Yeni Bir Dönemeçte Kıbrıs

Paylaş:

Küresel Araştırmalar Merkezi, 22 Mayıs’ta Güney Kıbrıs’ta genel seçimlerin yapıldığı ve 12 Haziran’da Türkiye’de seçimlerin yapılacağı, daha da önemlisi 7 Temmuz’da Cenevre’de BM gözetiminde ikinci tur barış görüşmelerinin başlayacağı bir dönemde “Yeni Bir Dönemeçte Kıbrıs” paneliyle Türk dış politikasının önemli meselelerinden biri olan Kıbrıs’ın farklı boyutlarıyla analiz edilmesini ve tartışılmasını sağladı.

Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Fuat Aksu, Türk-Yunan ilişkilerinin seyri üzerinden Kıbrıs sorununu ele aldı. Buna göre, Kıbrıs ile Ege sorunlarına rağmen bu konularda müzakerelerin devam ettiği bir sürecin ardından, 1980’lerde Andreas Papandreu iktidarı ile birlikte diyalogsuzluk dönemine girildi. Papandreu yönetimi, “Ankara tutumunu değiştirmedikçe müzakere etmek ya da egemenlik konularını tartışmak imkânsızdır” diyerek ilişkilerde koşulluluğu esas alan bir politika yürüttü; temel sorunların görüşülemediği bir süreçten geçildi. 1990’ların ikinci yarısında üç önemli kriz yaşandı: Kardak Krizi, S-300 Füze Krizi ve Öcalan Krizi. 1999’da Öcalan Krizi ve deprem vesilesiyle yürütülen diplomasiyle birlikte diyalog süreci yeniden başladı ve bunu karşılıklı güven ve güvenlik artırıcı adımlar takip etti. Ancak müzakerelerin başarıya ulaşacağı ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözüleceği umudu 2004 ile birlikte yeniden karamsarlığa dönüştü.

Bu çerçeveden hareketle Aksu, Soğuk Savaş sonrası ikili ilişkilerde, Kıbrıs sorunu ve Türkiye’nin AB üyelik süreci bağlamında, nasıl bir etkileşimin yaşandığına dair tespitlerini paylaştı. Aksu’ya göre, bu süreçte üç kırılma noktası söz konusu: (i)1996’da Papandreu’nun yerine geçen Kostas Simitis, Yunanistan’ın politika anlayışını ve kullandığı araçları değiştirdi ve bu, ikili ilişkileri dönüştürücü bir etkide bulundu. (ii)Kıbrıs sorunu bağlamında AB yeni bir aktör olarak devreye girdi. Simitis, Türkiye’yi tek başına karşısına almak yerine, yumuşak bir süreç izleyip AB’yi devreye sokarak sorunları Avrupalılaştırdı. (iii)2002’de Türkiye’de gerçekleşen iktidar değişikliğiyle dış politikada farklı araçların ve bakış açılarının hâkim olduğu yeni bir dönem başladı.

Çözüm için AB kriterlerini kabul eden iki taraf, zamanla Ege uyuşmazlıklarını ikinci plana iterek önceliği Kıbrıs sorununa verdi. Türkiye’de 2002’de gelen yeni iktidar BM çabalarını destekledi. Ancak Kıbrıs sorunu bir koşulluluk unsuruna dönüştürülerek AB üyelik sürecinde Türkiye’nin önünde bir engel hâlini aldı. Oysa sınır sorunlarının AB içine taşınmaması gereğine rağmen Kıbrıs Rum Kesimi böylesi bir engelle karşılaşmadı. Annan Planı’nın Rum Kesimi tarafından reddedilmesi, Türk tarafını uzlaşmaz taraf olarak algılanmaktan kurtardı. Lâkin istenen çözüm bir türlü gerçekleştirilemedi.

Aksu’ya göre, Türkiye bu dönemde izolasyonların kaldırılması yönünde kuvvetli bir söylem benimseyemedi. Çözümsüzlüğün nedeninin Yunan ve Rum tarafları olduğunu hatırlatmak gerektiğinde de çekimser davranarak diplomatik bir dil kullandı. Bu da hükümetin çözüm noktasında başlangıçtan daha geri bir pozisyonda bulunduğu izlenimini verdi. Dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın 2008’den itibaren yürüttüğü görüşmeler ise 2004’teki çabaların yeniden denenmesi ve eğer bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanırsa, sorumluluğun Türk tarafında olmadığının açıkça gösterilmesi anlamını taşımaktaydı.

İstanbul Üniversitesi’nden İnanç Özekmekçi, göçmenlerin siyasal entegrasyonu ve bunun Kıbrıs sorununa etkisi üzerinde durdu. Özekmekçi’ye göre, kaderleri iki devletin elinde olan ve yeterince temsil edilemeyen göçmenler, dış politikanın önemli bir parçası. Çözümsüzlüğün günah keçisi olarak algılanagelen göçmenler, çözüm gerçekleşse dahi, sorun olmaya devam edecekler. Zira Kıbrıslı Türkler, göçmenleri ötekileştirerek kendi kimliklerini tanımlarken; Rumlar ise kolonizatör ve toprakları fethe gelen işgalciler gözüyle bakarak onları iyice dışladılar.

Özekmekçi’ye göre Kıbrıs’a göçen Türkler, buna teşvik edilmeleri dolayısıyla sıradan göçmen kategorisinde değerlendirilemezler. Kıbrıslılar tarafından “belirli bir politik amaçla donanmış, Türkiye’nin emrinde yekpare bir toplum” olarak görülseler de üç dalga hâlinde adaya gelişleri, hukukî statüleri ve siyasî yönelimleri itibarıyla yekpare olmaları imkânsız. İlk göç dalgasında (1975-82) gelenler, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin vatandaşlığını elde edip seçimlerde oy kullandılar. Bağımsız KKTC’nin kurulduğu 1983’ten sonra gerçekleşen ikinci göç dalgası, daha çok bireysel ya da ailevî ilişkiler üzerinden yürüdü. Hataylıların ve Güneydoğu’da köyleri boşaltılan Kürtlerin oluşturduğu son dalga ise sosyokültürel açıdan en büyük çatlağı oluşturdu.

Özekmekçi’ye göre, Kıbrıs’a göçen Türklerin siyasal entegrasyonu, KKTC vatandaşlığı sayesinde siyasal sistemde temsiliyet ve dolayısıyla Kıbrıs sorunun çözümünde etkin olmaları anlamına geliyor. Annan Planı referandumunda, sayıları 45 bin olarak tespit edilen bu kişilere –Papadapulos’un karşı çıkmasına rağmen– oy hakkı tanınması, göçmen olmalarından kaynaklanan sorunlarının çözümü açısından önemli bir gelişmeydi. Ancak Rumların Türklere karşı önyargıları, adanın siyasî olarak birleşmesinin önündeki önemli engellerden biri. Türklerin siyasal entegrasyonuna ilişkin bir başka husus ise KKTC iç siyasetiyle bağlantılı. Siyasal alanda, özellikle merkez sağı temsil eden Ulusal Birlik Partisi’nde bir araya geliyor gibi gözüken göçmenler ve Kıbrıslılar, sosyal alanda birbirlerinden ayrışıyorlar. Özekmekçi’ye göre, belirli bir dereceye kadar sosyokültürel etmenlere indirgenebilse de, bu ayrışmanın temel nedenlerinden biri, harekât sonrasında Rumlardan kalan malların paylaşımıyla alakalı. Bu mesele üzerinden siyaset kuruldu ve kliental bir yapı meydana geldi; iktidar partisine yaklaşıldığı ölçüde “pasta”dan pay alındı. Oy ve iş ilişkisinin, yani siyasî ve iktisadî hakların anahtarı vatandaşlık oldu. Sonraki göçmenler, vatandaşlık karşılığında oylarını belirli partilere verdiler ve böylece merkez sağ, uzun yıllar iktidarda kaldı. Sol partiler ise göçmenlere karşı bir tavır takındı. Öyle ki, ilk dalgada gelenleri “gara sakal”, daha sonrakileri “gaco” (çingene) ve en son gelenleri ise “fica” (kahverengi yosun) olarak nitelediler.

Sonuç olarak, Özekmekçi’ye göre, hem Kıbrıs sorununun hem de onlarca yıldır Kıbrıs’a emek vermiş göçmenlerin sorunlarının nihai çözümü için göçmenlerle Kıbrıslıların ortak bir siyaset çatısı altında biraraya gelmeleri ve bunu, sosyokültürel farklılıklar yerine ortak değerler üzerinden gerçekleştirmeleri gerekiyor. Dış müdahalenin, özellikle Türkiye’nin müdahalesinin en aza indirilebilmesi de göçmenlerin siyasî entegrasyonunda önem arz ediyor.

İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Muzaffer Şenel, Türklerin Kıbrıs sorunu algısının 1963’teki 21 Aralık olayları, Rumların algısının ise 1974 harekâtı ile ortaya çıktığını belirterek başladığı konuşmasında, 1964 tarihli Acheson Planı’ndan 2004 Annan Planı’na kadar ortaya konan bütün çözüm önerilerini ve bunların nasıl çözümsüzlüğe gittiğini detaylarıyla anlattı.

Kıbrıslı iki toplum arasında birçok hususta uzlaşma sağlanmasına rağmen çözümsüzlüğe yol açan temel mesele, siyasal egemenliğin nasıl paylaşılacağıydı. İşte bu noktada çözüme yönelik olarak iki kavram ortaya atıldı: Bi-regionalve bi-zonal. Her iki kavramın da anlamı “iki kesimlilik” olmasına rağmen, ilki serbest dolaşım, yerleşim ve mülk edinmeyi mümkün kılarken; ikincisi geçişkenliği görece zorlaştırmaktaydı. Self-determinasyonilkesine gelince, nüfus olarak dörtte birden daha az bir orana sahip Kıbrıslı Türklerin, siyasî olarak Rumlarla eşit pozisyonda olmak istemesi ve Rumların buna karşı çıkması, bu ilkenin gerçekleştirilmesini zorlaştırdı.

Şenel, çözümsüzlüğün nedenlerini şu şekilde özetledi: (i)Çözüm için gerekli siyasî irade eksikliği; (ii)jeo-tarihsel faktörler (taraflar birbirine hiçbir zaman güven duymadı; öyle ki, Yunanlılar için Türkler Bizans’ı ortadan kaldıran düşman, Türkler için de Yunanlılar Osmanlı’ya karşı ayaklanan ve toprak alan asilerdi); (iii)Kıbrıs’ın iç dinamikleri (Bir tarafta izolasyonlara maruz kalan Türkler, diğer tarafta AB’den nemalanan Rumlar var; ayrıca self-determinasyon sorunu, vakıf malları ve kişisel mülkiyet ile ilgili sorunlar bulunuyor); (iv)bölgesel sistemin dinamikleri (Rum kesimi, üyelik sayesinde AB’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı hâline geldi).

Türkiye ile Kıbrıs arasındaki sorunlara da değinen Şenel’e göre, Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili bir değil, iki sorunu var: KKTC sorunu ve Kıbrıs sorunu. Bunlardan ilki, yerel Kıbrıs halkı ile göçmenler arasında yaşanan anlaşmazlıklardan ve yakın zamanda yükselen Türkiye karşıtı söylemlerden kaynaklanıyor. Öyle ki, Kıbrıs sorunun çözümü, KKTC sorununun çözümüne nazaran daha mümkün görünüyor. Türkiye’nin bu konuyla ilgili tutumunu, 2002 yılına dek Denktaş ve adadaki Türk komutanın söylemleri belirledi; halkın düşünceleri ise önemsenmedi ve bu durum, çözümsüzlüğün sürmesine yol açtı. Türkiye, 1974’ten itibaren KKTC’yi bir Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) gibi gördü ve gündelik hayatın nasıl işlediğiyle ilgilenmedi. Simitis hükümetiyle Yunanistan’da başlayan Kıbrıs sorunuyla ilgili açılım politikasına Türkiye’nin AK Parti hükümetiyle verdiği karşılık, maalesef KKTC sorunu söz konusu olduğunda gündeme gelmedi. Kıbrıslı Türkler tarafından %65 oranında desteklenen Annan Planı’na rağmen Ankara’nın KİT anlayışını sürdürmesi, süreci olumsuz etkiledi.

Son olarak Şenel, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile başlayan sürecin nihai bir çözüme ulaşılarak artık sonlandırılması gerektiğini ve bunun için de sağlam bir siyasî iradeye gerek duyulduğunu belirtti.

Panelin sonunda, gerek Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün nedenleri gerekse geçtiğimiz aylarda Kuzey Kıbrıs’tan yükselen Türkiye karşıtı söylemlerin ve eylemlerin siyasî ve psikolojik arkaplanı daha iyi anlaşılmış oldu.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir