İslâm Dünyası ve Darfur? Türkiye’nin Darfur Politikasının Sınırları ve İmkânları
Sevilla Üniversitesi’nden doktora adayı Mehmet Özkan, genelde İslâm Dünyasının özelde Türkiye’nin Darfur politikası üzerine kaleme almakta olduğu makalesini bizimle paylaştı. Konuşmasının başında İslâm Dünyasının en önemli problemlerinden biri olmasına karşın kaynak-literatür eksikliğinden dolayı Darfur sorunu üzerine çalışma yapmanın zorluğuna değindi ve çalışılması gereken bakir bir alanın varlığına işaret etti. Özkan sunumunu; İslâm Dünyasının Darfur politikası, bu genel çerçeve içerisinde Türkiye’nin Darfur politikası ve geleceğe dair yansımaları olmak üzere üç bölümde gerçekleştirdi.İlk bölümde, Darfur’da yaşanan olaylar neticesinde 200.000 ila 400.000 kişinin hayatını kaybettiğine ve bunun, Bosna Savaşı’ndaki ölümlerin 2 ya da 4 katı olmasına rağmen Darfur sorununun, sivil ve uluslararası toplumun gündeminde Bosna Savaşı kadar hızlı ve geniş bir yer bulmadığına, dolayısıyla bu durumun, yabancı medyada “İslâm Dünyasının yüz karası” olarak değerlendirildiğine dikkat çekti.Özkan, İslâm Dünyasının ve Türkiye’nin Darfur sorununa bakışının anlaşılabilmesi için bu sorunu dört aşamada inceledi: Birinci aşama çatışmaların ortaya çıktığı ve ölümlerin yaklaşık yarısının gerçekleştiği Şubat 2003-Aralık 2004 dönemi; ikinci aşama, Aralık 2005’ten Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir hakkındaki kararını açıkladığı Temmuz 2008’e kadar olan dönem; üçüncü aşama, barış görüşmelerinin ve seçimin gerçekleştiği Temmuz 2008-Nisan 2010 dönemi; dördüncü aşama ise bundan sonrasına dair beklentileri içeren dönem.Özkan’a göre, ölümlerin en yoğun yaşandığı ilk dönemde Darfur sorununun gündemde olmamasının temel nedeni, uluslararası toplumun ve İslâm Dünyasının dikkatinin Irak’a yoğunlaşması. Çatışmaların azaldığı daha sonraki aşamada ise ABD’de Cumhuriyetçilerin, medyanın ve “Darfur’u Koru” koalisyonunu oluşturan STK’ların propagandası neticesinde uluslararası gündem Irak’tan Darfur’a kaydı. Çin’in Afrika’da etkin olma girişimleri esnasında Batı, meseleyi Çin’e bıraktı ve İslâm Dünyasını soykırımla suçladı. Bunun üzerine İslâm Dünyası savunmacı bir tavır takındı ve bu bağlamda Başbakan Tayyip Erdoğan “Darfur’da soykırım yoktur” söylemini dillendirdi. Irak Savaşı’nın gerekçelerinin asılsız çıkması, ahlâkî bakımdan ABD ve İngiltere’yi haksız, İslâm Dünyasını ise haklı bir konuma getirdikçe, bu haksızlığı unutturmanın en iyi aracı Darfur’u gündeme taşımak oldu; yani Darfur meselesi Batılılar için araçsallaştı. Üçüncü döneme gelince, UCM’ye havale ettikten sonra Batı’nın meseleye ilgisi iyice azalırken, sorumluluk artık İKÖ ve çatışan taraflar arasında arabuluculuk için devreye giren Katar’a düştü. İslâm Dünyasının, meselenin iyice farkına varması ve savunmacı tepkiden sahiplenici bir tutuma yönelmesi de bundan sonradır. Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirilen barış görüşmelerinin ardından Sudan’da yapılan ve el-Beşir’in kazandığı seçimlerle başlayan dördüncü dönem ise, zamanın ne getireceğine bağlı olarak gelişecektir.İkinci bölümde Özkan, Türkiye’nin konumunu anlamada üç hususun önemli olduğunu ifade etti:1. Teröre karşı savaş söylemi: Müslümanların potansiyel terörist olarak algılandığı bir ortamda terör soykırımla bir araya getirilmeye çalışıldı ki bu, İslâm Dünyasının savunmacı bir şekilde, Türkiye’nin de soykırımı reddeder bir tavırla meseleye yaklaşmasının önemli bir nedeni oldu.2. Türk dış politikasının çok boyutluluğu ve bu durumun küresel siyaset ortamındaki sınırları: Türkiye, nasıl ki Irak Savaşı’nda ABD’nin yanında ya da karşısında yer alma ikilemi yaşadıysa, Darfur sorununda da ya Batı’nın soykırım söylemini kabul etmek ya da –son dönemde iyi ilişkiler geliştirmeye başladığı– Arap ülkelerinin sanki hiçbir şey olmamışçasına takındığı tavrı benimsemek arasında tercih çelişkisiyle karşı karşıya geldi ve Darfur meselesinde ağırlığını koyamadı.3. Türkiye’nin Darfur yaklaşımının teorileştirilebilir olup olmadığı: Özkan’a göre Türkiye’nin yaklaşımı, “sessiz diplomasi”nin bir örneği ve bu, karar alıcılar tarafından bilinçli olarak tercih edilmese de doğal süreçte ortaya çıkan bir durum.Son bölümde Özkan, “sessiz diplomasi”nin tanımı, türleri ve ona yöneltilen eleştiriler bağlamında Darfur meselesinin geleceğine nasıl etki edeceğini ortaya koymaya çalıştı. Güney Afrika’nın Zimbabve yaklaşımına dayanan (aktif) sessiz diplomasi hem iç ve dış baskıyı kısmen görmezden gelerek hem de taraflarla doğrudan görüşmeleri sürdürerek sorunu çözmeye çalışan bir çabanın kavramsallaştırılmasıdır ki aktif ve pasif olarak ikiye ayrılabilir. Türkiye’nin, Darfur bağlamında, Devlet Başkanı Beşir ile Ankara’da iki defa görüşmesi ve uluslararası forumlarda görüşmeyi sürdürmesi, diğer devletlerin ilişkileri gözden geçirdiği bir ortamda ekonomik ve siyasî ilişkileri geliştirme çabasında olması, pasif sessiz diplomasinin bir örneğidir.Pasif sessiz diplomasinin temel öğelerine ve sessiz diplomasiye yönelik eleştirilere de Türkiye’nin Darfur politikası bağlamında değinen Özkan’ın BSV’deki bu sunumunu merak edenler, Birol Akgün ile birlikte kaleme aldığı ve SETA Policy Brief, Temmuz 2010’da yayımlanan “Why Welcome Al Basheer? Contextualizing Turkey’s Darfur Policy” makalesini okuyabilir.