Hüzünden Eylem Çıkar mı?

Paylaş:

Yaşamı ve kimliği acıya indirgemek gerçek fakirleşmeden başka bir şey değildir. Yaşamda acı vardır, ama ‘yaşam acıdır ‘ demek, ‘insan acı çeken bir varlıktır’ biçiminde metafizik sıçramalar yapmak sorunu içinden çıkılmaz bir boyuta vardırmaktır.”  

Acılar bile duymadım kof yürekler önünde

İsmet Özel, Yıkılma Sakın.

Son dönemde popülizm tartışmaları ekseninde giderek genişleyen duygular sosyolojisi yazını “hased” ve “hınç” repertuarlarının altını biraz daha yoğun çizdiler. Ancak ülkemiz insanının duygu yapısında çok daha kurucu rol oynayan duygunun “hüzün” olduğunu düşünüyorum. Denilebilir ki hıncın konjonktürel, konumsal ve ilişkisel niteliği karşısında “hüzün” çok daha yapısal, kalıcılaşmış, tortulaşmış ve katmanlaşmış bir duygudur. Hınç geri çekildiğinde yine herkesi bir hüzün kaplayacaktır. O nedenle bu yazıda hüzün olgusunun hâkim iklimine biraz daha dikkat çekmek niyetindeyim. Eylem ile Hüzün arasındaki diyalektik ya da neden-sonuç ilişkileri Türk solunun kafasını daima meşgul etmiş bir meseledir. Ülkemizde her şeye damgasını vuran hüzün duygusunun derinliğini tartışmak için belki de en iyi kavram “isyan”dır. Hüzün duygusuna en uzak olması beklenen, öfke ve kızgınlığın, patlamanın ifadesi olarak görülebilecek isyan olgusuna dahi hüznün vurduğu damgayı göstermek, onun egemenliğinin boyutuna işaret etmek açısından yerinde bir tartışma olacaktır. Ancak burada sadece soldan söz etmeyeceğim; devrimcilerden, sanatçılardan, rapçilerden, popçulardan, şairlerden, romancılardan, siyasetçilerden oluşturacağım pek çok insan tipinde aynı manzara ile karşılaştığımızı, hemen hemen herkesin aynı paradigma ile iş gördüğünü göstermeye çalışacağım. Malumun ilamı ama gerekli bir ilam olacak.

Yazımın başlığını Ahmet Telli’nin bir şiirine borçluyum: Hüznün İsyan Olur (1979) adlı şiir kitabı 1970’lerin ikinci yarısında yazılmıştır. Hatta sonrasında devrimci müzik yapan gruplar bu paradigmayı benimsemişler, işçi sınıfının acılarını devrimci bir isyana dönüştürmeye çabalamışlardır. Yaşamın altında ezilmiş, dünyayı dönüştürme iradesi kırılmış halk sınıflarından devrimci kahraman yaratma çabası, sosyalist gerçekçiliğin temel motiflerine ne kadar uyumluydu, burası tartışmaya açıktır. Açık bir gerçek vardır: Türkiye solunun siyasal başkaldırısına türküler eşlik etmiştir. Türkülerin hâkim duygusu hüzün, dert, acı, kadercilik, pasifizm olduğu düşünüldüğünde, türkü ile politika arasındaki gerilimli ilişki daha net bir şekilde ortaya çıkar. Tartışılması gereken soru şudur: Türkülerin pesimist ve pasifist yazgısından iradenin iyimserliğine geçiş mümkün müdür? Başka bir ifadeyle sorarsak: “Türkü”den “marş”a giden bir yol var mıdır? Bu soruyu gereksiz bir soru olarak değerlendirip, marşların çok ideolojik, dar ve fakir, türkülerin ise çok daha zengin, derinlikli ve geniş olduğunu düşünebilirsiniz. Bu konuda çok da haksız sayılmazsınız. Ancak bu soruyla tam da kendi zenginliğimizin bir başka boyutunu soruşturuyoruz. Türkiye’de marş olarak dinlediğimiz her beste, parçalanma hissinin yoğun damgasını taşıyan ağıtlardan başka bir şey değildir. Tarihsel yürüyüş imkânının ortadan kalktığı düşünüldüğünün açık bir delilidir. Hüzünlü akşam gezintileri, güneşin batışının ufka doğru bizde bıraktığı alacakaranlık yeisi, coşkulu yürüyüşlere daima galebe çalmıştır. Dertperestlik kişiye acının ortadan kaldırılamaz bir yazgı olduğunu, hatta dünyada olmanın acı çekmek olduğunu salık verir.

“Hüzün” ile “eylem” arasındaki ilişki ülkemizin bütün katmanlarıyla kesişen çok daha yapısal, çok daha derin bir eğilimi temsil etmektedir. Elbette, bu mesele yalnızca solun kendi sorunu olmadı. Ahmet Telli hiçbir şekilde hüzün konusunda yalnız değildir. Telli, hüznü verili kabul eder, onu eğip bükerek, yontarak isyana dönüştürmek ister. Yine de yanlış bir duyguya isyan yatırımı yapılmıştır. Böylesi hüzünfil bir toplumdan isyana geçiş yapmak hiç de kolay değildir. “Hüzün” ile “eylem” arasında doğrudan bir bağ kurulduğunun sağdan bir örneğine Tarık Buğra’nın Osmancık romanından uyarlanan TRT yapımı Osmancık dizisinde rastlamak mümkündür. Düşman tekfur Kayı boyunu işaret ederek “bunların tarihte büyük işler yapacağını” belirtiyordu. Kendisine nedeni sorulduğunda “çünkü çok derin bir hüzün içindeler” cevabını veriyordu. Görüldüğü üzere hüznün derinliği eylemin büyüklüğünü garanti altına alıyor. Buğra’da dünya tarihsel eylemin temeline derin hüznü yerleştiriyor. Yalnızca politik eylem değil, sanatsal yücelik de ülkemizde hüzne bağlanıyor. Dehanın yüceliğini hüznünün derinliğinden yakalıyoruz.

Hüznü verili kabul etmenin ötesinde onun bize en çok yakışan bir duygu olduğunu söyleyen başkaları da vardır. Daha genç yaşlarında Şeyh Bedrettin’e destanlar yazan Hilmi Yavuz’un dillere pelesenk olan (belki de tek mısrası) “hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız” dizelerini burada anmak gerekiyor. Yavuz’un hüzünle özdeşleştirdiği insanımızı anlatan şiir de hüzün şiiri olmalıdır. Türk şairinin ilhamı hüzündür. Üstelik bu şiir, Türk şiirinin en romantik devrimcisi olan Nazım Hikmet adını taşıyan, Nazım’a adanmış bir şiirdir. Yavuz, Nazım’ın isyanını, romantik kabarmalarını, devrimci coşkusunu, büyük eylem tutkusunu görmez, onun için Nazım hüzünlü, sürgündeki Nazım’dır. Güneşi İçenlerin Türküsü’ndeki “haykıran”, “akın eden” Nazım değildir. İnsanımızı en iyi anlayan şiir hüzünle başlayıp hüzünle bitmelidir. Ahmet Haşim’in de söylediği gibi “melali anlamayan bir nesle aşina değiliz biz”. Bu şairler, nesilden nesile aktarılan, başka bir nesil imkânını yabancılaşma olarak gören, kendi pasifizmini estetiğin ilkesi haline getirmiş bir anlatı kurmaktadırlar. “Melal Türkün iklimi” midir, bunu tartışmak gerekiyor. Yüksek estetiğe giden yolun insanın dünyadaki acılı varoluşunu kavramaktan geçtiğini söylemek, yol açtığı sonuçlar itibarıyla bana çok da iç açıcı bir tablo sunuyor gibi gözükmüyor. Bir başka kamusal entelektüelden örnek verelim. Dücane Cündioğlu’nun da en çok zikredilen sözü hüzne dairdir: “Adam olmanın sermayesi hüzündür” . Ya da şu: “Bizi insan yapan hüzündür”. Cündioğlu, şairler kadar güzel söylemese de aynı hakikati dile getirmektedir. Şairlerin türkücülerle, felsefecilerin edebiyatçılarla, şarkıların musikiyle, sağcıların solcularla uzlaştığı tek konu sanırım hüzünbazlıktır. Hüznü kendisine en çok yakıştıran şairin kaderi elbette Yara Şiirleri ile sonlanacaktır. Onlara göre başlangıçta söz ya da eylem değil, acı ve yara vardır. Eş deyişle lirik mülkün sermayesi acıdır. Acıyı ve hüznü ilkesel düzeyde deneyimlerler; etiğin, estetiğin ve yaşamın kurucu ilkesi olarak acıyı…

Ülkemizde hepimizi öfkelendirmesi gereken bir olgu hüküm sürüyor: Halk sınıfları arabesk, orta katmanlar ise melankoli denizinde yüzüyorlar. İlki eski türküleri, arabeskleri dinler, diğeri ise Yeni Türkü’ye eğilimlidir. Hatta seksen öncekilerin eski türkülerden devrimci kabarışlara yükselme girişimleri, seksen sonrasında yeni türkülerle alçalma sürecine girmiştir. Halkın arabeskinin yerine şehirli melankolisi geçirilmiştir; Yeni Türkü, Bulutsuzluk Özlemi, Ezginin Günlüğü pasifist, şehirli, kültürlü küçük burjuvazinin acılarını dindiren gruplar olmuştur. Telli Telli şarkılarında ise kendi yenilgisini kabullenmiş özne barışık olmanın neşesini de hissettirir. Babacan ikaz burada da karşımıza çıkar: “Sakın çıkma patika yollara / O dağlara, kırlara, o karlı ovaya, / Yenik düşüyor her şey zamana, / Biz büyüdük ve kirlendi dünya”. Hatta daha da dramatik bir dönemde Yeni Türkü’nün de kesmediği, çok daha nostaljik olduğu bir evrede Neşet Ertaş dinlemeye başladılar. Geleceği kararan her toplumsal unsurun imdadına yetişen Müslüm Gürses’e de işaret etmeden olmaz. Halk sınıfları acılar içinde iken onların yaralarına çare olmuş, onların acılarını dindirmiş, dünyayı onlara daha katlanılır kılmış Gürses, 2000’li yıllarla birlikte, neo-liberal çarkların içinde geleceğini yitiren deklase memurların çocuklarının hislerine tercüman olmuştur. Güçlü ve kudretli Baba, Teoman’ın Paramparça’sını söylediğinde, arabesk ve melankoli birleştiğinde aslında hüzün çok daha kesif bir boyut kazanmıştır: dünyanın ortasında herkes paramparça olmuştur. Gençliğinde dünyayı paramparça etmeye yemin etmiş genç özne yaşamı ilerledikçe, babasının öldüğü yaşa ilerledikçe kendisini parçalanmış hisseder. Yaşamı fethedecekken kendisi fethedilir. Burada yapmamız gereken bir soyutlama var. İradesi sakatlanan her katman mazoşist eğilimler sergiliyor ve sonuç genellikle şu oluyor: Acıyla özdeşleşme. Yaşamı ve kimliği acıya indirgemek gerçek fakirleşmeden başka bir şey değildir. Yaşamda acı vardır, ama “yaşam acıdır” demek, “insan acı çeken bir varlıktır” biçiminde metafizik sıçramalar yapmak sorunu içinden çıkılmaz bir boyuta vardırmaktır.  

Günümüz rap müziği bizleri içselliğe çağırıyor, kendi benliğimizin içine sıkıştırıyor, evin içinde kuytu köşelerde gençliği sinikleştiriyor.

Her Genç Kuşak Acıyı Tadacak mıdır?

Ataol Behramoğlu’nun şu dizeleri bizim kaderimiz midir: “Güneşli yirmilerden geçtik. Acılı otuzlara vardık”…  Öfkeyle ayağa kalkan her kuşak acıyla yerine mi oturmaktadır? Yeni bir hayat kurulamadığında acılı otuzlara varış bir yazgıya mı işaret etmektedir? Bu sanki genel bir his yapısını ortaya koyuyor. Görüp görebileceğimiz en hırslı, en tutkulu ve en romantik kuşak olan 68’in ardından daha on yıl geçmeden acılı otuzlara varılıyor ve güneşli yirmiler geride kalabiliyor. Güneşi içenlerin türküsü yerini acıyan yerleriyle özdeşleşen devrimcilere bırakıyor. Bu olguyu farklı dönemlerden gençlik tipolojileriyle, siyasal ve sanatçı figürleriyle desteklemek mümkündür. Ülkemizde neredeyse her atılımcı gençlik kuşağının ilerleyen yaşları büyük bir takatsizlikle sonuçlanıyor. Jön-Türk’leri yorgun savaşçı izliyor, devrimci-gençliği yorgun demokrat tipi takip ediyor, “yüzde elliyi zor tutuyoruz”dan metal yorgunluğuna varıyoruz. Hep birlikte Mümin Sarıkaya dinliyoruz sanırım: Ben Yoruldum Hayat. Bağlama motifleriyle gelen bir yenilgi daha: Diz çöktüm dünyanın namert yüzüne… Şairimiz “biliriz dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır” demiş olsa da yaşama karşılık veremeden karşısında diz çökmüş vaziyette buluyoruz kendimizi.

Bir başka örneği pop-müzik alanından verelim. Sıla Gençoğlu’nun ilk çıkış şarkılarından birisi dan sonra idi. Orada atarlı, asi, kimseye hesap vermek istemeyen, biraz sert, sağa sola terslenen, meydan okuyucu, karşısındakini düelloya çağıran bir tipi anlatıyordu. Peki, Sıla’nın “bundan sonrası” ne oldu. Asi, erkeksi, meydan okuyucu figür gitti, yerine annesiyle uzlaşmış, acılı otuzlara varmış, yaşadığı aşklarda büyük hayal kırıkları yaşamış yeni bir tip geldi: Afitap. Sözleri “Cam da kırık ah, elde yarım / Sus biz öldük arkadaşım” ile başlayan şarkının nakaratını aktarıyorum: “Cümle âleminden / Gönül işlerinden / Mevzu açma hüzünden / Hüzünlüyüz afitap”. Gördüğümüz gibi çok geçmeden Sıla da dağılmış, sürüklenmiş, paramparça olmuştur. Daha genç iken çıkış yapma arayışında cümle âleme “hesap mı vereceğim size” şeklinde atarlanan Gençoğlu, eski kuşaklardan kopmak yerine gitgide önceki kuşaklara benzemeye başlamış, hayatın karşısında yenilgi yaşayarak hüzünbaz bir noktaya evrilmiştir.

Pop-müzikten örnekleri çoğaltmak mümkün. Hatta genel bir nostalji içinde genç sanatçıların pek çoğunun arabeske, türküye, klasik musikiye ilgilerini de not etmek gerekmektedir: İleriye doğru atak yapmak arzusu şöyle dursun, geçmişe doğru derin bir çöküntü hissi her yeri kaplamıştır. Kentin ezilen alt sınıflarının öfkesinin sesi olması beklenen Rap müziğin bütün isimleri esasen acılı, hüzünlü, depresif müzikler ortaya koymaktadır. Sagopa örneğin, pop-müziğe isyanla başlayan çıkışı acılı otuzlara geldiğinde Bergen’e yenik düşerek geriye doğru düşenler safına geçmiştir. Rap müziği günümüzde arabeske yenik düşmüştür. Adında gazap olan rapçinin (Gazapizm) en çok dinlenen şarkısında (“Unutulacak Dünler”) oturup hepimiz ağlıyoruz neredeyse. Hem müziği, hem güftesi fazlasıyla elemli ve sinik. “Kurumuş boğazım” diyerek yaşam yoksunluğuyla başlayan şarkı “öyle yorgun, öyle beter sabahlara kalktık”la sonlanıyor. Totale yapılan işler dışında en çok izlenen dizi Bir Başkadır, acılardan, sakatlardan, yorgunlardan geçilmiyor. Şehirli genç kitlenin en çok tükettiği, birkaç kez gişede gösterilmesine neden olan filmin; Kaybedenler Kulübü’nün sinik, kinik, yerinden bile kalkamayan melankolik tiplerini düşünelim. Her katmana her koldan damardan acıyı zerk ediyoruz. Yaşam, güneş, eylem, coşku, heyecan ve tutku eser miktarda bile yok. Bu ortamda, dışarıya doğru fırlamaktansa kişi içe dönük, kendi geçmişine doğru çökmekte, kendi benliğine sıkışmaktadır. Günümüz rap müziği bizleri içselliğe çağırıyor, kendi benliğimizin içine sıkıştırıyor, evin içinde kuytu köşelerde gençliği sinikleştiriyor. En ateşli, çok daha devrimci motiflere taşıyan Saian gibi bir isim dahi Yeşilçam’a, Arabeske yeniktir. Müziğiyle, güftesiyle geçmişe, kolektif hafızaya atıf yapmadan hiçbir eser dinleyici bulmuyor sanıyorum. Yirmilerinde gençlere ateşli, isyankâr, devrimci çağrılar yapan Saian, acılı otuzlarına vardığında gençlere babacan bir tavırla “iş bulmalarını” tavsiye edebilmektedir. Zekâ her zaman olduğu gibi babacan tavrıyla tiksinti verir. Her kuşak hemencecik babacan bir tavırla bir sonrakilere yaşama tutunma öğütleri vermektedir. Çünkü kendisi bir kere hakikati (“yaşamın gerçeklerini”) görmüş ve “ah ne aptalmışım” demeye başlamıştır. Gençlik ideallerini ilerleyen yaşlarda çocukluk hastalığı gibi kodlamak hepimizin yaptığı bir şeydir. 

Tüm bu örnekler bize şu gerçeği göstermektedir: Çok nadir isimler dışında hiç kimse yirmilerindeki isyankâr duygularını ilerleyen yaşlarına taşıyamamakta, hayatın gerçeklerine çok çabuk yenik düşmektedir. Düşenler düşmeyenlerin de bir gün mutlaka düşeceklerinden o kadar eminlerdir ki bahislerini düşmekten yana yatırırlar. Büyük bir inatla dahi olsa otuzlar ve kırklarında, gençlik dönemindeki hırs ve tutkularına sahip çıkan aydın, sanatçı, siyasetçi tipimiz çok azdır. Burada sorun eylemci coşkunun, iyimser iradenin terk edilerek çarçabuk acıyla özdeşleşen bir kimliği sahiplenmeleridir. Oysa, yaşamda geriye düşme, yenilgiler, acılar, umutsuzluklar olsa da, bizdeki eğilim acılarla özdeşleşme, yenilgi psikolojisini kimlik haline getirmedir. Geçici bir dönem olarak değil, acıyı yaşamın bengi dönüşü olarak yorumlamak, kendimize en çok yakışan duygu olduğunu düşünmektir. Biz dünyamıza acıyacağımız yerde dünya bize acımaktadır.

İnsani varlık sahasının her sathında, yaşamımızı örgütlediğimiz temel eylem alanlarında karşımıza çıkan tek gerçek acılı varoluşumuzdur. Aşkı, siyaseti, sanatı ve düşünceyi acılar içinde yaşamaktayız. Hepsini acıyla birlikte deneyimliyoruz. Acı, muhtelif eylem alanlarının kurucu üst-belirleyeni halini almıştır. Acı, tüm eylemlerimizi aşırı belirlemektedir. Bu artık tarihsel-toplumsal bir yapı olmaktan çıkmış metafizik bir dünya görüşü biçimine bürünmüştür. Çünkü yeni kuşakların aşk deneyimleri sevip de kavuşamayanlar edebiyatının çok ama çok ötesindedir. Peki, bu aşk yaşantısının özneleri neden hala Sezen Aksu dinlemeye devam etmektedirler? Ayrılık iklimi sona ermiş, bambaşka rüzgârlar esmekte iken halen Belalım hüznüyle acılar içinde kıvranmak neyin nesidir?

Acı ile kimlik arasındaki özdeşlik parçalanmadığı takdirde 20. yüzyılımız da öncekine fazla benzeyecektir. Büyük atılım, büyük keşifler, büyük tutkular, büyük siyasetler adına sökülüp atılması gereken, ağırlık vererek paramparça edilmesi gereken özdeşlik, kimliğin acılı kurulumudur. Güneşli yirmilerden acılı otuzlara artık varmak istemiyorsak, güneşli günler görmek, sabahın erken saatlerinde büyük bir coşkuyla uyanmak niyetinde isek güneşli yirmiler acılı otuzlar döngüsünü kırmak zorundayız. Aksi halde edebiyat, sanat, müzik, siyaset, düşünce her alanda yükseliş ve kabarış anlatılarına hiçbir şekilde varamaz, marazi bir duyarlılıkla geleceğimizi geçmişimize benzetiriz. Yeni bir iklim oluşturmak mecburiyetindeyiz. Yaşamın saldırıları karşısında daha intikamcı duyarlılıklara ihtiyacımız günden güne artmaktadır. İntihar ile intikam arasındaki diyalektiği hatırlatalım: Yaşam kişiyi aşıyorsa kişi intihara meyleder (ya da intihar etmez de yaşamını intihara çevirir), kişi yaşamı aşmak istiyorsa intikamcılığa meyleder (yaşamını büyük bir coşkuya, büyük bir anlam alanına dönüştürmek ister).

Kişi gençliğinde dünyayı değiştirmek ister. Bunu başaramadığında kendisi dönüşür, sisteme eklemlenir. Gerçekleri eğip bükmek isteriz, bazen bunu başarırız da. Bazen de gerçekler tarafından eğilip bükülürüz. Eğilip bükülmeler başladığında acılar da başlamış olur. Sanıyorum hepimizin yazgısına şu olgu damgasını vuruyor: kısa süren isyan günlerini uzun süren acı günleri izliyor. Bazı durumlarda sistemin en acımasız savunucuları genç devrimciler arasından çıkar. Türkiye’de 1980 sonrasının ideolojik önderleri devrimci gençlik kadroları içinden çıktı. Hatta 1980’li yıllarında üniversite kampüslerinde iktidar olmanın, dünyayı değiştirmenin hesaplarını yapan, hayallerini kuran genç kadrolar çok geçmeden sistem karşıtı enerjilerini kapitalist sistemin hizmetine sundular. Atılımcı gençliğin ilerleyen yaşlardaki tutukluğu genel bir durumu, yapısal bir kaderi handiyse işaret etmektedir. Ancak bu genel zorunluluğun dışına çıkabilen, gençlik düşlerini ileri yaşlarına taşıyabilen, otuzlu, kırklı ve hatta daha ileri yaşlarında gençlik hırslarına sahip olmayı sürdüren küçük bir azınlık grupta söz konusudur. Bu tipin ise yüzü geçmişe dönüktür, nostaljik bir portre çizer, ideal yılların önümüzde değil, geride olduğuna kani gelmiş nostaljik ve dindar bir tiptir. Hareket geri çekildiğinde dindarlaşma kaçınılmazdır. Dindardır çünkü gerçekten başka bir dünyanın olabileceğine inanmıştır. Hâlâ da inanmaktadır. Politik ateizme henüz ulaşmış değildir. Kişi dünyayı değiştiremeyeceğini anladığında ve hâlâ değiştirme iradesine de sahip çıktığında tuttuğu bir yol isyankâr geçmiş günleri hatırlamaktır. Bu kişi geçmişte kalmış iradesine tutunmuş halde yaşamını sürdürür. Yaşam enerjisi tükenmiş olsa da isyankâr geçmişi, sönmüş olsa da içinde sakladığı bir tutam gençlik ateşi onu içtenlikle dünyaya katılmaktan men eder. Daha sinik ya da kinik bir kayıtsızlıkta coşkusuz bir şekilde günlük işlerini sürdürür. İçinde devrimciyi taşır ama günlük yaşamı memurcadır. Heyecanını yitirmiş yaşam onun için anlamsız tekrarlardan oluşur. İradeli yılları genellikle geceleri uyanır. Ara sıra geçmiş günlerine kaçar ya da kendisine bir geyikli gece inşa eder, orada yaşar. En aktif eylemi hatırlamaktır. Hatırlamak dünyadan sakınmanın nostaljik bir yolunu sunar. Hatırlama kipi temel modu halini alır: “Hatırlıyorum o halde varım”. Kendini gelecekte yeniden kurma iradesi kırıldığı için hatırlamak varoluşun temeli haline getirilir.

His yapılarında kederli kişinin politik yaşama genç ve aktif duygular getiremeyeceği açıktır. Yaratıcılığın ön koşulu hatta en yetkin koşulu olarak hüzün duygusuna bel bağlamış bir toplumun politika, sanat ve düşünce yaşamı dar, sınırlı ve kısır olmaması mümkün değildir.”

Acının Ontolojikleşmesine Karşı Ne Yapmalı

Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum

İsmet Özel, Mazot.

Devrimci-romantik Nazım Hikmet’tin çok bilinen mısrası şudur: “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”. Bu mısraların klasik halk şiiriyle, tasavvufi çizgiyle bağlantıları açıktır. Her birey olgunlaşırken yana yana, dert çeke çeke olgunlaşır ve kâmil insan haline gelir. İster Hakk yolunda, ister devrim yolunda, ister kariyer yolunda herkesi acılar eşliğinde pişerken, yana yana olgunlaşırken bulmaktayız. Bana öyle geliyor ki kökü ideolojik olarak yabancılaşmış olduğu düşünülen solun çoğunluğu duygu yapısı itibariyle geleneğe yaslanmaktadır. Şunu demek istiyorum: Bizim devrimci sandıklarımız aslında birer dervişmeşreptir. Bütün acılara katlanarak, devrim yolunda her türlü fedailiği gerçekleştirerek, bu uğurda hapishane de dahi ölüm oruçlarına girerek mücadele yürütürler. Toplum olarak katlanma eşiğimiz ya da acı eşiğimiz de diyebiliriz, çok yüksektir. Devrimcilerin derviş olduğunu ileri sürdük. Peki ama dervişten devrimci olur mu? Bir yandan her şeye katlanacaksınız, diğer yandan hiçbir şeye katlanmayacak isyan edeceksiniz? Dervişlik ve devrimcilik birbirine tercüme edilemez iki ayrı paradigma değil midir? Türk solu, feodalizme mücadele içinde sürekli küçümsediği, ideolojik olarak aştığını, modern çağın özgürlükçü, yenilikçiliğine vardığını düşündüğü solcu figürü ne oranda tarikatları yapılandıran insan figüründen (“dervişlik”) paradigmatik bir kopuş yaşayabilmiştir? Acıyı dost/ hakikat bildiysek eğer, ya da acıyı bal eylediysek yana yana döne döne gidilecek yerler baştan bellidir. Eğer kişi bir derdim var bin dermana değişmem diyorsa hangi gelecek ütopyasının bu bilinci dönüştüreceğini, hangi yarasına derman olunabileceğini düşünebiliriz? Yarayla, dertle, acıyla yoğrulmuş bir insana hiçbir kriz hiçbir şey yapamaz.

Ülkemizin solu yükseliş sürecinin edebiyatını anlatamadı, yenilgiler sonrası hapishanede büyük bir çıkışsızlık hissini boyuna çoğalttı durdu. Erdal Öz’ün kitaplarının adlarını sıralayalım ne demek istediğimiz açıklığa kavuşur: Gülünün Solduğu Akşam, Yaralısın, Kanayan, Yorgunlar, Cam Kırıkları vs… Alın size devrimci edebiyat… Sosyalist gerçekçi değil acılı gerçekçilikten başka bir şey değildir bu. Hasan Hüseyin Korkmazgil bu türün ideal şairidir: “bilsen ne güzel yıkılmışlığım / (…) /  bu benim en güzel yenilmişliğim / bilsen ne güzel yenilmişliğim”. Arabesk söylem ile devrimciliğin iç içe geçmesi, bunun stratejik programı olan hüzünden isyan çıkarma girişimi akim kalmıştır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü kendisi mahkûmiyet olan bir durumdan özgürlük çıkmaz. Güzün Güzün Gelen Hüzün şiirinde Korkmazgil, “ey beni bilmeyenler / tanımayanlar / (…) / acı çekin önce biraz / sonra okuyun şiirlerimi” demektedir ve şöyle eklemektedir: “Ben bu hüznü anamsütü gibi emdim çocukluğumda”. Anasından hüzün sütünü emenlerin siyasal mücadelede hapis, ölüm, işkence, sürgünden başka bir sürece dikkat kesilmemesi olağandır. Burada şairin bilincinin toplumun kendiliğinden süreçlerine boyun eğdiğini görürüz. Anlatılan, portresi, duygusal yapısı çizilen devrimci tipin dünyayı ve sanatı değiştirmesi beklenmektedir. Bu eylemsizliğe mahkûm olmuş kişiden eylem beklemek kadar anlamsız bir bekleyiştir. His yapılarında kederli kişinin politik yaşama genç ve aktif duygular getiremeyeceği açıktır. Yaratıcılığın ön koşulu hatta en yetkin koşulu olarak hüzün duygusuna bel bağlamış bir toplumun politika, sanat ve düşünce yaşamı dar, sınırlı ve kısır olmaması mümkün değildir. Doğal ve tarihsel zorunluluğun altında nesiller boyunca ezilmiş bilinçten kendi geleceğine yönelmesini bekleyemeyiz. Çünkü acının mutlaklaştırılması eylemin önündeki en büyük engeldir.

Ahmet Kaya’nın şarkılarını düşünün; şarkıların güftelerinin ait olduğu şairler, Ahmed Arif’ten, Nevzat Çelik’ten Attila İlhan’a değin bir türdeşlik sergiler. Orada Nazıma yer yoktur. Kaya, Şafak Türküsü’nden Acılara Tutunmak albümlerine değin hemen hemen bütün şarkılarında egemen tema acı olduğu bilinir. Kaya, protest müziği ve özgürlük türküsünü acıya bağlar: Acı çekmek özgürlükse özgürdük ikimiz de. Darbeden yaralanmış sol duyarlılığın popülist unsurlarına hitap eden Kaya, genel sol kitlenin acılara tutunmasına ve yaşamla buruk bir barışma alanı oluşturmasına katkıda bulunmuştur. Kaya, yenilgi psikolojisini sol arabeskle estetikleştirerek bir sonraki kuşaklar için yeniden üretmiştir.

Yeni Türkü 1980 öncesinde çıkardığı coşkulu yıllara ait olan albümü Buğday’ın Türküsü’nde dünyada devrimci mücadelenin tarihinden şairlere yer vermişti. 1980 sonrasında ise Çember geldi: “ya içindesin çemberin ya da dışında yer alacaksın” şeklinde ifade edilen şehirli küçük burjuvazinin hayal kırıklığını yansıtıyordu. Sonrasında zaten Yenilmişik albümü gecikmeden geldi. Coşkudan uzağa düşen ve şair referanslarını değiştiren bir başka isim 12 Mart’ın doğurduğu devrimci müzisyen Zülfü Livaneli idi. Livaneli Zor Yıllar (1987) albümünde, eylülist bir atmosferde yüreğine acılardan bir türkü düşen biri olarak soruyordu: Siz miydiniz, bizler miydik yorgun düşen kuşaklar?… Ülkece hangi kuşağın daha çok yorulduğunu soruşturuyoruz. Her yorgunluk konformizmle sonuçlanıyor. Livaneli, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Merhaba, Nazım Türküsü’nden 12 Eylül’ün karanlık ve kasvetli günlerinde Ada albümünü çıkardı. Ada’nın şairi Nazım değil Orhan Veli’ydi. Devrimci epik figür yeniden küçük adamla yer değiştiriyordu. 12 Eylül’ün hapishane edebiyatı 12 Mart’ın edebiyatını daha da arabeske dönüştürmüştür. Bu olgular konjonktürel olsa, gelir geçer denilebilir, ancak kemikleşmiş olduğu için büyük bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Bugün dahi devam etmese, belli ölçülerde kırılmış olsa yine tartışma konusu yapılmasına lüzum yoktu. Ama yapısal tutsaklık devam etmektedir. Çünkü tüm bu şiirden müziğe gördüğümüz his yapısı, olan bitene kayıtsız, dünyaya müdahale yeteneğini yitirmiş insan tipini yaygınlaştırıp çoğaltmakta, sonraki kuşaklara kendisini dayatmaktadır. Gerçek tutsak kişi, olan bitene itiraz ve müdahale etme yeteneğini yitirmiş kişidir: Hüzünlü, çileci, güçsüz, umutsuz, yetersiz, iradesiz pasif, miskin bir insan tipi ideolojik, politik ve kültürel yaşantımıza hala egemendir. Marazi bir duyarlılık olarak kemikleşmiş kültürel kodun sökülmesi elzemdir. Şiirin, sanatın, edebiyatın, düşünmenin ve insanın içine sokulduğu acınma durumu mazoşizmi dayatmaktadır. Türk estetiği, politiği ve etiği mazoşist bir kişilik tipinin üstüne bina edilemez. Acının fetişleştirilmesi tarihin somut gelişme dinamiklerine duyarsız kalan bir körlüğe neden olmuştur. Şiir yol gösterecekken belli örneklerde gözlerimizi kör etmiştir. Mazoşist kişilik şiirde, sanatta, edebiyatta, türkülerde, popta, rapte, dizide, sinemada, siyasette, düşüncede, cephede her alanda ölümsüzleştirildi. Artık bu tipin ölümünün ilan edilmesinin vaktidir. Acının metafizik kavranışını ya da metafiziğin acılı kavranışını geride bırakmalıyız. Son dönemde entelektüel kamuoyunun en çok ilgi duyduğu varoluşçu, nihilist yazarların başında E. M. Cioran’ın gelmesi duygu repertuarımıza bakınca hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne, Çürümenin Kitabı, Göz Yaşları ve Azizler, Burukluk, Parçalanma, Umutsuzluğun Doruklarında ve Ezeli Mağlup gibi kitaplar Yeşilçam film adlarına çok da uzak olmayan temalardan oluşuyor. Hülasa, yıkılmış, yaşamı ölme biçimine çevirmiş yılgın insanları anlatıp durmayı yüksek düzey estetik ve entelektüel uğraş sanma hatasından zihinlerimizi özgürleştirmek gerekiyor.

Hüzün duygusunun entelektüel, kültürel ve politik yaşamımızdaki ağırlığı yalnızca popüler kültür-sanat ürünleriyle sınırlı değildir. Popüler olmayan kendisini elit edebiyat üretimlerinde de karşımıza çıkan hüznün estetizasyonunu görmekteyiz. Yine pek çok örnek verilebilir ancak en ideal örneklerden birini Orhan Pamuk’tan verelim. İstanbul isimli anı-biyografi kitabının hâkim duygusu hüzündür. İstanbul, Pamuk için hüznün başşehridir. Kitapta, yıkılan ahşap konaklarıyla, eski kültürün yok oluşuyla, küllerden ve kemiklerden örülü bir ölü-şehir gibi anlatılıyor İstanbul. Pamuk’a göre hüzne bu kadar derin, kalıcı bir itibar veren İslam kültürüdür. Ona göre biz hüzünlenmemeye bile hüzünleniriz. Teolojik kökenlerini bırakıp tarihsel nedenlerine yaslanarak devam ediyor Pamuk ve bunun İstanbul’un son iki yüzyılına, günlük yaşamına, müziğine, şiirine yaygın bir şekilde damgasını vurduğunu söylüyor. Hüznün kaynağının yoksulluk, yenilgi ve kayıp duygusu olduğunu belirtiyor. İstanbul’a en çok yakışan duygudur hüzün. Ülkemizde insanların birbirine bulaştırdığı ruh halinin hüzün olmasını, onun şiirde, romanda, müzikte hâkim unsur olmasını Pamuk yüceltiyor. Öznenin yıkımını, başarısızlığını, isteksizliğini, içe çekilişini olumlu buluyor. İstanbul yazara yoğun hüzünden başka bir şey vermiyor. İstanbul gibi kendisini de hüznü gururla benimsiyor. Kendi hikâyesi hakkında şunları yazıyor Pamuk: “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca İstanbul’u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda benimseyerek geçti”. Pamuk şu cümlelerinde haklı bir tespitte bulunur: “Yıkım, kayıp ve yoksulluğun acısının geliştirdiği hüzün duygusu, İstanbulluları yeni yenilgilere ve başka yoksulluk biçimlerine hazırlar”. Hüznün bizi yeni yenilgilere hazırladığını doğru olarak saptıyor. Hayat karşısında bilinçli bir geri çekilmenin estetiğini üretmeye ve yeni yenilgilere İstanbul’u hazırlamaktan geri durmuyor. Başarısızlığı, kararsızlığı, eksikliği, yoksulluğu ve yenilgiyi insanın ruhuna derinlik katan, entelektüel üretimin zorunlu önkoşulu haline getiriyor. Romancı İstanbul’un hüznünden, yıkıntılarından ilham alıyor. Hüzün insanımızı tutuklaştırır. Pamuk, bu tutsaklığı derinleşmenin koşulu sayıyor. Pamuk, doğru tespit ettiği olguları yüceltiyor. Hüznün bir hastalık değil, yaratıcı bir duygu olduğunu ileri sürerek sahipleniyor. Pamuk, melankoli ile hüznü birbirinden ayrıştırıyor; ona göre tek kişinin yaşadığı hüzün duygusunu (ki birey olan Batılının tekelindedir) melankoli olarak tanımlıyor. Hüznün ise milyonlarca insanın sahip olduğu ortaklaşa duygu, büyük kalabalıkların içinde yaşadığı bir kültürden, ortamdan, duygudan başka bir şey olmadığını ileri sürüyor. İstanbul’un o nedenle şehir ahalisinin ortak iklimi olduğunu düşünüyor. Hüzün İstanbul’un iklimi oluyor:

“İstanbul ise hüznü bir büyük şehir olarak hep birlikte olumlayarak yaşar. İstanbul ile ilgili modern Türk edebiyatının, şiirinin, müziğinin bu duyguyu önemseyerek, gururla sahiplenerek ve bir zafer haline getirerek yaptığı şey, hüznü, bir cemaat olarak şehri tarif eden, birleştiren bir merkez olarak kurmaktır. İstanbul hakkında yazılmış romanların en büyüğü olan Huzur’da kahramanlar şehrin tarihinin, yıkım ve kayıp duygusunun kendilerine verdiği hüzün yüzünden kırık iradeli ve yenilgiye mahkûmdurlar. Aşk hüzün yüzünden huzurla sonuçlanmaz.”

Post-modern fragmenterlik, hafıza ve nostalji çağında elbette İstanbul’u küresel okur-yazar piyasasına hüzünle birlikte arz etmek gerekirdi: Doğulu, İslami, yoksul, buruk, yıkık, kırılgan… Orhan Pamuk İstanbul’u bir müze olarak deneyimliyor. İstanbul’u bir kayıp, İstanbul’u ve İstanbul’u anlatan yazarları (Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşad Ekrem Koçu ve kendisi) en iyi anlatan sözcük “hüzün”dür. Pamuk’a göre İstanbul’un taşı toprağı hüzündür. Görüldüğü gibi ele aldığımız, dokunduğumuz her şeyi altına değil hüzne çeviriyoruz. Çok farklı gruplardan farklı romancı örnekleri de verebiliriz. Buraya kısaca Yeşilçam’ı da beslemiş bir romancı olan Selim İleri hakkında bir küçük bir pasaj aktaracağım. Selim İleri ile ilgili Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisinde şunlar yazılı:

“Hüzünlerin, acıların, ayrılıkların, karşılıksız sevgilerin, yıkılışların yazarı Selim İleri; güneşli alanların değil yağmurlu sokakların yazarı; birbirini anlayıp sevmelerin değil iletişimsizliğin yazarı; “yoz güzellik”in, “gün batımı kasveti”nin yazarı (…) Selim İleri’nin küçük burjuva aydınları –solcusu, sağcısı, politika dışı olanı- neredeyse su içer gibi, soluk alır gibi “melâl”i yaşayan kişiler; çoğu için “melâl”i seven kişiler de diyebiliriz.”

Melâli seven sadece romancılarımız değil. Pamuk ve İleri’nin ötesinde günümüzün acılı otuzlarına varmış orta kuşak solcu entelektüel kişilikleri de derin melankoliye ve acıya gark olmuşlardır. Eleştirel sosyal bilim alanında ve onun politik muadillerinin son dönemde en çok sevdiği kavram nedir diyor sorulsa şüphesiz herkesin aklına gelebilecek tek bir cevap var: Yas. Gerek Freudo-marksizmin, gerekse de azınlık politikalarının etkisiyle hafıza, yas, melankoli gibi konular entelektüeller tarafından estetikleştirmiştir. Her angaje entelektüel kendi geçmişini yoklayarak kendi acılarını ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Hatırlanan ise geçmişin kahramanlık, yükseliş, coşku anları değil, yenilgi, çöküş, yaralanma anlarıdır. Fazla psikolojikleşmiş, travma çalışmalarına gömülmüş bir anlayış günümüzde hakimdir. Bir başka kaynak da Marksizm içindeki Yahudi entelektüellerin çalışmalarıdır. Walter Benjamin, Enzo Traverso, Micheal Löwy gibi sürgün, nostalji, yas, melankoli temalarını ve duyguları Marksizmin kurucu duygularına dönüştürmüş entelektüeller yeni dönem solcu tipinin yüzünü geçmişe çevirmiş, kendisini yıkıntılar ortasında hissetmesine neden olmuştur. Günümüz solcusu, yeni bir dünya kurmak yerine, parçalanmış bir dünyanın ortasında kendisini yıkılmış, dağılmış, un ufak olmuş gibi hissetmekte, geçmişinde olmada dahi tutunacak bir acılı olay icat edebilmektedir. Acının en çok hatırlandığı, olmasa da icat edildiği, melankolik repertuarların en çok alıcı bulduğu bir dönemdeyiz. Özne, Müslüm’le paramparça olurken Benjamin’le kendini estetikleştirleştirmiştir. Adorno ile ise büyük etik-politik konumunu, Büyük Eylem’i terk etmiş, minima moralia’nın peşine düşmüştür. 1970’lerin hüzünden isyan çıkarmak isteyen devrimci sanatçısının yerini, günümüzde melankoliden politika çıkarmaya çalışan yeni solcu aydın figürleri almıştır. Kanaatimce bu olgu solun kaderidir. Ülkemizde sol güçlerin kendisinin dayandığı toplumsal güçlere baktığımızda bu kaçınılmazdır. Sol, eylem için gerekli yaşam dünyasından beslenme yeteneğinden yoksundur. Solun hırslarının, güç istencinin eni boyu ortadadır. Yaşam atılımını kaybederek yasa yaslanmıştır. Günümüz sol entelektüeli baktığı her yerde acı, hüzün, yas görmektedir. Politik rasyonalitesini yitirerek ezilenlerin acılarıyla özdeşleşmektedir. Acı yoksa meşruiyet de yoktur. Sol siyasetin günümüzde aldığı egemen biçim yas çalışmasıdır. Politik çalışma, yas çalışması ile yer değiştirmiştir. Krizlerden politik devrimler kovalayan ekonomi-politikçi devrimcinin yerine yaralardan travmalar kovalayan Freudo-Marksizmin melankoliği geçmiştir. Geçtiğimiz yüzyılın eril ideolojileri, feminen çağımızda insanları çok daha fazla korkutuyor olmalı. Günümüzde yaşam daha kırılgan, insanlar daha çocuksudur. Günümüz öznesi şöyle konuşur yalnızca:

                       Nezaketten, haklılardan yanayızdır hepimiz,

                       Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler,

                       Yaşamak deriz -Oh dear- ne kadar tekdüze,

                       Katliamlar ne kötü be birader. [1]

“Güneşli güzel günler göreceğiz çocuklar” diyen iradenin iyimserliğine yaslanan, gelecek ütopyalarından söz eden, hayattan ümidi kesmemiş karakterlerin nesli tükenmiş, onların yerini Kara Güneş’ten medet uman, melankolinin estetik ve politik yaratım için ne kadar gerekli bir yüce duygu olduğunu anlatan sinikler geçmiştir. Elbette bu dönemin en ideal şairi Edip Cansever’dir. Daha önceleri 68, devrimci önderler mitleştirilmeye çalışılırdı. Şimdi onların yasını tutuyorlar. Tek eylem biçimleri anmalar, ölüm yıl dönümleri oldu. Sanatçılar, şairler, müzisyenler, artık herkes eserlerinin doğum yıl dönümleriyle değil de, sanatçıların ölüm yıl dönümleriyle anılır oldular. Sonuç olarak; arabesk ve melankolinin sol siyaset ve düşünce alanındaki ağırlığını yeni jenerasyonlarda da görmek fazlasıyla olasıdır. Kemalistlerin uzun yıllardır ne kadar hüzünlü, nostaljik olduklarından söz etmeye bile gerek yok. Onları post-cumhuriyet melankolisi ile baş başa bırakıyorum. Uzun zamandır sivil dinlerine dair umutlarını yitirdiler, artık bayramlarını hüzünle kutluyorlar. Mütedeyyin camianın da elbette kurucu duygularının başında hüzün ve arabesk geliyor. Doksanlı yılların hüzün, gözyaşı geceleri herkesin hafızasında tazeliğini koruyor. Yaraları güce dönüştürme siyaseti hepimizin ortak noktasını oluşturuyor. Kavramlarda ayrılıyoruz, duygularda birleşiyoruz.

Arada temel düşüncemi söyledim ama yine de tekrar edeyim: Ne hüzünden isyan çıkar, ne de acıdan eylem. Yanlış duygulara yapılan yatırım marazi bir iklime bizleri mahkûm etmiştir. Hüzün ile Eylem telifi imkânsız iki ayrı yapıdır. Hüzünden isyana, arabeskten marşa bizi götürecek bir yol yoktur. Bunun daha en baştan iki farklı yol olduğunu anlayarak tercihimizi şekillendirmek gerekiyor. Eğer hüzünden isyana geçmeye çalışırsanız son hükmü yine başlangıç ilkeniz olan hüzün verir. Hüznün hükmü yenilgi ve pasifizmdir. Kişinin ilk kelimesi hüzünse son kelimesi de yenilgi olacaktır. Eğer ki şairin gırtlağında büyüyen ilk kelime, ilk söz “partizan” ise son söz de “istiklâl yürüyüşü” olacaktır. Yenilgi sonralarını fetişleştiren mazoşizmdir. Acının, yalnızlığın, hüznün bu kadar yaygın olmasının en büyük etmenlerinin başında politik bilinç eksikliği gelmektedir. Politik bilinç dünyanın acımasız bir eleştirisinden oluşmalıdır. Tüm yaşama yayılarak mutlaklaştırılmış, zaman ve mekân izleri silinerek doğallaştırılmış acı kavrayışı acının ontolojikleştirilmesinden başka bir şey değildir: Dünyada olmak acı duymaktır. Bu ontolojik kabulden çıkacak etik buyruk da herhalde şu olacaktır: Acıyı sev. Hasan Hüseyin’in yaptığı da tam olarak buydu: Acıyı Sevmek. Mehmet Erdem’in şarkısında dendiği gibi Acıyı Sevmek Olur mu?. Herkes acıyı seviyor, hem de kinikçe. Hiç acı çekmiyorum ile dünyada her şey bana acı veriyor eşitlenir. Herkes çektiği acıları, yediği darbeleri, aldığı yaraları anlatıyor. İnsanımız yıkımlardan ibaret olarak kodlanıyor. Ağlaklık kendi gücünden korkan insanın ruh halidir. Öz-gücüne güvenmeden özgür de olunamaz. Sanatın, siyasetin, aşkın, düşüncenin kendi duygularına, her eylemin gerektirdiği kendi coşkularına varamadan, her şeyi acıdan, hüzünden dolayı yapmak ve tüm varoluş alanlarına en çok yakışanın hüzün olduğunu iddia etmek; bu tablo hepimizi öfkelendirmelidir. Aşk ve aile dizilerini geçtik; istihbarat, savaş, mafya dizilerini bari melo-dramatik yapıya teslim olmadan izleyebilelim. Gözyaşını işin içine uluorta karıştırarak gerekli ve zorunlu sıçramaları yapmamız olanaksızdır. Ağır melankoli ve arabeskten kendi öz-gücümüzle çıkmanın yollarını bulmalıyız. Ne olur artık gözyaşını işin içine karıştırmadan işler yapabilelim. Her şeyin geride kaldığı duygusuna daha genç yaşta kapılmaktan kurtulmalıyız. Acıyı küçümsemek, acıyı düşman belleyerek karşımıza almak, acıyı ortadan kaldırmak, kısaca acıya acımak gerekiyor.

Acılar konusunda bize iyi bir örneklik İsmet Özel’dir. Genç bir şairin genç bir şaire mektubunda Özel sorunu doğru yerinden kavrar. Özel’in mektubundaki şu ifadeleri oldukça önemli, hayati ve kayda değerdir:

“Kendime olan aşırı güvenimin verdiği zarar hiçbir zaman kârımı aşmadı. Ama iş kendi kendine bitmiyor işte. Superman’e inanmıyorum. İnsanın “süper” başarıları “occasional” hayatından doğuyor çoğu zaman. Ama öte yandan iradeye insanın gerçekleştirilmesinde önemli bir pay tanıyorum. Ve bütün çabam bu payın sağlayacağı olanağı sonuna dek kullanabilmek. Bütün bunları hem senin, hem kendimin sıkıntıları için söylüyorum. Önce elimizden geleni yapabilmek. Savaşmak yani. Sonra acıyı üstümüze yüklememek. Çünkü dışarıdan bir şeydir. Bizden neşrolmuyor o. Belki yansısı üzerimize öylesine etkimiş oluyor ki acılarımız diyoruz, oysa doğru kelime acılardır.”

O nedenle Özel doğru kelimeyi seçiyor: Acılar bile duymadım kof yürekler önünde. Eğer İsmet Özel de “acılarım” demiş olsaydı ve onu dışarıda iradenin müdahale edebileceği ve ortadan kaldıracağı bir nesnellik olarak dışsallaştırmamış olsaydı, hepimiz için büyük bir kayıp olacaktı. Acının dışsallaştırılması eylem için zorunludur. Acının içselleştirilmesi ise hayat karşısında yenilgiden ve acının ontolojikleştirilmesinden başka bir manaya gelmez. O halde, insanımızı acılardan kurtarmak hepimizin tarihsel görevidir. Yenilgi duygusu zaferle dengelenmedikçe acıdan kurtulmak imkânsızdır. Ne sahte zaferlerle katharsis yaşamak ne de geçici yenilgileri yaşamın ilkesine dönüştürmek; bilakis özden gelen zaferlere odaklanmak gerekliliği önümüzde durmaktadır. Yaşamın memuru olmak bıkkınlık vericidir. Yaşamın amiri olmayı zorlamalıyız. Yorulmadan, bıkmadan, usanmadan yaşama akın etmenin ortasındayız. Acılı otuzlar yazgısını kıralım. Yolun yarısında değiliz. Başındayız. Her Amentü zihnin nihilist yenilgisi karşısında elde edilen bir zaferdir. Eğer ki ülkemizde bir şair, “cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır” dedikten sonra Amentü’ye varabilmiş ise cebimizdeki adreslerden hâlâ umut vardır. Ya da diyelim hiçbir adrese güvenmeden yola devam etmek gücüne sahip genç bir millet olduğumuz gerçektir. Kızı koynumuzdan çıkarmaya gerek yok. Zira savaş bitmemiştir. Acıyla eyleşen şairlere inatla “sevgilim hayat” diyebiliriz, diyebilmeliyiz. Ya da Evet, İsyan’da doğru olarak formüle edildiği gibi hayata seslenmek lazımdır: “Yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.

19. yüzyılına miskin, hantal, eylemsiz, atalete yazgılı, kin ve nefret gibi aktif duygulardan yoksun, kendi hayatını düzene koyma yeteneğini yitirmiş Oblomov tipinin hâkim olduğu Rusya bir yüzyıl sonra dünyada tarihsel eylemlerin öznesi haline nasıl gelebilmiştir? Madame De Stael benzer tespiti aynı yüzyılın Alman toplumu için yapıyor. Fransız Devrimi’nden Almanya’ya baktığında Stael, Almanların gündelik dilinde en çok işitilen sözün “mümkün değil” sözünün olduğunu yazıyor. Elbette Stael, Leibnez’ın “mümkün dünyaların en iyisi” tezinin dilini borçlu olduğu gerçeklikten bahsediyor. Peki nasıl oldu da bu iki pasif halk bir yüzyıl sonra dünyada tarihsel eylemlerin odağı haline geldiler? Başka bir açıdan sorarsak aşırılıklar çağını biz nasıl deneyimledik? Elbette “yeni bir dünya kurulur biz orada yerimizi alırız” diyen siyasal kişiliklerle… Burada yalnızca Rusya’nın dönüşümüne dair konumuz bağlamında bir hususa dikkat çekmekle yetineceğim. Oblamovdan Narodniklere dönüşümü anlatmak açısından Maksim Gorkiy’nin Lenin hakkında bir notunu uzunluğu pahasına buraya aktarmayı gerekli görüyorum:

“Ruhun kurtarılması için acı çekmenin gerekliliğine inanılan Rusya’da insanların bahtsızlıklarına, acılarına ve üzüntülerine Lenin gibi kin, nefret ve küçük görü ile karşı çıkan bir başka insana rastlamadım. Acıların en güzel anlatıldığı, dini yazıların yazıldığı, gençliğin hayatını bu tarzda küçük günlük dramlarla dolu kitaplara göre sürdürmeye başladığı bir ülkenin insanı olarak Lenin’in hayatın dram ve trajedilerine karşı duyduğu nefret onu benim gözümde bir kat daha yüceltiyordu. Rus edebiyatı Avrupanın en pesimist edebiyatıdır; bir de bütün kitaplar hep aynı konu üzerinedir. Çektiğimiz acılar üzerine; gençlikte ve olgunluk çağında anlayışsızlıktan yakınırız, özgürlük kısıtlamasından, kadınlardan, sevgiden ve kâinatın kötü düzeninden yakınırız, yaşlılıkta ise gençlikte yaptığımız hatalardan, dişlerimizin dökülmesinden, mide rahatsızlıklarından ve ölümün kaçınılmazlığından yakınırız. Politika yüzünden bir ay hapiste kalmış ya da bir senesini sürgünde geçirmiş, her Rus, Rusya’ya çektiği acıları anlatan bir kitap armağan etmeyi kutsal bir görev sayar. Bugüne kadar kimse hayatı boyunca duyduğu sevinçleri anlatan bir kitap yazmayı aklına getirmemiştir. Rus insanı hayatını hayalinde süslemeyi çok iyi bildiği fakat onu düzene koymayı pek beceremediği için böyle bir kitap ona kendi hayatını süslemeyi öğretebilirdi sanıyorum.”

Gorkiy kendi edebiyatıyla ilgili Pamuk’la aynı tespiti yapıyor. Gorkiy sıçrama yapabiliyor ancak Pamuk hüzne yenik düşüyor ya da yenik olduğu için hüznü seviyor. Gorkiy Batının en pesimist edebiyatını üretmekten son derece rahatsız iken (Batı karşısında rahatsız iken) Pamuk tam da çok sevdiği hüznü soylulaştırarak acıyla özdeşleşmeyi kabulleniyor.Batılılaşmanın vicdan azabı ona haz veriyor.Eylemsizliği bir yazgıya dönüştüren yazarlarımızı tarihselleştirmek dışında bir çıkış yolumuz yok. Şairin dediğini (“Yaraların kabuğu kolayca kaldırılıyor, halkın doğurgan dünyasına dalmakla”) Rus Narodnikleri gerçekleştirmiş görünüyor.

“Şiirimi okuyacak Narodnik kalmadı” derken şairin ne demek istediğine biraz daha yakından dikkat kesilmek gerektiği sanırım yeterince açıklık kazanmıştır. Yaklaşmakta olanın yaklaştığı çok açıktır. İlginç bir olgu var karşımızda: Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk defa bir kuşak, bir önceki kuşaktan ekonomik açıdan daha sefil bir durumda olacak. Çağdaş oğulların ve kızların yazgısı bir öncekilerden çok daha karamsar olacağı görülüyor. Sınıfsız kaynaşmış bir toplumun çökmesi ve sınıflı bir toplumun yerleşmesi için bir yüzyıl yetmiştir. Toplumsal gerçekliğin derin çelişkilerle dolu olacağı gelecek günlerde, ideolojik planda hâlâ kaynaşmışlık duygusunu daha ne kadar sürdürebileceğiz? Yaklaşmakta olan çelişkiler dahi yeni bir duygu paradigmasını bizlere yerleştiremeyecekse, geçtiğimiz yüzyılın arabesk ve melankoliye yazgılı olma durumunu bu yüzyılda yeniden üreteceksek vay halimize… Yaklaşıyor yaklaşmakta olan ancak duygu yapısına bakıldığında büyük bir hazırlıksızlık içinde olduğumuz görülüyor. Ruhun kurtarılması ile acı çekmek arasında tarihin getirdiği içsel zorunluluktan kurtulmak gerekiyor. Daha önce sorduğumuz soruyu tekrarlayalım: Joker mi (kafayı sıyırmak için kötü bir gün yeter) Müslüm mü (bütün kötülükleri kucaklamak, bağrına basmak)?[2] Ufukta hangi uç çizginin yörüngesine girilecektir, bu soruyu hep birlikte cevaplamamız gerekmektedir. Sanırım bu soruya eklediğimiz yeni seçenekler dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır.


[1] İsmet Özel, Dişlerimiz Arasındaki Ceset.

[2] Soruyu sorduğumuz paneli dinlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=12_6JfGsIqE&list=PLL8Y0JmQkP6ELvx9VKE3KCUXWEXWCLzml

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir