Hikaye: Küçük Şeyler

Paylaş:

Leyla’yı çarşıda gördüm… Çarşının abartılı gülüşlü, telaşlı, yapışkan kalabalığı arasında. Yakaları siyah şeritli, kırmızı bir elbise giymişti. Epey kilo almıştı. Saçları yer yer kırlaşmış, kısalmış, tarazlanmıştı. Görmezden geldim. Şu ölümlü dünyada görmezden geldiğim tek kişi Leyla mı. Boşvermek, kendimi mühimsemek; yoksa bulanık bir hatırayı boğmak, ezip geçmek mi istedim: hiçbirisi.O anda beni durduran tek şey, Leyla’nın elinde evirip çevirdiği, bir yandan da satıcıyla pazarlığa giriştiği yanmaz, paslanmaz bir çelik tencereydi. Demek şehrin hayhuyuna karışmış, kendiyle, çarşıyla, pazarla küskünlüğü sona ermişti. Eteğine asılıp duran dört beş yaşlarındaki zayıf kız çocuğunu o sırada farkettim. O halde bir cerahati boşaltır gibi, yıllanmış bir tortuyu kanırtmanın ne manası vardı; ışıksız odaların kuytu köşelerinde biriken, büyüyen, kararan bir tortuyu. Yedi yıl sonraydı bu. Testler, alıştırmalar, sayılar, ansiklopediler, haritalar, teneffüs saati, öğle yemeği, ikindi çayı, kek, bisküvi ve gün bitti. Günü düşünmemeli, yarını düşünmemeli; önemli günleri, haftaları, coğrafi keşifleri, çarpım tablosunu, maddenin katı, sıvı ve gaz hallerini; Uzun Hasan’ı, Genç Osman’ı, Kubilay’ı. Selvi’nin, marketin önüne saçılan çer çöpü süpürüşü, Hüseyin’in arka raflara yığdığı yağ tenekeleri, deterjanlar, yumuşatıcılar günün bitmişliğinin habercisi. Yine de sormalı:           “Bir haber var mı?” Biten günü her zamanki yeknesaklığından kurtaracak bir müjde vermiyor Selvi’nin iki yana salladığı başı. Yine de her akşam sormalı, hep sormalı: “Bir haber var mı?” Yolu asfaltlamışlar. Leyla, dökülen mucurların ayakkabılarını eskittiğini söylediği yokuşun asfaltlanmış halini görmedi. Gitti. Kar serpiştirdi peşinden. Yoksa kar onun gidişinden önce mi yağmıştı? Tutmadı. Şöyle bir geçiyordum dercesine, saçakların üzerinde ince, gri bir çizgi bırakarak geldiği rüzgârla savrulup gitti. Sulu, tatlı bir kavun gibi ağzımızda tuttuğumuz, erittiğimiz, emdiğimiz kar değildi: incecik, ufacık, içi dolu şekercik. Ne bolluğa, saflığa, vâsiliğe açılan; ne içinde pamuk helvaların tadı, ne de uzun, upuzun bir ipeğin kozasından çekilerek ilmek ilmek dokunuşu gibi, büyük büyükannelerin dilden dile aktardığı o kekremsi tat. O ilmek kopuverdi; taşa, kasırgaya, ağıya kesti. İlaçlarını almamış, hapları öylece duruyor, dedi Selvi. Karlı bir akşam vakti, komşuya ya da bakkala gider gibi usulca çıkıvermiş. Ne bir allahaısmarladık ne de bir açıklama. Göçmen kuşlar gibi. Dolmuşta göçmen kuşları; leylekleri, çamurcunları, yeşilbaşları, kiraz kuşlarını, kırlangıçları, ardıç kuşlarını düşünmüştüm. Flamingolar ve balıkçılları. Bir de düdüğünü çalarak denizi çalkalaya çalkalaya kalkan son vapurları aklımdan geçirmiştim hiç alakasız. Neden artık göçmen kuşlar yok, diye hayıflanmaya başlamıştım. Geldim ki Leyla gitmiş. Kargacık burgacık harflerle, y’leri hizaya gelmeyen silik cümlelerle karalanmış reçeteleri buruşturup bir köşeye atmış. Nereye gitmiş, geçen gün sözünü ettiği yere mi? “Bağları meşhurmuş, şifalı otları, bir de kaplıcaları.” Kar sokakları yalayıp geçti. Tutsaydı, vıcık vıcık çamur, şıpır şıpır bulanık su. Sarı, sapsarı. Bir mevtanın bakışları gibi. İçim kıyıldı. Kuşlar hep birden adı konulmadık, ayak basılmadık bir yere havalandılar, kör bir testere içimi lime lime doğrarken. Bir kör testere… Lime lime içimde. Bir göğüs darlığı, bir tıkanıklık, bir acı erik tadı. “Bağları meşhurmuş, şifalı otları, bir de kaplıcaları.” İçim çekildi. Canım yandı. Dilimde yakıcı bir tekrar: gitti! Tuhaf bir isyan, ekşimsi bir tat. O kekre tat büyüdü, zehir mi zehir. Lügatler, cümleler, sözcükler zehir.            Kana susamış cenin            Sığ bir okyanus            Kefen parası            Buzlar ülkesiTelevizyonu açtım, ütü yaptım, evi süpürdüm, örümcek ağlarını temizledim, fasulye ayıkladım. Ne yaptımsa odadaki ağırlığı damıtamadım. İşte o zaman bir kez daha, bir anlamsızlığın sınırlarına dayandığımı anladım; sakinliğine sığındığım, küçük küçük yaşantılardan büyük anlamlar üreteceğimi sandığım bu yerde kötü huylu bir ur gelip böğrüme çöreklendi. İlkinde, bir yanında gökdelenler ve plazaların, diğer yanında da devasa bir alışveriş merkezinin bulunduğu geniş bir caddeyi saatin şaşmayan ibresi gibi, haftada dört, günde iki defa turluyordum. Duvarları rengarenk ağaç, çiçek, kuş, kalp resimleriyle süslü kolej, ana caddenin bir arka sokağındaydı. Annemle birlikte, kişide sanki asırlardır yaşadığı intibaını uyandıran eski bir evde iki huzursuz kadındık. Ben çocuklardan şikayet ederdim: bencillikleri, söz dinlemezlikleri ve düzeysizliklerinden. O, sandığından hiç açılmamış eski bir hatırasını özenle çıkarır, anlatır, yazsa balkonda, kışsa pencere kenarında uyuklardı. Pırıltısını yitirmiş, incileri dökülmüş hatıralardan başka bir tutamağı kalmamıştı. Buna rağmen yatağa düşmekten çok korkar, böylesine uzun ömrüne ömür biçmek için kan şekerini, kolestrolünü düzenli olarak kontrol ettirirdi. Elini tıpkı bir dedektör gibi vücudunda gezdirir, bir noktada tutar, dinler, tam şuramda bir yanma hissediyorum, derdi. Uzun, sıkıcı yaşamında onu heyecanlandıran tek şey kan şekeri ve tansiyonunun alçalıp yükselmesiydi sanki. Bir gece, pencere kenarındaki köşesinde öldüğünde bile uyuklar vaziyetteydi. Eli bir dedektör gibi kavradığı dizlerinde. Uzun bir kesik, kaskatı bir ağrıydı yokluğu. Demek ki bu köhne evi dolduran ben değildim, dalgaların dik kıyılara açtıkları oyuklar gibi geride bir boşluk bırakan annemdi. Bense ne bu evle özdeşleştireceğim ışıltılı hatıralara, kıpırtılı yıllara sahiptim, ne de onun gibi ağrıyan yerlerime türlü hatıralarla düzinelerce gençlik sarabilecek güçteydim. Kıpırtılı, deli dolu yıllarım hafif bir yalaz aydınlığı gibi çekilivermişti. Kimine güven vermemişti delişmenliğim. Kimisi çalımlıydı; sırtını bir hisse senedi gibi ardına yaslamış. Kimisi kılı kırk yaran planlarla, hayatı ölçüp biçmeye aday. Kiminde fırtınalara geçit vermeyen sığ bir limana sığınma isteği. Kiminde hemen çözülüverecekmiş hissi veren bir kırılganlık. Kiminde hemen çekip gidiverecek dedirten bir kaygısızlık.            Dum dum dum            Duma duma dum            Yaşanası ne varsa yaşadık (mı)            Diriliğe, tokluğa, eşitliğe ulaştık (mı)            Göz alıcı kumaşlara heveskâr            Ter bıyıklı vakitleri gömdük            Dum dum dumAyıkladığım fasulyeleri ateşe koydum. Mutfağın ara boşluğa açılan küçük penceresinden başımı zorlukla çıkartarak en altta bir gölge aradım. Yarı zemin yarı bodrum kattaki bir türlü ısınmak bilmeyen soğuk odada, kasvetli, kükürtlü, ölümlü havayı soluya soluya çeşit çeşit boncuğu, çeşit çeşit takıya dönüştüren Leyla’nın, tahta döşemeye, paslı bir masaya, içlerinde renk renk bocukların, tellerin, bobinlerin, çengelli iğnelerin bulunduğu çekmecelere, bileziklere, kolyelere, küpelere sinen gölgesi bu akşam da görünmedi. Sık sık bozulan otomatiği yüzünden, yarı karanlıkta rutubetli, yapış yapış duvarlarına tutuna tutuna, birincide yaşlıca bir adamın kuru öksürüklerini; ikincide boy boy çocukların, su şıkırtılarına, kap kacak seslerine, maçlara, şarkılara, dizilere karışan patırtılarını; üçüncüde artık hemen herkesin kanıksadığı sıklıkta bir karı koca kavgasını geçerek en üstteki daireme sığındığım hastalıklı apartmanda, Leyla’nın varlığı çoktan unutulmuştu. Dönmeyecek miydi? Dönmeme ihtimali odanın ağırlığını bir kat daha artırdı. Oysa nemli duvarlarında, uzayıp kısalan çığlıkların, direnen ömürlerin, ham hayallerin, ölçüsüz tutkular besleyen kadınların, küfürleşen erkeklerin izlerini taşıyan bu küflü binaya savrulan iki kişiydik. Savruldukça bizimle birlikte büyüyen bir sızıyla. Ben emekliliğine dört yıl kala, annemin açtığı uçurumu yeni manalarla dolduracağıma inandığım bu yere tayinini istemiş bir öğretmen. O, sesine, soluğuna tahammülsüz bir yığın akrabanın ardından Selvi’nin zemin katına itilmiş, mavi gözlerine kara bir lekenin oturduğu yirmi dokuz yaşında yarım bir kadın. Bir yarısı uzun süredir görmediği beş yaşındaki oğlunda. Diğer yarısı, her yeni siparişle hayaline biraz daha yakınlaştığı bijuteride. “Bu bijuteriyi açabilirsem, Oktay’ı yanıma alabilirim. O zaman mahkeme oğlumun bakımını bana verir.”  Gün bitti. Gece bitti. Leyla’nın güvercin düşleri Oktay’ı almaya yetmedi. Üstüne üstlük, üç günlük yokluğunun ardından tutanaklara geçen cürmü de ona bu ihtimali vermedi. “Kaçırmadım, sadece görmek istedim, hepsi bu.” Bir kaçıp gitmeklikti isteği. Bir kaçıp gideni yakalama telaşı, bir gözü karalık, bir kavuşmaklık. Alımlı yüzü hepi topu üç gün içinde kertiklenmiş. Bakışlarında delice bir mana, ellerinde dizginleyemediği bir titreme. Yeşil reçeteler, herşeye, herkese küskünlük kimileyin. Bazı bazı da derinden kopup gelen bir yakınma:  “Bizi birbirimize bırakmadılar. Bizimkiler Halil’i istemedi, onunkiler beni kabullenmedi.”           Sert kışın ardından güneş ılık yüzünü göstermeye başladığında, Selvi’nin çekmecelerden boşalttığı bir yığın ıvır zıvırın arasında bulduk Oktay’ın kesilip alınmış başından geriye kalan kalp biçimli bir oyuğu ve kırmızı mürekkeple karalanmış Halil’in kanlı yüzünü. En altta, göndereni isimsiz bir zarf: Biz ikimiz el ele bütün olalım dedik/ Bacası duman tüten yuva kuralım dedik/ Bütün sevenler gibi bizim muradımız var/ Dostalara müjdeleriz bugün düğünümüz var.          Nurgül&Halil

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir