Filistin Meselesinin Gelişimi ve Kudüs’ün Statüsü: Kanunun Gücü mü, Gücün Kanunu mu?(The Evolution of the Palestine Problem and the Status of Jerusalem: Force of Law or Law of Force?)

Paylaş:

Uluslararası toplumu ilgilendiren konularda meşruiyetin sorgulanmasının neye dayanılarak yapılabileceğini ve modern uluslararası hukuk düzleminde bu sorgulamanın hangi kavramlar etrafında yapılabildiğini, Filistin meselesi ve Kudüs şehrinin uluslararası statüsü özelinde Innsbruck Üniversitesi Felsefe Bölümü üyelerinden Profesör Hans Köchler’den dinledik. Köchler, felsefe profesörü ve aynı zamanda Uluslararası İlerleme Örgütü’nün (1972) başkanlığını yürütmektedir.

Sunumuna, Filistin meselesinin tarihsel arka planını hatırlatmakla başlayan Köchler, ilk bölümde Kudüs meselesinin Filistin meselesinden ayrı düşünülemeyeceğine değindi ve Filistin meselesinin de temelde bir self determinasyon sorunu olduğunu belirtti. Ayrıca bu kısımda, genel olarak 1947 Bölünme Planı’nın ve corpus separatumyaklaşımının hukukî açıdan zemin bulamayışına ve Kudüs’teki mevcut durumun Filistin’in geri kalanı kadar ciddi bir adâletsizliğin ürünü olduğuna da işaret etti.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında geçen sürecin, Filistin halkı için bir self determinasyon ve özgürlük sürecinden çok, kolonyal bir süreç olduğunu söyleyen Köchler, Filistin’de yaşayan insanların bu süreçte her türlü sivil ve politik haktan mahrum kaldığını ifade etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun çekilmesinden sonra buradaki insanların birtakım anayasal hakları olduğunu ve Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan devletlere bu bölgede herhangi bir şekilde otoritesini devretmediğini Sevr ve Lozan Anlaşmaları’nın geçerliliği çerçevesinde vurgulayan Köchler, buradaki yerli halkın anayasal haklarının devam ettiğini; ancak manda döneminde bunların görmezden gelindiğini ortaya koydu. Bu yolla, İngiltere’nin hem Milletler Cemiyeti’nin öngördüğü manda rejimine aykırı hareket ettiğini, hem de bu sistemin getirdiği temel haklardan birini, Filistin halkının self determinasyon hakkını ihlal ettiğini Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’nin ilgili maddeleriyle pratikteki durumu karşılaştırarak gözler önüne serdi. Manda metnine Balfour Deklarasyonu’nun amaçlarını dâhil eden İngiltere, Yahudiler’in Filistin’de yurt edinme taleplerini benimsemiş ve Milletler Cemiyeti manda rejiminin ihlali büyük ölçüde bu yolla gerçekleşmiştir. Bu şartlar altında bakıldığında, asıl amacı Filistin halkını bağımsız devlet idaresine alıştırmak olması gereken İngiliz manda yönetiminin, aksi yönde hareket ettiğini ifade eden Köchler, İngiliz yönetiminin Filistin’e dışarıdan Yahudi göçünü teşvik ederek Filistinlilerin self determinasyon haklarını ihlal ettiğini ortaya koydu.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek genelde bu şekilde devam eden durumun 1945’ten hemen sonra da pek değişmediğini ve kolonyal politikaların 1945’ten sonra da devam ettiğinin altını çizen Köchler, bu durumun 1947/181 sayılı Birleşmiş Milletler Bölünme Planı’nda gözlenebileceğini ifade etti. Köchler’e göre bu karar çeşitli açılardan hukukî zeminden yoksundur:Bu tarz bir karar BM Genel Kurulu tarafından alınamaz. Bu karar ultra vires, yani yetki aşımına işaret eder. Zira BM Genel Kurulu bağlayıcı değil tavsiye niteliğinde kararlar alabilir; bağlayıcı olması için kararın BM Güvenlik Konseyi tarafından alınması gerekir. Olup bitenler güç politikaları çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Genel Kurul’un Kudüs’ün statüsü hakkında aldığı corpus separatumkararı da yetki aşımıdır.

