Osmanlı ve Rus Modernleşmesi: Tarihten Günümüze Yansımalar

Paylaş:

“Avrasya Konuşmaları” toplantı dizisinin altıncı konuğu, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Doç. Dr. Taşansu Türker’di. Türker, konuşmasında Osmanlı ve Rus modernleşme süreçlerini paralellikler ve farklılıklar bağlamında mukayeseli bir perspektifle ele aldı. Bu bağlamda en genel yargı, her iki imparatorluğun yaklaşık 300 yıl süren Batılılaşma sürecinde hem en muzaffer hem de en mağdur oluşudur.

Türker öncelikle her iki imparatorluğun Batı karşısındaki pozisyonunu değerlendirdi. Buna göre her iki imparatorluk da (i) Batı’nın ilk çemberinde yer alırlar. (ii) Roma’yı tevarüs ettiği iddiasındadırlar. Bu bağlamda Osmanlı için en çarpıcı örnek Fatih Sultan Mehmed’in “Kayzer” unvanını kullanmasıdır. Yine Romalılık iddiası sadece söylem düzeyinde kalmaz, Osmanlı’nın hukuki ve idari metinlerine de girer. Ruslar ise Romalılık iddiasını IV. İvan döneminde ilk kez ortaya atarlar; kendilerini Ortodoksluğun koruyucusu olarak ilan ederler ve Moskova “Yeni Roma” olarak zikredilmeye başlanır. (iii) Hem antropolojik ve etnik köken hem de hukuki ve siyasi süreklilikler bakımından benzerlikler gösterirler. (iv) Batılılaşma sürecinde hem iktidar hem de bilgi ve üretim bakımından Batı karşısında zayıf düşerler.

Batılılaşma sürecinde iki imparatorluk arasındaki farklılıklara gelince Türker şu noktaları öne çıkardı: (i) 18. yüzyılda Rusya’da imparatorluk inşa süreci yaşanırken, Osmanlı İmparatorluğu zirve dönemini geride bırakır ve Batı karşısında zayıflamaya başlar. (ii) Ruslar bu dönemde, Osmanlı’nın aksine, aristokrasiyi meşrulaştırıp müesseseleştirir. (iii) Batılılaşmaya yaklaşım farklıdır. 18. yüzyılda Osmanlı modernleşmesi, “değişmemek için değişim”i seçer; modernleşmenin ana amacı, savaşta yenilmemek için teknik reformlar yapmaktır, yoksa sosyal ve kültürel alanda bir dönüşüm niyeti yoktur. Rusya’da ise Petro, sosyal ve siyasal yapının tamamen değişmesi için reformlara yönelir; bu yüzden de keskin ve kanlı bir modernleşme süreci yaşanır. Karşı bir güç odağı olmaya aday kesimleri hiyerarşik bir düzene sokarak kendisine bağlar. Yine Petro, “milliyetçilikler çağı” da denilen modern dönemde ulusal-devlet formunda bir imparatorluk kurar. Rus İmparatorluğunun gücü de işte bu çelişkiden gelir. Romalılık, Rusluk ve Ortodoksluk iddialarını modern bir üslupla ve kimlikler arasında hiyerarşi kurarak yaşatır. Türk modernleşmesi ise hiçbir zaman Rusya’daki gibi keskin ve kanlı olmaz. Osmanlı’da millet sisteminin etnisite ve dille işi yoktur. Dolayısıyla Petro’nun Rusçuluğuna benzer bir tarzda Türkçülük ancak 19. yüzyılın sonlarında benimsenir. (iv) Din bağlamındaki farklılık, Ortodoksluk ile İslâm’ın siyasal anlamlarında gözlemlenebilir. İslâm ancak II. Abdülhamid döneminde siyasal bir argüman olarak kullanılırken, Rusya’da ise 16. ve 17. yüzyıldaki reformlar kiliseyi devlete tabi kılar ve Moskova Patrikliği erken bir dönemde kendisini milli bir kilise olarak tesis eder.

Türker’e göre, Batılılaşma sürecini belirli kazanımlarla yürüten her iki imparatorluk da bu bağlamda muzafferdi. Peki, neden mağdurdular? Türker, bu mağduriyeti modern kimlik süreçleri üzerinden açıkladı. Buna göre Osmanlı’da 19. yüzyılın ilk yarısında teritoryal unsura bağlı bir Osmanlılık kimliği, ardından İslamcılık, geç dönemde ise Türkçülük akımı tedavüle girer. Ancak bu kimlikler Batı’ya karşı alternatif bir kimlik iddiası taşımaz. Batı’nın tek ve alternatifsiz olarak algılanması sonucu 19. yüzyılda bu medeniyetin bir parçası olma kararı çekingen bir şekilde verilir. Ancak bu durum Batılı reformların sert olmasını gerektirmez ve bu yüzden sonraki dönemlerde sert kırılmalar yaşanmaz.

Rusya’da ise Petro’nun sert reform süreci toplumda tepki toplarken Rus entelektüeller ve devlet ricali katında kimlik tartışmaları dikkat çekicidir. Çok etnili ve çok dinli yapıyı yönetmek için Nikolay Danilevsky medeniyetleri tasnif eder ve Rusların yeni bir medeniyet kurup dünyaya hâkim olma iddiasını dile getirir. Aynı dönemde bizdeki reformlar “Batı’nın bir parçası olmalıyız” fikri etrafında gelişirken, Rusya’daki reaksiyoner-muhafazakâr düşünce “medeniyet” kavramı çerçevesinde bölgesel bir güç olma arayışındaki Rus İmparatorluğu’nun tüm saldırganlığını meşrulaştırır. “Medeniyetçilik” Rusya’da çatışmacı bir muhafazakâr kimlik olarak ortaya çıkar ki Türker’e göre aramızdaki en önemli farklılıklardan birisi de budur. Rusya’nın agresif ve iddialı politikalarına karşın Osmanlı’da savunmacı bir devlet yapısı mevcuttur. Batılılaşma sürecinde Osmanlı’da entelektüeller ve devlet adamları “Biz bu devleti nasıl kurtarırız?” diye düşünürken, Rusya’da entelektüeller “Bu devleti nasıl yıkarız?” sorusunu tefekkür edebilme özgüvenine sahiptirler. İşte o özgüven entelektüel yaratıcılığın önünü açar.

Türker konuşmasının sonunda, 20. yüzyıl da dâhil bugün yaşadığımız pek çok siyasi tartışmanın temelinde yattığını düşündüğü Rus ve Türk modernleşmelerinin farklı yönelimlerine değindi: “Rusya 1917 Bolşevik İhtilali ile imparatorluk yapısını savunurken ve Batı’ya karşı ayakta dururken, biz ise imparatorluğu kaybedip Batı ile bütünleşerek kendimizi geliştirme çabasına girdik. İşte Rus ve Türk modernleşmelerinin kırıldığı yer budur, yani 1917 ile 1923 arasındaki farktır. Biz imparatorluğu verip cumhuriyete geçmeyi göze aldık, başka çaremiz de yoktu zaten.” Bu iki farklı yönelimin sonuçlarını değerlendirirken Türker, gelinen noktada Rusya’nın demokratikleşme bağlamında Türkiye’nin çok gerisinde, ancak imparatorluk iddiası için gerekli olan bilim, teknoloji ve doğal kaynaklar açısından çok ilerisinde olduğuna dikkat çekti. Rusya’nın Batı’ya karşı pozisyon almasının bir maliyeti olarak demokratik değerler noktasında yaklaşık yüzyıl geride kaldığına vurgu yaptı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir