İbn Sinâ’nın Varlık-Mahiyet Ayırımı Üzerine Tartışmalar
Bu çalışmanın amacı, İbn Sinâ’nın varlık-mahiyet ayrımına ilişkin modern akademik araştırmalardaki uzun soluklu ve yoğun tartışmaları değerlendirmektir. İbn Sinâ’nın vefat ettiği 11. yüzyılın hemen ardından hem Batı’da (İbn Rüşd ve Thomas Aquinas) hem de Doğu’da (Sühreverdî ve Tûsî) ciddi tartışmaların merkezi haline gelen varlık-mahiyet ayırımı, 20. yüzyılda konu üzerine yapılan akademik araştırmalarda da önemli bir yer işgal etmiştir. Biz de bu makalede meselenin tarihî sürecinden ziyade, 20. yüzyılda oluşan geniş literatürü ele almaya çalışacağız.
Bu makalenin amacı, varlık-mahiyet ayırımı konusunda kimin haklı olduğunu ortaya koymak değildir; bilakis bu konudaki farklı anlayışların sebepleri üzerinde durmaktır. Bu minvalde, İbn Sinâ’nın mahiyeti mi yoksa varlığı mı öncelediği, metafiziğinin merkezine kavramsal/zihnî olanı mı, yoksa gerçek/hakikî olanı mı koyduğu şeklindeki pek çok soru literatürde farklı şekillerde yanıtlanmıştır. Benzer şekilde ayırımın Yunan kaynaklı mı, Yeni-Eflatuncu mu, yoksa erken dönem kelamî tartışmaların bir sonucu mu olduğu meselesi de muhtelif iddialarla desteklenmeye çalışılmıştır. Bu ve bunun gibi pek çok hususun temelinde, gerek araştırmacıların önyargılarından kaynaklanan tarihî, gerek aslî metinlere vukufiyetsizlikten kaynaklanan dilsel, gerekse de İbn Sinâ’nın bazı kavramları farklı yerlerde farklı anlamlarda farklı kişilere hitaben kullanmasının doğurduğu semantik problemlerin yol açtığı yanlış ve farklı değerlendirmeler yatmaktadır. Dolayısıyla, aşağıda çizmeye çalışacağımız portre bu zorluklardan dolayı ayrı yollarda ilerleyen bir dizi iddia ve değerlendirmeyi derli toplu halde bir araya getirip, mukayeseli çalışmalara bir zemin hazırlamak iddiasındadır.
Aristo Metafizik’inde Sokrates’e iki şey borçlu olduğumuzu söyler: Tümevarımsal akıl yürütme ve küllî tanım.[1] Bir şeyin ne olduğunu, yani mahiyetini nasıl bilebileceğimizi Sokratik metot sayesinde öğrendik. David Burrell, bu aporetik metodun birşeyin tanımına dair bir formül verdiğini ve bu sayede -Yunan dünyasındaki hitabet ve retoriğe dayalı entelektüel ortam dikkate alındığında- tanımlar üzerinde ittifak edilerek daha sağlıklı bir anlaşma ve tartışma ortamı oluşturulduğunu söyler.[2] O, kendi kurduğu anlatıda aporiadan, yani aporetik olandan başlar ve İbn Sinâ’yı bu aporetik gelenek içinde değerlendirip kritik eder. Biz de Burrell’in başladığı yerden hareket edip yolculuğumuza pek çok noktada ondan ayrılan Fazlur Rahman, Nadir el-Bizri ve Toshihiko Izutsu ile devam edeceğiz. Bu arada yer yer yolun dışına çıkarak Robert Wisnovsky ve Parviz Morewedge’in de değerlendirmelerine yer vereceğiz.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız.
[1] Marias, J., History of Philosophy, New York 1967, s. 39.
[2] Burrell, D. B., “Essence and Existence: Avicenna and Greek Philosophy”, MIDEO, 17, 1986, s. 54.