Bölünme Planı, Filistin halkının self determinasyon hakkının Birleşmiş Milletler tarafından reddedilmesi anlamına gelmekteydi ki self determinasyon BM sisteminin sağladığı en temel haklardan biridir.

Bölünme Planı Güvenlik Konseyi tarafından da devreye sokulabilecek bir karar olamaz; çünkü bölünme kararını ancak toprak üzerinde egemenlik hakkı olanlar alabilir.

Bu kararın dışında, 1947/194 sayılı BM Genel Kurul kararında Kudüs ve çevresine ayrı bir uluslararası statü verilmesi öngörüldüğünü hatırlatan Köchler, 1949/303 sayılı BM Genel Kurulu kararının Kudüs’te yaşayanlar hakkında geniş haklardan söz ettiğini ancak bunun uygulamaya konulamadığını belirtti. Bu bağlamda İsrail Devleti’nin 1947 tarihli Bölünme Planı’ndan hemen sonra kurulsa da kuruluşunun bu plan temelinde olmadığını çarpıcı bir şekilde ifade eden profesör, 1948’de BM tarafından öngörüldüğü üzere iki devlet değil bir devletin ortaya çıktığını ve sınırlarının da öngörülenin çok ötesinde olduğunu belirtti. Bu durumun, kurumların hukukî yetersizliği sebebiyle hukukî bir boşluk oluşturduğunu belirten Profesör, BM Güvenlik Konseyi’nin de bu çerçevede hareket ettiğini ve durumu düzeltmek için BM Sözleşmesi’nin 7. Bölüm’ünde verilen yetkiler dâhilinde herhangi bir zorlayıcı tedbir almadığını ortaya koydu.

Konuşmasının Kudüs’ün mevcut
statüsüne ayırdığı bölümünde Köch-
ler, corpus separatumyaklaşımında BM organlarının yetki aşımında bulunduğunu ve zaten bu yaklaşımın da pratiğe geçirilemediğini belirttikten sonra, Kudüs’ün statüsünün 1948 yılında İsrail’in kuruluşunu takip eden dönemde Ürdün’le yaşanan silahlı çatışmalardan sonra iki tarafın komutanları tarafından belirlendiğini sözlerine ekledi. Ancak İsrail’in Güvenlik Konseyi’nin etkisizliğini de göz önünde bulundurarak 1967 işgalinden sonra 1980’de Doğu Kudüs’ü tekrar işgal ettiğini dile getiren Köchler, İsrail ilhak kanununun Kudüs’ün herhangi bir şekilde uluslararası bir statü kazanmasına engel olduğunu ifade etti ve bu durumun BM’nin herhangi bir kararını tamamen etkisiz bırakacağını da ekledi.

Konuşmasının sonuç bölümünde, Kudüs’ün statüsü hakkındaki kararların ve kanunların, teori ve pratik; hukuk ve siyaset arasındaki ciddi eşitsizliği dramatik bir şekilde gözler önüne serdiğini ifade eden Köchler, hukukun bu tabloda oldukça sönük kaldığını ve meşru zorlama kapasitesine ve yetkisine sahip tek BM organı konumundaki Güvenlik Konseyi’nin de ABD tarafından, veto yetkisi aracılığıyla etkisiz hale getirildiğini sözlerine ekledi. Sözlerine, bu durumun “hukukun gücü” ile “gücün hukuku” arasındaki karmaşık ilişkiye işaret ettiğini belirterek devam eden Profesör, işgal edilen topraklar hakkında İsrail meclisinde yapılan yeni bir düzenlemeyle, işgal edilmiş herhangi bir toprağın referandum olmadan veya mecliste üçte iki çoğunluk sağlanmadan müzakere yoluyla geri verilemeyeceğini ileri sürdü. Köchler ayrıca,  Filistinli Araplar’ın self determinasyon’un yanı sıra yabancı işgale direnme ve Doğu Kudüs’ün işgaline karşı önlemler alma haklarının olduğuna da değindi ve BM Güvenlik Konseyi’nin etkisizliği duru-
munda, bölgedeki devletlerin, BM’-
nin Filistin konusunda aldığı kararların uygulanması konusunda birlikte önlem alabileceklerini ve ortak hareket edebileceklerini de sözlerine ekledi.

KAM Afrika Konuşmaları

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir