Uluslararası Medeniyetler ve Dünya Düzenleri Sempozyumu

Paylaş:

Adil ve sürdürülebilir bir küresel “dünya düzeni”nin mahiyeti ve imkânı üzerine düşünen araştırmacılar için disiplinlerarası bir platform oluşturma amacıyla yola çıkan Bilim ve Sanat Vakfı, yaklaşık dokuz ay süren yorucu bir çalışmanın ardından, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla 12-14 Mayıs 2006 tarihinde Uluslararası “Medeniyetler ve Dünya Düzenleri” sempozyumunu düzenledi. Medeniyet ve dünya düzeni kavramlarının beraberce ve eleştirel bir yaklaşımla yeniden değerlendirildiği sempozyuma 29 ülkeden yaklaşık 136 akademisyen ve araştırmacı katıldı. Üç gün boyunca 1500’ü aşkın kayıtlı dinleyicinin takip ettiği sempozyum, gerek doyurucu muhtevası gerekse organizasyondaki başarısıyla dikkat çekti. Sempozyum sonunda ortaya konan fikirlerin teorik olmaktan çıkıp pratiğe yansıması ve insanlığın mevcut dertlerine şifa olması ise herkesin ortak temennisiydi.Sempozyumun açılışı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapıldı. Vakıf Başkanı Dr. Mustafa Özel ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Kadir Topbaş’ı temsilen Prof. Erman Tuncer’in katılımcı ve dinleyicileri selamlamasının ardından, onur konuşmasını Devlet Bakanı Prof. Mehmet Aydın yaptı.İki çiğ kelime olarak tanımladığı medeniyet ve dünya düzeni kavramlarını pişirmek üzere bu sempozyuma ev sahipliği yaptıklarını belirten Dr.MustafaÖzel, bugün “en medenî”nin “yıkım gücü en yüksek olan” manasına geldiğinin altını çizdiği konuşmasını şöyle sürdürdü: “2006 yılındayız. Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumu İstanbul’da yapılıyor. İstanbul, şükürler olsun, en medenîyi temsil etmiyor. Bu sebeple düzen kurma potansiyeli en yüksek olan, sokaklarında 1000 yıllık Bizans ve 600 yıllık Osmanlı barışının izlerini taşıyan bir merkez… Barışı hedeflemeyen düzen kuramaz; düzen kurulsa bile ancak güç ve adalet ile ayakta kalabilir.”Sempozyumun Onur Konuğu, BM nezdinde yürütülen “Medeniyetler İttifakı” projesinin eşbaşkanlarından Prof. Mehmet Aydın, insanlığın ortak değerleri olarak tanımladığı medeniyetler üzerine yapılan tartışmaların, günümüzde özellikle de AB bağlamında stratejik ve politik bir boyut kazandığını vurgulamasının ardından şunları söyledi: “Adalet, insan onuruna saygı, hukukun üstünlüğü, demokrasi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve tüm bunların çoğulcu, toleranslı bir toplum içinde gerçekleşmesi ne Yahudi-Hıristiyan mirasının ne de AB’nin bir armağanıdır; aksine tüm insanlığın paylaşılan değerleridir… Avrupalı liderler uluslararası platformda medeniyetler çatışması tezine karşı çıksa da, iç meselelerin alevlenmesiyle bu tezi içten içe savunuyorlar. Pek çok gerçeğin üstünü örtmek üzere kullanılan tezi problemli kılan asıl husus, siyasîlerin onunla amel etmesidir.”Selamlama ve onur konuşmasının ardından, üç medeniyet havzasından üç ayrı siyaset bilimci açılış oturumunda tebliğlerini sundu:Prof. Richard Falk’un “Çok Medeniyetli Dünyada Küresel Yönetişimin Zorlukları” başlıklı konuşmasında öne çıkan hususlar şunlardı: “İnsanlığın günümüzdeki karmaşası, kırılganlığı ve birbirine bağımlılığı küresel yönetişim krizini artırıyor. Bu kriz, daha önceki tek medeniyete (Batı) dayanan dünya düzeni modelinin değerini ve yasallığını kaybetmesinden kaynaklanıyor… Birbiri ile bağlantılı olan terör ile savaş ve medeniyetler arası çatışmaya karşı alınan önlemler aşırı ve gereksiz bir cevap halini aldı. Teröre karşı savaş ilanı, her türlü devlet dışı politik şiddete kadar genişletildi, hatta kendi kaderini tayin hakkı için verilen otantik mücadeleleri dahi içerdi; böylece 11 Eylül’e karşı verilen cevabı aklın hayal edebileceği en uç noktaya kadar genişletti.”Konfüçyen hümanizmini Aydınlanma aklına bir alternatif olarak sunan Prof. TU Weiming’e göre, “İnsan topluluğunun geleceğine dair tek bir seçenek öneren Aydınlanma aklı retoriğinin meydan okuyucu tavrına karşı onun insan merkezciliğini, araçsal aklını ve saldırgan bireyciliğini aşabilecek hümanist bir vizyon formüle etmek üzere, tarihsel ve karşılaştırmalı bir medeniyet perspektifi içinde insan toplumlarında mevcut olan tüm manevî kaynaklara değinerek ve filozoflarla ilahiyatçıların yakın işbirliği veya dostane rekabeti içinde öze ve felsefî çabanın kaynağına -kendini bilmeye- sağlıklı bir dönüş gerçekleştirilebilir. Bu noktada kültürel çeşitlilik hakikati içinde evrensel etik ideale hitap eden Konfüçyen hümanizminin sunduğu antropokozmik perspektif tarihî açıdan önemlidir.”Oturumun son konuşmacısı Prof. Ahmet Davutoğlu idi. Medeniyetlerin üzerine yükseldiği altı temel parametreyi -yeni birer varlık, bilgi ve değer paradigması üretilmesi, bunların zamana ve mekâna yansıtılması ve nihayetinde dünya düzeninin yeniden teşekkül ettirilmesini- Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin, Yunan, İslâm ve Batı medeniyetlerinden verdiği örneklerle açıkladı. Bugün gelinen noktada “küresel bunalım”ı aşmak için bu parametrelerin yeniden formüle edilmesi gerektiği üzerinde durdu. Çatışmaları en aza indirmenin yolunun, ortak bir vizyonla tüm medeniyetlerin bir araya getirilmesinden geçtiğini vurgulamasının ardından Huntington’ın yırtık ülke tanımlamasına geçen Davutoğlu, “Türkiye tam da bu sebeple önemlidir. Doğu-Batı, Kuzey-Güney geriliminin odağındaki Türkiye, kendi vizyonunu oluşturması halinde adeta bir pusula gibi, medeniyet dönüşümünün ve küreselleşmenin yönünü gösterecektir. Bunu diğerlerine model olmak için değil, kendimize ve insanlığa şifa olmak için yapmalıyız” diyerek sözlerine son verdi.Medeniyetler ve dünya düzenleri kavramlarının her yönüyle ele alındığı sempozyum, CRR’deki 3 oturumun ardından, Vakfın beş ayrı salonunda yapılan 26 oturumla devam etti. Birbirinden değerli tebliğlerin sunulduğu oturumları tercih noktasında epeyce zorlandık. Takip edemediklerimizi yayımlanacak olan sempozyum kitabında okuma temennisiyle bazı tebliğleri sizinle paylaşalım.Huntington’ın medeniyetler çatışması tezi üzerinden medeniyeti tartışan Prof. Chris Brown’a göre, “Medeniyetler fail olarak ele alınamaz; zira medeniyetlerin başlı başına temsil kabiliyeti yoktur. Bu sebeple medeniyetler diyalogundan da, medeniyetler çatışmasından da söz edilemez. Aslında her iki söylem de hegemonun gücünü devam ettirmesini sağlayan birer örtüdür… Diyalog siyasî bir konudur ve medeniyetler arasında değil, diyalogu kabul eden devletler/gruplar arasında gerçekleşir. Gerçek bir diyalog için Batı, insan tabiatına bakışını gözden geçirmeli, klasik dönemdeki bazı ahlakî değerleri canlandırmalı, dine yönelik teorik saldırılarından vazgeçmeli.”Medeniyet paradigmasını dünya düzenini meşrulaştırma aracı olarak ele alan Prof. Hans Köchler’e göre, “Dünya düzeninin istikrarını sağlama hususunda din, 19. yüzyıla kadar temel meşrulaştırma aracıydı; ancak yavaş yavaş dinin yerini, özellikle hâkim Batı medeniyeti bağlamında seküler ideolojiler aldı. Son dönemde öne çıkan medeniyet paradigması ise, hızla küresel nüfuzun muhtemel rakiplerinin itaatini sağlama aracı haline geldi… Medeniyetler diyalogu bir medeniyetin diğer bir medeniyeti baskı altına almasıdır; her medeniyetin kendi değerleri vardır ve bunlar diğer medeniyetlerce yok edilemez. Sadece medeniyetsel çoğulculuk adil bir dünya düzenini sağlayabilir.”Soğuk Savaş’tan zaferle çıkan liberal değerlerin iç çelişkilerini ortaya koyan ve liberal ideolojiyi Karikatür Krizi üzerinden sorgulayan Prof. Georg Sorensen’e göre “Pozitif ve negatif özgürlükler ikilemine dayanan liberal değerler, birbirleriyle yarışan değerlerdir. Bu sebeple liberalizm, istikrarlı bir dünya düzeni kurma konusunda entelektüel bir kriz içindedir; hatta liberalizm liberaller için dahi problemlidir… Her türlü liberal çığırtkanlığın ardında aslında her zaman ulusal çıkarlar vardır.”Tebliğinde dünya düzeni ve vatandaşlık kavramlarına vurgu yapan Prof. Fred Dallmayr’a göre, “Batı Medeniyeti’nin ortaya çıktığı dönemde, biri Atina’dan yükselen, diğeri Kudüs’ten ilham alan iki vatandaşlık telakkisi mevcuttur. Bütün bir Batı Medeniyeti tarihi, bu iki telakki arasındaki gerilim veya çatışma şeklinde tezahür eder. Batı modernliği bağlamında, bu miras ya unutulur ya da kenara itilir… Modern liberalizm şemsiyesi altında vatandaşlık, daha derin bir bağlılığı dışlayan, formel-yasal bir sözleşme şeklinde tasvir edilse de, kapı dışarı edilen medenî bağlar, milliyetçilik ve etnik ve dinî ‘kimlik’ şeklinde ters teperek arka kapıdan içeri girer.”Moderniteye geçişle birlikte Avrupa ‘üstünlüğü’ fikrinin sözde bilimsel bir çerçevede seküler ırk kavramı ile dönüşüm geçirmesini konu eden Dr. Aristotle A. Kallis, sempozyumun dikkat çeken tebliğlerinden birini sundu: “Başlangıçta antropolojik bir terimden ibaret olan ırk, sömürgecilik ve milliyetçiliğin etkisiyle 1850’lerde biyolojik ırkçılığa, ötekinin biyolojik olarak değiştirilemeyeceği fikrine dönüştü. Hiyerarşiye dayanan bu anlayış, medenî olmayan ötekini süflî ve hatta tehlikeli hâle getirerek, Avrupalıların sömürgelerinde fiilen uyguladıkları iktisadî, siyasî ve kültürel tahakkümü genişletmesine zemin hazırladı. Her ne kadar ırk söylemi 1945’ten itibaren gündemden düşse de, ‘medeniyetler arası diyalog’ gibi pek çok söylemin ardında zımnen de olsa varlığını sürdürmektedir.”Son dönemde neden medeniyetlerin ve medeniyetler çatışması tezinin merkezî bir tartışma haline geldiği sorusuna odaklanan Prof. Mark B. Salter’a göre, “Bugün Bush ve Blair tarafından sıkça kullanılan ve kökü sömürgeciliğe dayanan medeniyet söyleminin öteki oluşturma ve çatışmaları meşrulaştırma işlevi vardır. Demokrasi götürmeyi medenileştirici bir misyon olarak gören ve kendisiyle birlikte hareket etmeyeni barbar olarak niteleyen Bush, ‘barbarlarla diyalog imkânsızdır, tek seçenek onları yok etmektir’ söylemiyle başlattığı ‘teröre karşı savaş’ta medeniyet söylemini oldukça iyi bir bahane olarak kullanıyor. Aslında bu, Huntington’ın belirttiği üzere bir medeniyetler çatışması değil, Medeniyet’in barbarlıkla savaşıdır. Hem Irak hem de Afganistan Savaşı’na ilişkin başlangıçta öne sürülen tüm bahaneler iflas ederken, esnek ve uyarlanabilir olan bu söylem; ulusal çıkar, ulusal kimlik ve güçler dengesi gibi söylemlerin yapamadığını başarıyor.”Siyasî mücadelenin nasıl kültür üzerinden, özellikle de kadın ve cinsiyet üzerinden ifade edildiğini ele alan Araştırmacı-Yazar Nazife Şişman’a göre, “Jeo-politik iktidarın kurulması ve meşrulaşması için mevcut küresel sistem, kurtarılması/kurtulunması gereken bir takım unsurları belirleyerek sınırları çiziyor. Bu şekilde Batı’nın hayat tarzını nesnel ve ampirik olarak sunup, diğerlerini bunun üzerinden tanımlayarak gerçeklerin üzeri örtüyor. ‘Müslüman kadın’ hakkında geliştirilen söylemler buna iyi bir örnek. ‘İslâm kadın için ezicidir, bunun en bariz göstergesi de örtüdür’ anlatısı, Müslüman kadının İslâm’dan özgürleştirilmesi amacını taşıyor ve İslâm ülkelerinin sömürgeleştirilmesi ile birebir bağlantılı.”Müslüman bir süper gücün olmamasının sonuçlarını eleştirel bir gözle değerlendiren Prof. Bobby S. Sayyid’e göre,“Son birkaç asırdır Müslümanların yüz yüze kaldığı temel sorunlar kültürel, medeniyetsel veya etnik değil, siyasî zayıflıklarından, mevcut dünya düzeninde Müslümanların kurumsal manada temsil edilmemesinden kaynaklanıyor. Bu sorunları aşabilme bağlamında hilafet önemli. Zira kurumsallaşmış farklı bir siyasî organizasyon olmaksızın Müslümanların kendi seslerini duyurabilmeleri, kendi siyasî kimliklerini ve tarihî tecrübesini makul bir şekilde sunmaları mümkün değil.”Tektanrıcılık ile dünya imparatorluğu arasında zorunlu olmayan ama önemli bir ilişki olduğunu Emevî ve Abbasî hilafeti üzerinden ele alan ve hilafetin İslâm dünyası açısından önemini ortaya koyan Dr. Hayrettin Yücesoy, Bobby Sayyid’in tebliğinin bir nevi tarihî temellendirmesini yaptı. “Ortaçağ’da, bizzat kendi mesajlarını kendinden önceki kadim kültürler ve siyasî geleneklerle meczederek dünya imparatorluğu rüyalarını gerçekleştiren Hilafeti önceki çabalardan ayıran husus, evrensellik idealini hem siyasî hem de sosyal yapıda tecessüm ettirerek yeni oluşumların doğuşuna etki etmesidir… 10. yüzyıldan itibaren Hilafet zayıflayıp siyasî birlik ortadan kalksa dahi ticaret, medrese ve vakıf gibi sosyal ağlar sayesinde bu evrensellik ideali sürdü ve sonraki yüzyıllarda evrensel siyasî birliğin sürekli teşvikçisi oldu. Bu ideal, yalnızca Osmanlı gibi büyük bir imparatorluğun doğuşunu sağlamakla kalmadı, Moğolları İslâmlaştırdı ve siyasî evrenselliği tekrar hayata geçirmeyi başardı.”Birkaç asırlık geçmişi olan medeniyet kavramını izah ederek konuşmasına başlayan Doç. İhsan Fazlıoğlu medeniyetlerin ayrıştırıcı ilkesi olarak theo-ontoloji üzerinde durdu: “Medeniyet denilen hayat küresine bütünlülüğünü ve birliğini veren, içerisinde yaşayan insanın tüm maddî, manevî ve fikrî yapıp etmelerini anlamlı kılan theo-ontolojidir. Theo-ontoloji, insanın bilme eylemi ile (ilimKâinat’ı Âlem’e dönüştürmesi; Kâinat’a suret ve mana vermesi manasına gelir. Tarihte yalnızca medeniyetler değil, kültürler bile sahip oldukları theo-ontolojiler açısından farklılaşır ve bu, medeniyetleri ve kültürleri hem dünya görüşü hem de dünya tasavvuru açısından ayrıştırır.”Küreselleşme sürecinde insanlığın karşı karşıya olduğu meydan okumaya Müslümanların üretebileceği en önemli çözüm olarak Doç. Recep Şentürk, “varlık, bilgi ve hakikati tek düzeye indirgeyen, bu sebeple otoriteryen bir sosyal yapı oluşturup, farklı gruplara hayat hakkı tanımayan ‘kapalı bilim’ (pozitivist yaklaşım) yerine; çoğulcu bir dünya düzenin kurulabilmesi için çok katmanlı varlık, bilgi, anlam, değerler ve hakikat üzerine inşa edilmiş bir bilimsel anlayışın yani ‘açık bilim’in geliştirilmesi gerektiği”ni ortaya koydu. Zira açık bilim, varlığın giriftliğini daha iyi yansıtmanın ve indirgemeciliğin önüne geçmenin yanı sıra, Osmanlı ve İslâm tecrübesinde olduğu gibi çok farklı düşünceleri barış içinde bir arada tutmaya yarayacaktır.15. asırdan 17. asra Osmanlı devlet erkânı ve uleması arasında farklı bir siyasî ve kültürel kimliğin oluşumunu inceleyerek Osmanlı’nın medeniyet tecrübesini ortaya koyan Dr. Hüseyin Yılmaz’a göre, “Osmanlı eliti 16. asırda kendisini ayrı bir medeniyet olarak algıladı. İlk defa hem kendisini İbrahimî gelenek içine koyup kadim imparatorluklarla kıyaslayarak hem de kendi dışındakilerle bağlantı kurarak dünya tarihi yazımına başladı. Böylece tarihteki biricikliklerini vurgulayarak yönetim, toplum ve kültürde Osmanlı tecrübesinin farklılığını ortaya koydu.”Türkiye’deki sistemik kriz ve sonucunda yaşanan yapısal dönüşümü, küresel düzenin “imkânsız üçleme” kuramı bağlamında inceleyen Dr. İbrahim Turhan’ın mizahlarıyla dinleyicileri tebessüm ettiren sunumu sempozyumun kapanış tebliği olarak da değerlendirilebilir. “1998’de İMF ile imzalanan anlaşma ve 1999’dan itibaren AB ile hızla gelişen ilişkiler sonucu Türkiye, 1839’dan itibaren sistemsiz ve bilinçsiz de olsa süregelen direncin sona ermesiyle kapitalistleşme dönemine girdi. Ancak bu mecburî yapısal dönüşüm ekonomik ve sosyal yapıda pek çok problemi beraberinde getirdi.” Bu problemlere karşı Turhan’ın teklifi ise deregülasyon, liberalizasyon ve marketizasyon; yani “güçlüyü haklı hâle getiren regülasyona karşı adil bir düzen, özgürlük ve güvenlik ikileminden çıkmamızı sağlayacak liberalleşme ve gücün temerküzüne karşı gerçek piyasa”.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir