir kalıba girmeye başlamıştı. Geçen son on yılda ise tabiri caizse artık iş üstündeydik. Kabaca kırk yıllık bir serüven, bir erbain serüveni…
İşte bu kırk yılı topyekûn değerlendirdiğimde ben hep yükselen bir çizgi, yükselen bir eğri içinde seyrettiğimizi düşünmüşümdür. Hem kişisel olarak hem içinde bulunduğumuz çevreler itibariyle, geçtiğimiz kırk yıl boyunca, bütün sendeleme ve meydan okumalara rağmen, yükselen bir grafik içinde bulunduk. Serpilip gelişen, çiçeklenen, inkişaf eden bir toplumsal öbekten söz ediyorum. Fakat bir süredir o grafiğin ya da eğrinin sanki iniş istikametine doğru döndüğüne dair kuvvetlenen bir hissiyatımız olduğunu söylersem, sanıyorum yadırganmayacaktır.
Ne oldu? Ne idi yaşadığımız? Önümüzdeki yıllar belki biraz da bunun muhasebesiyle geçecek. Bu muhasebeden kimse kaçamayacak. Artık çoktan ucunu göstermiş bir yazgı bu sanki. Benimkisi, şu an durduğumuz noktadan meseleye bir girizgâh denemesi olabilir ancak.
Ne oldu? Ne yaşadık?
Hakikaten de yükselen bir çizgi üzerinde duruyorduk. Doksanlar bizler ve içinde bulunduğumuz çevreler için samimi bir öğrenme ve tecrübe etme dönemiydi. Arıyor, keşfediyorduk. Toplumsal ve siyasi olarak taleplerimiz vardı. Türkiye’nin istikametine müdahale ve katkıda bulunmak istiyorduk. İki binler, bu devinimin semeresini verdiği, önceki on yılların birikimini kullanmaya başladığımız, yeni temas ve tecrübelere açıldığımız, yeni kaynak ve imkânlarla buluştuğumuz bir dönem oldu. İslami çevreler şu ya da bu alanda varlıklarını, etkinliklerini çoğaltıp genişlettiler, cesamet kazandılar – ki mümkün ve fiili, yani gerçekleşmiş tüm ahlaki maliyetlerine rağmen bu, zengin bir tecrübe envanteri oluşturmak demektir. Özetle yükselen bir dinamik… O kadar ki, meşum 28 Şubat süreci dahi bu dinamiğe engel olamadı çünkü haklı olduğumuzu düşünüyor, bir ahlaki üstünlük duygusu taşıyorduk.
“Neredeysek, oradan devam edeceğiz”
Peki bugün aynı duyguya sahip miyiz? Yükseliş sürüyor mu? Haklı bir üstünlükten söz edebiliyor muyuz? Müspet yanıt vermek giderek zorlaşıyor. Soru, elbette kolektif vaziyetimize dönük bir soru. Şu ya da bu kişi veya kurum/çevre bundan masun olduğunu söyleyebilir. Bunda belki haklı olur, belki de vaziyetin ciddiyetini hissedemiyor, bir sorumsuzluk yanılgısında sürükleniyordur.
Ne oldu diye sormuştuk. Ben bu soruya şu özet hükümle yanıt veriyorum: başarımızın kapanına düştük. Başarımızla sınandık, kazanımlarımız bizim kapanımız oldu. Gerçekten de hayatın bazı dönemeçlerinde, kişilerin, kurumların, belki bütün bir toplumsal kesimin, başarılarının ve kendi deviniminin ördüğü tuzağa yakalandığı olur. İslami camia cesamet kazandıkça, sözü geçer oldukça ya da böyle hissettikçe, önceki on yılların açık fikirliliğini, öğrenme ve tanıma iştiyakını, öğrenerek ilerlemenin açık fikirliliğini ve daha önemlisi tercüme becerisini, yani kendini, taleplerini ve iştiyaklarını başka toplum kesimlerine tercüme becerisini yitirmeye başladı.
Bütün bu hali benim nazarımda en aşikâr kılan düşüncelerden biri, belki bir tür semptomu, şu “tarihsel parantez” düşüncesi olmuştur hep. Parantez kapanıyor, yüzyıl başında açılan parantez artık kapanıyor… Biraz da iktidar coşkusuyla ileri sürülen o parantezi kapatma, parantezin içini hükümsüz kılma iddiası… Öyle ki, hesabı verilmemiş bu düşüncenin heyecanıyla, “parantezden önce nerede kalmıştık, oradan devam edelim” demeye getirenler bile oldu. “Bu kısa parantezden önce neyi nasıl yapıyorduk, işte o sahih usullere, asli kavrayışlara dönüp oradan devam edelim” demeye getirenler… Oysa ne bir parantez vardı ne de oraya dönmek mümkündü. Neredeysek, oradan devam edecektik. Neredeysek, oradan devam edeceğiz.
Kuşak temasına dönersek; bu süreçte köprü kuşakları, köprü şahsiyetleri de yitirdik. Buradaki köprü genellikle kronolojik olarak anlaşılır. Kronolojik köprü, zamanda köprü olarak. Yani, uzun dönemleri kat eden bereketli ömürleriyle devirleri ve kuşakları birbirine bağlayan, kuşaklar arası aktarımda kılavuzluk eden şahsiyetler anlaşılır. Bense daha yatay, senkronik, sosyolojik bir köprüden söz ediyorum burada. Muhtelif toplum kesimlerini bağlayan, farklı sosyal muhitler arasında köprü oluşturan şahsiyetler. Bu tür insanlar her zaman toplum kesimleri arası alış-veriş, etkileşim, tercüme ve toplumsal öğrenme süreçlerinde çok önemli roller oynamış, toplumlar için kaynaştırıcı, bağdaştırıcı bir rol üstlenebilmişlerdir. Geçen on yıllarda farklı ideolojik konumlardan İslam’a yönelen şahsiyetleri düşünelim mesela: İsmet Özel, Ayşe Şasa, Ulvi Alacakaptan, Engin Deniz Akarlı ve başkaları… Bu şahsiyetlerin İslam’a yönelişi asla kişisel serüvenleriyle sınırlı kalmadı. Dil, üslup, yeni sezgi ve kavrayışlar taşıdılar. Düşünceye yeni içerikler, ifadeye yeni kalıplar, tecrübe etmek için yeni ilgilerle geldiler. Birçoğu iki manada da köprü oldular. Güzel kişiliğiyle çok farklı çevreler tarafından sevilen ve hepsinde iz bırakan Mehmet Genç’i de analım burada.
Bir zamandır böyle köprü kişilikler de etkin ya da görünür değil etrafımızda.
Hal böyle ise karşımızda zorlu bir miras ve aktarım sorunu büyüyor demektir. Bütün bu devir nasıl bir hâsıla üretecek, ne tür bir bakiye devredecek, nasıl bir miras sunacak? Üstlenmeye değer bir miras bırakılabilecek mi? Bu şimdiden bir yarın, bir gelecek çıkarabilecek miyiz?
Aslında yaşadıklarımız bazı büyük trajedilerin ışığında anlaşılmaya müsait özellikler gösteriyor. Benim aklımda Shakespeare’in Kral Lear oyunu var mesela. Hükümranlığıyla, kazanımlarıyla basireti bağlanan kralın, bir mirası, bir birikimi nasıl hiç ettiğini izleriz bu oyunda. Bir kuşak trajedisi anlatır bize bu eser. Kuşaklar arası ilişki ve iletişimin karmaşık tabiatına dair bir çözümleme sunar. Kuşaklar birbirine hürmet ya da isyan ederken, birbirini tasdik ya da tenkit ederken hangi iç içe geçmiş motivasyonlarla, hangi melez güdülerle hareket ederler? Shakespeare’in kimilerine göre bu en büyük trajedisi, bize bir kuşağın duyarlılık yitimini, empati melekesinin tükenişini, göremeyişini anlatır. Körlüğün bir laytmotif gibi işlendiği oyun, kahramanın körleşmesine dair çok etkili imgeler sunar. Ata kuşağın körleşmesine dair…
Daha oyunun başında, çözülüşün sahnesi kurulur. Kral, mirasını taksim etmek için çocuklarını bir sevgi yarışmasına çağırır:
Söyleyin bakalım, hanginiz en çok seviyor bizi?
Söyleyin ki, doğuştan gelen hakka
Liyakatini de katana uzansın en büyük ihsanımız.
Kendi eliyle dalkavukça eğilimleri kışkırtan, kendi fiiliyle tabasbusun önünü açan bir kör kibir yayılır hükümrandan. Riya, liyakatin ölçüsü olur. Üç kız kardeşin en küçükleri Cordelia – ki biraz da kül kedisi masalındaki horlanan ama vefakâr kardeşin temsilidir – böyle bir rekabete girmeyi kabul etmez, dalkavukluk yarıştırmayı reddeder. Nutku tutulur biraz da; öyle fesat bir ortam açılmıştır ki doğru ve dürüst tutum orada varlık gösteremeyecektir.
“İçe hicret seçeneğinin eleştirisi kendi başına bir literatür haline gelmiştir bugün”
Biz de böyle bir sahne izledik sanıyorum. Gözlerimizin önünde bir kuşağın duyarlılık yitimini, yanlışta ısrarını, ortak akıl ya da bir mâkuliyet ekseni oluşturup çürümeye dur demek yerine, fotoğrafta yer almak isteyişini… Sağduyu ve mâkuliyeti özellikle vurguluyorum zira yerine göre sağduyuyu korumak kendi başına bir direniş sayılır. Orwell’in sözünü hatırlayalım: “Özgürlük iki kere iki dört eder diyebilmektir. Bunu yaparsan gerisi gelir.”
Peki, vaziyeti bu şekilde görmek mümkünse doğru tutum ne olabilir?
Akla ilk gelen tavırlardan biri sahneden çekilmek olabilir. Kendine dönmek, içe dönmek, kendi gizli, küçük ama değerli bahçesini sulamak, kendi çiçeğini yetiştirmek… Manzara kaldırılabilir gibi değilse şayet, bir iç hicrete yönelmek, içe hicret etmek… Bu sayede, her şeye rağmen kendi iç hazinesini parlatmak, kendi duyarlılıklarını bilemek, mümkünse manen derinleşip ahlaken yetkinleşmek… Gerçekten de öyle devirler olur ki, bu tür bir çekiliş yegâne anlamlı, verimli insani tutum olarak değerlendirilebilir. Fitne ateşi kızıştığında sükûnete çekilmek ehven görülebilir. Tarihte bunun çeşitli örneklerini buluyoruz. Mesela Avrupa’yı otuzların karanlığına götüren ortamda ya da Çin’de kültür devrimi sırasında bir kısım insan böyle bir iç göçü tek çare olarak benimsemişlerdir. Olan bitenin bir parçası olmamak, yaşananlara şahit olmamak için bazıları kendi iç dünyalarına çekilmiş, bazıları ise fiziki olarak da göç ederek metropolden uzaklaşmış, ülkelerinin ücra yörelerine çekilmişlerdir. Daha eski bir devirde, Gazâlî’nin kendi iç buhranlarını gerekçe göstererek hilafet merkezi Bağdat’ın gergin siyasi ortamını terk etmesi; Osmanlı’nın son devrinde “hükümetten müteneffir” kimi kalem erbabının (Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçın, Hüseyin Kazım Kadri), olursa ülke dışına, olmazsa ülke içinde hicret arayışları da bu meyanda zikredilebilir.
Bu tür yönelimler elbette daha sonra derinleşen bazı tartışmalara neden olmuşlardır. Bu sahici bir tutum muydu, yoksa bir mazeret miydi? Haklı bir tercih miydi, yoksa sonradan üretilmiş bir meşrulaştırma yolu muydu? Doğru bir seçenek miydi, yoksa iş işten geçtikten sonra kullanılan bir bahane miydi? Tutumlarını böyle bir iç hicret olarak izah edenler etrafında bu tür soruşturmalar sürüp gitmiştir. Hatta kimi örneklerde, ebeveynlerinin yaptıklarını yıllar sonra beklenmedik kimi karşılaşmalar, tatsız bazı sürprizlerle öğrenen genç kuşaklar, bir daha barışamayacakları kopuşlara sürüklenmişlerdir. Travmatik keşifler onarılması güç yarılmalar oluşturmuş, bir otorite krizi doğurarak üst kuşakların emsal kuşak olma vasıflarını yitirmelerine neden olabilmiştir. İçe hicret seçeneğinin eleştirisi kendi başına bir literatür haline gelmiştir bugün.
Yine de bazı radikal bağlamlarda bunun anlaşılabilir bir tavır, meşru bir seçenek olduğunu söylemek hakkaniyete uygun düşecektir. İçe dönmek, iç hicret, makul ve meşru sayılabilir. Çürüyüşten uzaklaşmak, kendini kendi tekamülüne vakfetmek… Hatta bir tür pedagojik ada oluşturup oraya kapanmak…
“Siyasi istiğna en kaba siyasetler karşısında duyarsız kalabilmenin hem sebebi hem gerekçesi olabilir bazen”
Diğer taraftan, çoğu durumda bu yöneliş, bu kadar masum bir içerik, böyle kabul edilebilir saikler taşımaz. Özellikle de fikirle, sanatla, düşünceyle meşgul insan ve çevrelerde içe dönüklüğün, içeriyle meşgul olmanın başka bir tezahür biçimi daha vardır: salt kültürcülük iddiası, saf bir estetizm arayışı, bazı düşünürlerin tabiriyle “güzelliğin boş mekânına kaçmak”, metafiziğin derinliklerinde temaşaya dalmak… Oralarda gerçek bir cezbe, bir esrime kaynağı, bir sahih varoluş aramak… Bunu yaparken de, asıl önemli olanla, derin olanla meşgul ve ona gark olduğunu iddia ederek, gözünü etrafta olan bitene kapamak… Burada aslında konformizmin, uyumculuğun, temel kalıplarından birini buluruz. Asıl önemli olana, derinlikli olana hasredilmiş bakışlar, yanı başlarındaki çürümeyi göremez hale gelirler. Fesadı görmemek üzere terbiye edilmiş bakışlar çıkar ortaya. Mesela bir dönemin Almanya’sında muhafazakâr kültür seçkinleri arasında karşılaşırız bununla. “Biz asıl Almanya ile meşgulüz, Almanya’nın gerçek ruhuyla ilgiliyiz, onun için çalışıyoruz” diyenlerdir bunlar. Müziğin Almanya’sı, kültürün Almanya’sı, metafiziğin Almanya’sı… Mesela büyük yazar Thomas Mann, ilk savaşın sonunda Siyasi Olmayan Bir Adamın Düşünceleri başlıklı uzun bir deneme kitabı yayınlar. Kapsamlı bir muhasebedir bu. Siyasi ve toplumsal bahislere bir miktar tahfif ile yaklaşan yazar, Almanya müziktir, kültürdür, ruhtur der. Ama aynı Thomas Mann hayatının sonlarında bu sefer Dr. Faustus’u yazar. Yeni bir muhasebeye girişmiş fakat bu kez bütün meseleyi Faust paradigması içinde incelemek durumunda kalmıştır. Faust paradigması, yani yalın kültüralizmin, saf düşünce idealinin melankolisi ve trajedisi… Faust’un (Goethe) meşhur başlangıç monoloğunu hatırlayalım:
İşte, ah! Felsefe,
Hukuk ve tıp,
ve ne yazık ki bir de ilahiyat
okudum ateşli bir gayretle.
Ama zavallı bir acemiyim yine de,
Eskisinden fazla bilgim yok neticede!
Üstat, hatta doktor diyorlar bana
…
Buna karşın tüm sevincimi de yitirdim,
İnanmıyorum doğruluğuna bilgilerimin,
Böbürlenmiyorum, bir şey öğretebilirim diye,
İnanmıyorum insanları iyiye, doğruya yöneltebileceğime.
…
Sıyrılıp tüm bilgi dumanından, şebnemlerinde yıkanarak kavuşsam sağlığıma…
Malum, bunun devamında bir noktada Faust kutsal kitabı açıp “başlangıçta söz vardı” şeklindeki ilk ayeti tercümeye giriştiğinde, bu yaygın meali beğenmez, benimseyemez ve “başlangıçta akıl vardı,” yahut “başlangıçta güç vardı” gibi seçenekleri tarttıktan sonra “ve yazıyorum huzurla,” der, “başlangıçta eylem vardı.”
Naif kültürcü, estet tutumlar, Faustvari bir tehlike ve soruşturmadan kaçamazlar. Aklı ve ruhu toplum ve siyasetten korumak isterken, en kaba siyasetlere ram olabilirler. Siyasi istiğna en kaba siyasetler karşısında duyarsız kalabilmenin hem sebebi hem gerekçesi olabilir bazen.
Aynı istiğna tavrının, kimi zaman dini-manevi iştiyakların kisvesine büründüğü de olur. Dini-manevi şevkler, kamaşmalar, kabarmalar nedeniyle de körleştiği olur insanların. Yanı başındaki, gün ışığındaki açık haksızlığa dini örtmeceler ile yaklaşıp onu silikleştiren, görünmez kılan tutumlar… Faziletfüruş konformizm diyorum buna. Faziletfüruş uyumlar içinde yaşayan insanlar çıkar karşımıza. İşte bu, dinin bir kara deliğe dönüştüğü alandır. Bir kara delik olarak inanç… Her menfiyi, her yanlışı içine gömdüğümüz, orada görülmez duyulmaz kıldığımız bir kara delik… Bir görme yolu, ayıklık uyanıklık kaynağı, basiret için bir dayanak olması gereken inanç görmeyişin mazereti olur.
“Görmek için bilim ve sanata odaklanırız biz, körlük için değil”
Bugün İslami camiada tüm bu tutumların iç içe geçmiş örneklerini görebildiğimizi söylemek zannediyorum yanlış olmaz:
1) Katışıksız kültür vehmi
2) Faziletfüruş uyumculuk
3) Siyasi istiğnanın siyaseten garantili biçimleri (siyasi toplumsal sorumsuzluk)
Bunun doğru bir gidiş olduğunu iddia etmek zor. Kimseyi yaklaşan hesaplaşmadan kurtarmayacak, kimseyi yalıtmayacak bunlar. Siyasi toplumsal şuuru kaybetmek, bir fazilet olarak değerlendirilemez. Bugün Türkiye’de İslami camiada siyasi şuur kaybının özel bir biçimine şahit olduğumuzu düşünüyorum. Kısaca, anın resmine, hâlihazırın manzarasına kilitlenip onu ebedileştirme çabası… Şimdiyi ebedileştirme fantezisi… Bugünün fotoğrafını dondurmaya yeltenmek… Kazanımlar ya da kazanılacaklar diyerek çoktan harap olmuş mevzileri sürdürme inadı… İşte bu gidiş, İslami kesimi kaçınılmaz geleceğe daha arızalı, daha hazırlıksız bir halde sürüklemekte. O geleceği beyhude yere ötelemek, geleceği geciktirmek istemek, geldiği zaman daha sert gelmesine sebep olacaktır. Ne kadar geç gelirse, o kadar sert gelecek.
Bu öyle bir gidiş ki zamanla İslami camianın toplumsal ve siyasi olarak hesaba katılmaya değer bir kesim olma vasfı için ciddi kusur oluşturabilir. İslamcılar küçük bir demografidir ama büyük bir demografiye yaslanabilecek bir tarihi ve toplumsal derinliğe sahiptir. Bu ülkenin tarihi ve insan dokusu İslami kesime böyle bir imkân vermiştir evet. Fakat bu bir hazırlopçuluk haline gelirse, bu imkân suistimal edilirse, İslami kesim kendi küçük demografisine doğru büzüşür. Türkiye’yi taşıma iddiasındaydı bu kesim – Türkiye’yi ve meselelerini… Esasen demografik olarak geniş olmayan ama geniş bir demografiye seslenebilen bu topluluk, kendi özniteliklerini kaybederse, bu imkânın bir anlamı kalmaz.
Doğru tutum sorusunu gündeme getirmiştik…
Vakıf çatısı altında yaptığım ilk iftar konuşmamda BİSAV’ın duruşunu tarif etmeye çalışırken şöyle söylemiştim: “Ben burada esasen bilginin inşasını merkeze alan uzun dönemli bir çabadan söz ettim. Fakat not etmeli ki, bilgiyi inşa çabasının ancak ekonomi-politik bir ihya ile tam bir dönüşüm sağlayabileceği; ahlaki olarak bilginin sosyal-siyasi içerimlerinin farkında olmak gerektiği … başından beri vakfın çalışmalarında temel önermelerden biri olageldi.” 2015 yılındaki bu beyanın bugün de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bilim ve Sanat Vakfı, bilgi sorununu merkeze almış, bir düşünce geleneği inşa etmeyi gaye edinmiştir ama bunun sosyal-siyasi içerimlerini göz ardı etmez. Böyle mücmel ifade edildiğinde, doğru tutumun hala yerinde bir ifadesi gibi görünüyor bu bana. Görmek için bilim ve sanata odaklanırız biz, körlük için değil.
Bitirirken hatırlamakta fayda var; pek çok hasar alınsa da trajediler bir yatışma, bir bağdaşma, hatta bir “meğer anı” (bir uyanma anı) ile de bitebiliyorlar. Bir katarsis, iyileşme ya da arınma haliyle… Kral Lear de genç kuşaktan bir kahramanın telif edici, uzlaştırıcı sözleriyle kapanır:
Bu hazin zamanların yükünü üstlenmemiz;
Söylememiz, beklenenleri değil,
Hissettiklerimizi söylememiz gerek.
Derdin büyüğünü yaşlılarımız çekti;
Biz gençlerse,
Ne bu kadarını görürüz bir daha, ne de uzun yaşarız bunca.
Hem kuşaklar arası bağdaşma arayan hem de kendi kuşağının sahih sesini koruyan bir tavır dile geliyor burada…
Bilim ve Sanat Vakfı kuşak meselesinde iyi diyebileceğimiz bir çizgi, güzel bir örnek oluşturdu hep. Yeni enerjilerin halkaya dâhil olması ve intibakı pek çok yapıya kıyasla hayli erken ve olgun bir süreç içinde gerçekleşti. Vakfımız artık görmüş geçirmiş, feleğin çemberinden geçmiş, heybesine yeni tecrübeler eklemiş bir kurum. Hikâyesi olan bir yer Bilim ve Sanat Vakfı. Tehdit karşısında da teklif karşısında da eyvallah etmemiş bir kurum. Yarınlar için enerjisini de buradan alacak inşallah.
Bilgenin sözüyle noktalayalım o halde: durmadığın sürece, ne kadar yavaş gittiğinin bir önemi yoktur.
Not: 7 Mayıs 2021 Cuma akşamı çevirimiçi ortamda düzenlenen BİSAV Ramazan Buluşması’nda vakıf başkanımız Ahmet Okumuş’un yaptığı konuşmadır.