Arap Dünyasının Batısında Uyanış Problemi: Tunus, Cezayir, Fas

Paylaş:

Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin bu ayki Dîvan toplantısının konuşmacıları Fas’ın Vecde kentindeki I. Muhammed Üniversitesi’nden iki öğretim üyesiydi. Antakya’da düzenlenen “Medeniyetler İttifakı” toplantısına katılmak üzere Türkiye’ye gelen bilim adamları, merkezimizin davetine icabet ettiler. Fen Fakültesi Biyolojik Bilimler Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Mustafa el-Murabıt, aynı zamanda Mun‘ataf isimli düşünce dergisinin de genel yayın müdürüdür. Dr. Halid Hajji ise aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesidir. Konuşmacılar iki saati aşan toplantıda özetle şu görüşlerini dile getirdiler:“Fas halkı, kimliklerinin Arap ve İslâm kimliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunun farkındadır. Bundan dolayı dünyanın her yerinde Arapların ve Müslümanların etkilendikleri her durumdan onlar da etkilenmektedir. İslâm dünyasının bu bölgesindeki Müslüman Fas halkı, bu bağlılık duygusunun birlik içinde farklılığı yaşamalarına engel olmayacağının da farkındadır. Mağrip halkı (Mağrip terimiyle daha çok Cezayir, Fas ve Tunus’u içine alan Batı Arap dünyası ülkeleri kastedilmektedir) kendilerine has fıkıh mezhepleri geliştirmiş, yine kendi şartlarına uygun düşünce metotları, içinde yaşadıkları coğrafyada kökleşmelerini sağlayan stratejiler oluşturmuştur. Bunları gerçekleştirirken ümmetin temel sabitelerini reddetme ve yüce hedeflerinden uzaklaşma yoluna da gitmemişlerdir. “Malikî fakihler yirminci yüzyıl başlarına kadar insanın “vâkıf” olması, yani dışarıdan İslâm dünyasına gelen şeyleri İslâm’dan ayırması, “lekkâf”, yani dışarıdan gelen her şeyi hemen kapıvermemesi, yeni keşfedilen her şeyi kendine mal etmede acele etmemesi gerektiğini söylerlerdi. Fakat sömürü güçlerinin ülkeyi ele geçirmesiyle birlikte toplum tamamen Batı medeniyeti içine girme ve onda erime arzusuyla yanıp tutuşanlarla geçmişe bağlı olan ve yeniden ona dönme hayali kuranlar arasında ikiye ayrıldı. “Sömürü sonrası bütün toplumlarda olduğu gibi, Arap dünyasının batısı “Asalet” (Gelenek) ile “Muaseret” (Çağdaşlık) arasında ikiye bölündü ve aydınlar ya geleneği ya da çağdaş olanı savunmaya çalıştılar. Böylece modernist ve gelenekçi akımlar başta olmak üzere çeşitli düşünce okulları ortaya çıktı. Bu ekollerin önderlerinden bahsetmek istersek şu bariz düşünürlerin isimlerini sayabiliriz: Allâl el-Fâsî, Abdullah el-Aravî, Muhammed Âbid el-Cabirî. Bu isimlerden her biri, etrafında birçok aydının toplandığı zirveleri temsil etmektedir. “Modernizm ve gelenekçilik arasındaki diyalektik ilişkiden ortaya çıkan düşüncelerin süzgeçten geçirilip ayıklanmasından sonra, diyalog dairesini genişletmeye ve eski ile yeni, orijinal olan ile ithal edilen arasındaki diyalektik ilişkinin yol açtığı krizlerden kurtulmaya yönlendiren bir oluşum tebellür etmeye başladı. “Böylece, Mun‘ataf dergisinin yayın kurulu üyeleri olarak düşünce sahasına hâkim olan tartışmaların çatışmacı ve birbirlerini inkâr eden doğasından uzak yeni bilgi ufukları açmak için birtakım alternatifler ortaya koymaya çalıştık. Bu gaye ile Prof. Dr. Taha Abdurrahman’ın maiyetinde “Hikmet Düşünürler ve Araştırmacılar Merkezi” adında bir merkez kurduk. Bu merkez ihtiyaç duyduğumuz üç prensip üzerine inşa edildi: diyalog, akıl ve ahlâk. Bu üç prensibin sadece Mağrip’teki değil, Doğu Arap ve İslâm dünyasındaki düşünürleri ve hatta dünyanın diğer bölgelerindeki düşünürleri de etrafında toplayabilecek prensipler olduğu kanaatindeydik. “Bu yüzden bazı önemli kavramları seçerek bunların İslâmî çevremizde yerleşmesini ve kökleşmesini sağlamak istedik. Bu gaye ile Mun‘ataf dergisinin bazı sayılarını “Din ve Devlet İlişkisi”, “Toplum ve Kadın”, “Uyanış Tecrübeleri”, “Büyüme ve Toplum” gibi önemli toplumsal konulara tahsis ettik. Bu yaklaşımımız tepkisel mahiyette veya diğerinin faaliyet ve gayretlerini kötüleyen çatışmacı bir yaklaşım olmayıp, aksine hedefimiz Batı’nın günümüz ve geçmişte medeniyete yaptığı değerli katkıların hakkını vermek, ümmetin de günümüz ve geçmiş kültür mirasında eleştirilmesi gereken yönlerini eleştirmektir. Omuzlarımıza, düşünce konularını gündeme getirip destekleme sorumluluğunu aldık. O zamandan bugüne kadar hedefimiz bu iki âlemle ilişkiye geçmek için yeni bir dil ve söylem oluşturma çabası oldu. Bizim cevaplamaya çalıştığımız soru: Dünyayı “ben” ve “diğeri” şeklinde bölen ve artık üretici olmaktan çıktığını düşündüğümüz diyalektik ilişkiden uzak bir şekilde nasıl daha kültürlü ve daha ahlâklı bir dünya haline getirebiliriz sorusuydu.“Bu çerçevede konuşmacılar, Batı Arap dünyasında sömürge sonrası dönemde gelişen fikrî ve siyasî bilincin çeşitli yönlerini analiz ettikten sonra, İslâm ümmetinin ve dünyanın durumlarını düzelteceğine inandıkları bazı kavramları gündeme getirdiler. Arap dünyasının ve İslâm ümmetinin, sıkıntısını çektiği geri kalmışlıktan kurtulmalarının en önemli şartlarından biri olarak yaratıcı ruhun canlandırılması gerektiğine vurgu yaptılar. Son olarak, iki konuşmacı da inceleyebildikleri kadarıyla Türkiye tecrübesinin yaratıcı düşünce alanında çok önemli bir seviyede olduğunu gördüklerini ve bu tecrübeden yararlanma konusunda istekli olduklarını vurguladılar.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir